Şimdi Ara

Uğur Mumcu anılıyor

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
19
Cevap
0
Favori
758
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Uğur Mumcu anılıyor



    Teröre kurban giden gazeteci-yazar Uğur Mumcu, ölümünün 13’üncü yılında tüm yurtta düzenlenecek etkinlikler ile anılacak

    UĞUR MUMCU

    Sesleniş...

    Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.

    Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

    Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

    Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

    Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

    Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

    Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

    Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.

    Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

    Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük. Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.

    Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

    Bağımsızlık, Mustafa Kemal' den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.

    Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

    Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

    Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

    Asıldık ey halkım, unutma bizi...

    Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.

    Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

    Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.

    Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...

    Cumhuriyet 25.8.1975







  • Cenazesinde bulunmuştum, dün gibi aklımda...
  • Her yılın, Ocak Ayı’nda Uğur Mumcu için toplantılar, gösteriler düzenlenir, ahlı-vahlı yazılardan geçilmez. Onun yakın arkadaşı olduğunu söyleyen gazeteci arkadaşları, “Mumcu’nun bıraktığı dosyaların son sayfasını bir açalım ve yeni sayfalar ekleyelim, aydınlatılmamışları birazcık da biz ortaya çıkaralım,” demezler.

    Hem dosyaların sararıp solmasına göz yumacaksın, hem de Uğur Mumcu’nun on yıl önce yazdıklarından alıntı yapıp, “Bak! O, bunu da yazmış,” deyip işi kısa yoldan bitireceksin. Mumcu’nun dosyaları bu denli boş dosyalar mıydı ki, hiç kimse ve hiçbir kurum, o dosyalara yeni sayfalar eklemeyi düşünmüyor?

    Dahası, Uğur Mumcu için ‘ahlar- vahlar’ çeken politikacıların, yurt elden gidiyor diyenlerin çoğunun onun yazdıklarını okumadıkları da bir gerçektir. Politikacıları bir yana bırakırsak, okumaz-yazmaz keskinlerin derdi, tasası, ezberledikleri yalan gerçeklerden kurulu sığınaklarının bir anda başlarına yıkılacağı korkusudur.

    Korkular, ağıtlarla ve keskin sloganlarla atlatılır atlatılmaz, yeni dünya düzenine uygun olarak yaşanmaya başlanır. Mumcu’nun dosyaları bu denli boş dosyalar mıydı ki, hiç kimse ve hiçbir kurum, o dosyalara yeni sayfalar eklemeyi düşünmüyor?

    Yanıtları aramaya, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü günlere dönerek başlayalım. O günlerde, tepkinin odağına İran yönetiminin ve yurtiçinde İslamcı olarak adlandırılan kesimin oturtulduğunu anımsayacağız. Ankara’da cenaze arkasından yürüyenlerle, Anadolu’nun birçok yerinde gösterilere katılanların ortak sloganı da “Laik Türkiye!” ve “Mollalar İran’a!” idi.

    Uğur Mumcu, kuşkusuz Türkiye’nin laik devlet düzeninin korunması üzerine düşünceler geliştirmiş, yazılar yazmış, konuşmalar yapmıştı. Ne ki, onun yazı olarak okuyuculara ulaşan araştırmalarında, dünyaya, bölgeye ve Türkiye’ye egemen olmak isteyen güçlerin oyunlarını ortaya çıkarmaya çabaladığı da görülmektedir. Bu oyunların aynasında devlet yönetimleri, kirli operasyon örgütleri, bu örgütlerin doğrudan ya da dolaylı yönettiği, yönlendirdiği örgütler, silah kaçakçıları, pis oyunun parasal kaynağını yaratan uyuşturucu madde kaçakçılarıyla birlikte, altın kaçakçıları da yer alıyordu.

    Kuşkusuz başka ülkelerde de bu tür araştırmalarla dünyayı uyandırmaya çabalayan, Uğur Mumcu gibi, araştırmacılar bulunmaktadır. Ne var ki, Uğur Mumcu dünyanın en belalı, en kapsamlı dolapların çevrildiği bir bölgesinde, en kilit konumdaki bir ülkede yaşıyordu. Bunun anlamı açıktır, en kapsamlı, en uzun süreçli, en pahalı komploların uygulandığı bir bölge ve onun içinde merkez konuma sahip bir ülkede, kirli işler ağının bir ilmiğini çekiştirmek, inatçı bir araştırmacıyı büyük komploların, büyük senaryoların odağına yaklaştırır.

    Hele bu araştırmacı, gerçeği ortaya çıkarmakta kararlıysa ve aydınlatma işini bireysel gönenci ya da şöhret için değil de, gerçeğin ortaya çıkarılması ve varsa adaletin yerine gelmesi, insanlığın mutluluğu için yapıyorsa, komploculara vereceği zarar o ölçü de büyük olacaktır.

    Uğur Mumcu’yu anlamak, onun izini sürdüğü konuyu gerçeğe ulaşıncaya dek bırakmadığını okuyucuya anlatmak için, kararlı araştırmacılığının birkaç örneğine, onun dosyalarındaki sararan yapraklara bakmak yeterli olacaktır.

    Uğur Mumcu, yalan bulutunu dağıtmıştı
    Papa suikastının ardından bir bilgilendirme kampanyası başlamıştı. Bu kampanyanın iddiası suikastın KGB adına hareket eden Bulgar gizli servislerinin denetiminde gerçekleştirildiğiydi. Kampanya sonuç vermiş ve birkaç Bulgar İtalya’da yargılanmıştı. Kampanyanın tutarlılığı batı dünyasında tartışılır durumdaydı, ama bu tartışmalar daha çok senaryo iddialaşması gibiydi. Bilgilendirme kampanyasını başlatan kişi, ABD Milli Güvenlik Kurulu görevlilerindendi. Kampanyada tetikçinin geçmiş siyasal ilişkilerinden söz edilmiyor ve Türkiye’deki bağları örtülüyordu.

    İşte bu noktada, Uğur Mumcu, yazılarıyla, kampanya sahibinin yanlış bilgilendirme çabalarını boşa çıkarmıştı. Dava dosyalarındaki bilgilerin izini süren Uğur Mumcu, her şeyden önce bu yönlendirme bilgilerini yayan Paul Henze’nin, 1974-1977 arasında Türkiye’de CIA İstasyon Şefi olduğunu, 12 Eylül darbesinin savunduğunu belirtir ve bu yabancı devlet görevlisinin, tetikçinin ilişkileri hakkında yaptığı eksik bilgilendirmeyi satır satır yazarak boşa çıkardı.

    Burada hemen belirtmeliyiz ki, yönlendirme ajanlarının görüşlerini aktaran yayınlarda onların operasyon örgütlerindeki görevlerini “es” geçmek adettendir. Henze için de bu böyle olmuştur. Paul Henze’nin TV programlarında ve “Wall Street Journal”de , “Christian Science Monitor” ve “Readers Digest” gibi yayınlarda, onun ABD’nde görev yaptığından söz ediliyor ama, CIA’daki görevi anılmıyordu.

    Henze, 1952-1958 arasında CIA’nın “Radio Free Europe” yayınlarını yönetirken, Hitler’in yanlış bilgilendirme uzmanı Goebbels’in tekniğini uygulayarak, deneyim kazanmıştır. Bu tür yayını, Allen Welsh Dulles organize etmiştir. Henze 1974-1977 arasında Türkiye İstasyon Şefliğinin ardından ABD Milli Güvenlik Kurulu kadrosuna (1977-1980) geçmiş ve Beyaz Sarayda Türkiye dahil birçok ülkeden sorumlu CIA irtibatçısı olarak çalışmıştır. Henze American Turkish Foundation’da yaklaşık 10 yıl mütevelli olarak bulunmuş ve 1990’larda RAND Corp.’da danışmanlık görevini sürdürmektedir.[3] Henze’nin 12 Eylül yönetimini destekleyen yayınları dikkat çekmiştir.

    İşte Uğur Mumcu, böyle bir ustanın yönettiği yanlış bilgilendirme operasyonunu görmezden gelmemiş ve dava dosyalarındaki bilgileri, İtalya ve Mallorca’ya giderek yerinde araştırmış ve bu olayı, Türkiye’de yaratılan kargaşa ortamının arkasındaki silah ticaretiyle, beyaz zehir kaçakçılarıyla, İtalyan Gladio’su ve mafyasıyla birleştirmiştir. Bu çabaların sonunda, Washington kaynaklı yanlış bilgilendirmenin önünü alınmıştır.

    Yanlış bilgilendirme operasyonunun suikastla olan bağı çözülememiştir ama, Uğur Mumcu’nun bu derin araştırmasının sonunda yazmış olduğu “Papa, Mafya, Ağca” kitabı, Amerikalı araştırmacıların da gözünü açmıştır. Bu arada yanlış bilgilendirmenin bir maşası olan (gazeteci) Claire Sterling’in, CIA adına yazılar yazdığı ortaya çıkarılmıştır. Suikasta ilişkin yanlış bilgilendirme, 1986’da yayımlanan “The Rise and Fall Of The Bulgarian Connection”[4] adlı kitap Uğur Mumcu’nun yazıları üstüne kurulmuştur.

    Uğur Mumcu için bu konu, 1984’de yayınlanan kitapla kapanamazdı kuşkusuz. Uğur Mumcu, 1984’ten sonra da, ağı ilmik ilmik çözmeyi sürdürdü. Onun hangi derin karanlıkları inatla karıştırdığına da, iyi bir örnektir bu konudaki tutumu.

    19 Haziran 1982’de, suikast silahı ile ilgili olarak, dava dosyasından aldığı bilgileri yazıyordu. Tabanca, Belçika’da Fabrique Nationale Herstal firmasında üretilmiş, Schroeder firmasına 1979’da devredilmiş. Aynı tabanca, daha sonra, İsviçre’nin Neuchatel kentindeki Grisel Petit Pierre firmasına 1980’de gelmiş ve Avusturya’da yerleşik, Nazi yanlısı aileden gelme, silah tüccarı Horst Grillmayer adına Tinter Otto adlı kişi tarafından Nisan 1981’de satın alınmış. Grillmayer, devlet adına çalıştığından gizli duruşmada ifade verdikten sonra ortadan kaybolmuştur. [5]

    Uğur Mumcu’nun dünyadan zamansız ayrılışıyla, Horst Grillmayer’in izinin sürülmesi ne yazık ki, yarım kalmıştır. Ama, son yıllarda uluslararası tabanca atış şampiyonalarında, örneğin, 18-31 Ağustos 2000 Avustralya Olimpiyatları’nda Avusturya adına yarışanlar arasında Horst Grillmayer adına da rastlanmaktadır.

    Yine Uğur Mumcu’nun Papa’ya suikast olayını deşmesinin ardından on yıl geçmişti. Suikast magazin haberlerine, ve M. Ali Ağca ile ilgili ruhanilik öykülerine konu edilip, unutturulurken, Uğur Mumcu, gazetedeki köşesinde konuya bir kez daha döndü. ABD’nin Ortadoğu’da, petrol uğruna ülkelerin düzenlerini bozmasına değiniyor, İran’da, kendi ülkesindeki petrolden biraz daha fazla pay almak isteyen Başbakan Dr. Musaddık’ın komployla devrilmesinde zamanın ABD Dışişleri Bakanı J. Foster Dulles ile onun kardeşi CIA Direktörü Allen Welsh Dulles’in paylarını yazıyordu.

    Uğur Mumcu, bununla da kalmıyor, Dulles kardeşlerin yönettiği Sulivan-Cromwell şirketinin, aynı zamanda Anglo-Iran Oil şirketinin danışmanı olduğunu, bu petrol şirketine sermaye sağlayanın da, J. Henry Schroder Bankerlik firması olduğunu yazıyor ve CIA yöneticisi Allen Welsh Dulles’in aynı zamanda Schroeder’in New York şubesinde yönetim kurulu başkanlığı yaptığını ekliyordu.[6] Böylece suikast silahının izi boyunca görülen Schroeder Bankacılık’ın, ABD bağlantılarına ışık tutuyordu.

    Suikast silahının ve suikasta bulaşık kişilerin ilişkileri, mafya - İtalyan Gladiosu - CIA - Banker Cal­vi - Vatikan bağlantıları, P2 Mason Locası’nın ve Amerikalı Kardinal Mercinkus’un Vatikan Bankası (IOR)’nda oynadığı rolleri yazıya döküyordu.”[7]

    Mumcu, aslında karanlık suların altındaki ilişkilere el attığı anlamak için, Dulles kardeşlere ve ABD şirketlerinin geçmişlerine kısaca değinirsek, işin ciddiyeti de ortaya çıkacaktır:

    Sullivan-Cromwell finans danışmanlığı şirketi büroları, John Foster Dulles ve 1953’te CIA’nın başına getirilen Allen Welsh Dulles (1894-1969) tarafından kullanılmıştır. Eşi tarafından bile “Köpekbalığı” olarak adlandırılan Allen Dulles, II. Dünya Savaşı döneminde Amerikan askeri istihbarat örgütü OSS (Office for Strategic Services)’nin Bern’deki şubesini yönetmiş; Gestapo İstihbarat generali Gehlen’in ekibiyle -elbette evraklarıyla birlikte- ABD istihbaratına kazandırılması operasyonunda yer almış; daha sonra CIA’nın kuruluş yasasının taslağını hazırlamıştır.

    CIA’in operasyondan sorumlu direktör yardımcısı olarak göreve başlayan A.Welsh Dulles, 1953’te CIA direktörlüğe getirilmiştir. Dulles’in Nazi ilişkileri oldukça eskidir.[8] Eylül 1933’te Führer ile bir toplantıya da katılmıştır. Dulles (yani CIA) ile banker John Henry Schroder adlarına 1954’te gerçekleştirilen Guatemala operasyonunda da rastlanıyor. Guatemala’da seçimle gelen yönetim, Sovyet tehdidi bahane edilerek, düzenlenen bir komplo ile devrilmişti. Oysa Sovyetlerin bu ülkede elçiliği bile bulunmuyordu. Welsh dönemi, CIA’nın, Kamboçya, Küba ve birçok ülkede iş tuttuğu dönemdir.

    Dulles, 1920’de Türkiye ve Körfez petrol bölgesi için, askeri ve ekonomik istihbarat yapmıştır. Alman Baronu Kurt von Schroeder tarafından kurulan bankerlik şirketi, daha sonra Londra’da John Henry Schroder Ltd. ve New York’ta John Henry Schroder Corporation olarak kurulmuştur. Bu “Schroder New York”un danışmanı Sullivan-Cromwell’dir. Allen Dulles, Sullivan-Cromwell’de etkin bir danışman olarak, 1926-1933 arasında Prusya’ya 30 milyon dolar hazine yardımını örgütlemişti. Schroder N.Y, Hamburg’daki şubesi aracılığıyla ITT firmasının parasını 1944’te Himmler’in SS örgütüne akıtmıştır. Amerikan ordusu Almanya’ya girmeden önce, Schroder’in Başkan Yardımcısı Bogdan, aceleyle Almanya’ya yollanmış ve böylece Nazi ilişkilerine ait belgeler açığa çıkmadan ele geçirilmiştir.

    Şimdi, Uğur Mumcu’nun adından sıkça söz ettiği, Vatikan bankeri olarak bilinen ve boynundan asılı olarak bulunan Calvi’ye dönelim. Calvi adı bizi Londra bankerlerine, eroin-kokain parası aklayan İsviçre bankaları ilişkilerine götürür.[9]

    Ama, artık bize yabancı gelmeyen, “sivil” toplumcuların çok beğendikleri için İstanbul’a getirip konferans verdirttikleri, ulusal para piyasalarını alt üst etmekle ünlü bir kişiye; Soros’a, Soros’un şirketlerine, Soros’un vakıflarına ve nihayet Londra bankeri Rothschild ailesine götürür. Soros bilinir ki, dünya egemenliği operasyonu “project democracy” nin para kaynaklarından biridir. O’nun izlerine, Yugoslavya’da, Malezya’da, Ukrayna’da, Moskova’da ve 90 ülkede rastlanır. Soros’a elbette Türkiye’de de sıkça rastlanır.

    İşte böyle! Dulles’ı ve ilişkilerini bilerek yola çıkanlar, gerçeğe ulaştıracak bilgi ve belgeleri er ya da geç ele geçirirler. Geçirirler de, önleri kesilmezse. Uğur Mumcu bu tür sonu bilmiyor muydu? Kuşkusuz biliyordu, ama onun için önemli olan gerçek idi ve gerçeğe ulaşmaktan asla vazgeçemezdi.

    Uğur Mumcu, Rand raporunun İzinde...
    Petrol çıkarları çevresinde örülen pis ağın ilmiklerini çekiştiren Uğur Mumcu, 1984’te yayımlanan kitabıyla yetinebilir ve bu konuları bir daha karıştırmayabilirdi. On yıl sonra, hem de Ortadoğu’da, Kürt Federe Devleti senaryolarının da uygulamaya konulduğu, devletlerin milli çıkarlarını koruma politikalarının tehdit olarak değerlendirip zayıflatılma operasyonun başlatıldığı bir anda, geçmişe dönüp iz sürmek, ancak Uğur Mumcu’ya has bir tutum olabilirdi. Ne para, ne pul, ne de şan ve şöhret onun umurunda değildi.

    Uğur Mumcu, 1992 yılında, bugün Avrasya Projeleri olarak adlandırılan, Orta Asya ve Kafkasya’da egemenlik tezgâhlarını da kurcalamaktan geri kalmamıştır. Henze’nin eşgüdümünde yapılan Türk cumhuriyetleri gezilerini, Kafkasya’yı karıştırma senaryolarını, Özal tarafından açılan Türk-Kürt federasyonu tartışmalarının dibini, araştırıp yazmayı iş edinmiştir.[10] Uğur Mumcu’nun edindiği her iş, bir büyük komployu açığa çıkarmaktadır. Ancak bu komploların en büyüğünü 1992 sonunda ve 1993 başında açığa çıkarmaya başlamış olduğu anlaşılıyor.

    Türkiye üzerine geliştirilen, adı ne olursa olsun, merkezi egemenlik gücü zayıflatılmış bir devletin altında, her telden çalınan çok etnikli bir mozaik ülke oluşturmaya yönelik operasyonun en önemli girişimine engel olmaya çabalamıştır. Mozaiğin en önemli parçası Ortadoğu ve Türkiye’nin güneydoğusunda sözde kurulacak Kürt devletidir. Diğer parçalar ise Kafkas etnik kökenlilerce oluşturulmaya başlanacaktır.

    Son yıllarda ayyuka çıkarılan, dahası politik amaç olarak hedefe alınan, kimlik tartışmalarının, terörün tırmandırılmasının, din-mezhep-tarikat tartışmalarının yoğunlaştırılmasının, gelecekte sorun yaratacak büyük oyunun başlangıcı, Amerika’da CIA denetimindeki Amerikan Hava Kuvvetleri şirketlerinden USIP’in alt şirketi, RAND Corporation tarafından hazırlattırılan ve 1990’da yayımlanan rapora bağlanmaktadır. Bu raporda önerilen adımları özetlersek, 1992 yılında olan biteni ve Uğur Mumcu’nun bu gelişmeleri durdurmak üzere giriştiği son araştırmayı kavrayabiliriz.

    1990 yılında yayımlanan RAND Corporation Raporu, Türkiye’deki İslami hareketin ve devletin, partilerin, örgütlerin bu hareketle ilişkileri konusunda önemli saptamalar içermektedir. Türkiye dinsel ortamını tarihsel gelişim değerlendirmesiyle ele alan bu raporda, öncelikle dinsel hareketlerin ve toplulukların kimliği, Kürt hareketinin ideolojisi ortaya konulmakta ve sonra da, ABD politikalarına yol gösterilmektedir. Amerikan türü raporlardaki dolaylı anlatım bir yana bırakılırsa, raporun ülkemizle ilgili saptamaları ve rehberliği, ilgili rapordan bir kez daha özetleyelim:

    -Militan Kürt gruplar marksizmden İslama yönelirlerse, Kürtleri devlete karşı harekete geçirirler ve İslamcı hareket Türkiye’de daha etkin olabilir.

    - Türkiye ve İran, Kürt sorununda işbirliği yapıyorlar. Türkiye ile İran’ın arası açılırsa; İran, Türkiye Kürtlerini desteklemeye başlar. Ancak Kürtlerin aşiret rekabetleri birliği önlüyor.

    - Alevi-Sünni çatışmasının Türkiye’nin iç düzeninin nasıl bozduğunun örneğini görmek için 1970’lerdeki çatışmalara bakmak gerekir. [11]/[12]

    -Türkiye’deki İslamcı uyanış ABD çıkarlarına bir tehdit oluşturmaz. İslamcı terör başlarsa Amerikan tesislerine saldırmazlar. Ancak İslamcı hareketin halka yönelik propagandası, ABD’nin Doğu Akdeniz çıkarlarına zarar verir.

    -Türkiye, ABD’nin bölgesel amaçlarının, İslam ülkeleriyle arasını açacağına inanırsa, ABD’yi desteklemez. Körfez savaşında üslerin kullanımının sınırlandırılması buna örnektir.

    - ABD, Türkiye’de laik rejimi desteklerse, İslamcıları karşısına alır. Bu nedenle ABD, hassas bir politika izlemeli.

    -ABD, Türkiye’deki İslami hareketi daha yakından tanımalı, onların ideolojileri hakkında daha çok bilgilenmeli ve diplomatlarını eğitmeli. ABD, siyasi ve diplomatik girişimlerinin yanında, eğitime önem vererek Türk demokrasisinin güçlendirilmesine yardım etmeli.

    Görülüyor ki, Uğur Mumcu’nun son araştırmaları, yukarıda sözü edilen raporda belirtilen Kürt devleti projesine uygun olarak, Kürt milliyetçiliği ile İslami hareketin cephe birliğine evrilmesine ve mozaiğin en büyük parçasının oluşumuna engel olmayı düşündüğünü göstermektedir.

    Bu nedenle, Uğur Mumcu’nun, PKK’nın aslında Ortadoğu senaryolarının gerçekleştirilmesine yönelik bir araçtan başka bir şey olmadığını, PKK’nın arkasındaki parasal kaynakların bir ucunun beyaz zehir kaçakçılığına, silah tüccarlarının devletlerle ilişkilerine dayandığını, hatta ayrılıkçıların kullanılmaya uygun bir figür olduğunu ve bunun kanıtının da geçmiş ilişkilerinde görüldüğünü kanıtlamaya girişmiş olduğu anlaşılıyor. Bu çabasını, yaşamının en son saatlerine, evinin önündeki arabasına doğru yürümeye başladığı ana dek sürdürdüğü, TBMM soruşturma komisyonu raporlarında yer alan ifadelerle de kanıtlanıyor.

    Nitekim, Uğur Mumcu öldürüldükten kısa bir süre sonra, zamanın Cumhurbaşkanı Özal, “federasyon tartışılmalıdır” demiş ve Mayıs 1993’te İstanbul’da, Kürt hareketini temsil edenler, Kürt Nurcuları, dinci parti danışmanları, bir konferansta buluşmuşlardır. Bu toplantıda, PKK’ya bağlı Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK)’nin alt örgütü Kürdistan İslam Hareketi (KİH)’in başkanı, diğer Kürt İslam hareketi temsilcileri bir araya gelmiş ve Kürt hareketinin birleştiğini ilan etmişlerdir.



    Orduya sızma yasasına tek kişilik engel...
    Uğur Mumcu’nun bir başka girişimi çok daha önemlidir. Onun ölümünden sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Anlaşmasıyla tanınan egemenlik haklarının ve kuruluş ilkelerinin değiştirilmesine yönelik girişimlerin önünde, en büyük engel olarak ordunun görüldüğünün kabulüyle, kışkırtmalar ve yıpratmalar yoğunlaştırılmıştır. Ordunun içine dinsel örgüt elemanlarını örtülü olarak sızdırma operasyonları da açığa çıkarılmıştır. Ordu, ABD’nin resmi belgelerinde bile hedef olarak gösterilmiştir:

    ABD Dışişlerince hazırlanan “Din Hürriyeti, 1999 Türkiye Raporu”nda, “Yarı sivil, yarı askeri Milli Güvenlik Kurulunun 1997 kararlarıyla” tarikatların kesinlikle yasaklandığı, ancak önde gelen siyaset ve toplum liderlerinin tarikatlara bağlı kaldıkları belirtiliyordu. Bu kararlarla, “laik eğitimin zorunlu” hale getirildiği, oysa “Laik eğitime karşı bir seçenek olan imam hatip okullarının muhafazakâr ve İslamcı Türkler arasında yüksek kabul görmekte” olduğu açıkça ileri sürülüyordu.

    Türkiye’nin düzenine yönelik yanlış bilgilendirmeye dayalı, resmi Amerikan belgesinde, 1997 kararlarından kasıt, 28 Şubat kararlarıdır. Ordunun hürriyetlere karşı engel oluşturduğunu dolaylı bir dille kayda geçiren resmi belge, kanıt olarak, ‘MGK kararları yanında Silahlı Kuvvetler, İslami radikal etkinliklerini soruşturduğu bireyleri düzenli olarak içinden atıyor’ demektedir.

    Raporda ordunun insan haklarına ve din hürriyetine karşı takındığı kötü tutumun en önemli kanıt olarak açıkça, “MGK kararları yanında Silahlı Kuvvetler, İslami radikal etkinliklerini soruşturduğu bireyleri düzenli olarak içinden atıyor” denilmektedir. Rapora göre, bir yanda halkın büyük çoğunluğu öte yandaysa ordunun yandaşları vardır. Kimdir bu yandaşlar? ABD Dışişlerince hazırlatılan rapora göre, “devletin tehdit altında olduğunu ileri süren bürokratlar, adli görevliler.”[13]

    Ne yazık ki, bu tür raporlara karşı ne hükümetlerden, ne de öteki kurumlardan ve kendilerine “Atatürk” adını yakıştıran örgütlerden bir tepki gelmemiştir. Şimdi, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü günlere dönelim:

    Ordunun, bağımsızlık savaşından ve cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, her türlü yanlış kullanımına karşın, değişmeyen tek özelliği, ulusal birliğin ve devletin toprak bütünlüğünün, tek merkezli yönetim yapısının korunması ilkesidir. Bu tür bir ilke, “küreselleşme” adı altında yürütülen ve Türkiye-Ortadoğu-Doğu Avrupa-Doğu Akdeniz-Kafkasya ve Asya’da uygulanacak olan büyük operasyonun önünde en büyük engel olarak ortaya değil midir? Küresel krallık kurmaya çalışanların, böyle ilkelerin önlerine engel olarak çıkıvermesini hoş karşılamaları elbette beklenemezdi..

    Ordunun sızmalarla zayıflatılamayacağı ortaya çıkınca en kestirme yol seçilmiştir. Üstelik bu yol denenmiş, güvenilir bir yoldur. Zaten yıllardır sürdürülen ince bir oyunla, devletin kurumları, Cumhuriyet devletinin ilkelerine yabancılaştırılmış olarak yetiştirilen İmam Hatip mezunlarına açılmış ve meyveleri toplanmaya başlanmıştı.

    Öyleyse aynı operasyon, orduya yönelik olarak da uygulanabilirdi. Nitekim 1992 yılında İmam Hatip mezunlarının Harp Okullarına girmelerini sağlamak üzere, mecliste bir toplu uzlaşma sağlanmış ve yasa değişikliği tasarısı komisyonlardan geçirilmiştir.

    Türkiye, “sivil” demokrasi düşlerine dalmışken, Uğur Mumcu, yakından izlediği bu uzlaşmanın boyutlarını şu sözlerle belirtiyordu:

    “1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasasını değiştirdiler, bugün Harp Okulu Yasasını... imam-hatiplilerin harp okullarına girmelerini isteyen’ Atatürk’ün partisi CHP’nin Genel Sekreteri başta olmak üzere, bu uğurda çaba gösterenler doğrusu büyük başarı elde ettiler.”[14]

    Bu yasanın meclisten geçmesine engel olacak bir siyasal parti de yoktu. Kamuoyu da, genel olarak demokrasi ve özgürlükler adına oluşturulmuştu. İşte bu yasa değişikliğiyle operasyoncular, büyük bir adım atacaklardı. Sonraki gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, büyük masraflara ve büyük çatıştırma, sürtüştürme, demokrasi-ahlak-insan hakları-din hürriyeti propagandası örgütleme etkinliklerine gerek kalmadan, amaçlarına ulaşacaklardı. O günlerde, bu gelişmenin önündeki engel vardı: Uğur Mumcu!

    Öldürülmesinden iki gün önce yayımlanan yazısının konusunu da bu yasa değişikliği tasarısının meclis komisyonundan geçmesi oluşturmuştur. Yazısından da anlaşılabileceği gibi, Uğur Mumcu, demokrasi-insan hakları kılıfına sokulmuş operasyonu izlemektedir ve yasa değişikliği girişiminin diğer olaylarla bağını çözümlemiş ve bu işin salt laikliğe saldırı girişimi olmadığını, yani oynanan büyük oyunun, İslamcı hareketleri aşan yanını görmüş olmalı.

    İşte bu yasa değişikliği de, onun öldürülmesinden sonra oluşan tepki üzerine rafa kaldırılmış; orduya sızma işi, yeniden tarikatların örtülü girişimlerine ve halkın orduya karşı kışkırtılması eylemlerine bırakılmıştır.

    Görülüyor ki, Uğur Mumcu, yalnızca ilgi çekici, giz dolu dosyaları açığa çıkaran yazılar yazan bir gazeteci değil, komploların önündeki en önemli engellerden biridir de! Onun ölümünden sonraki gelişmeler bir kişinin, uzun yıllar süren çabalarla hazırlanmış, askeri müdahalelere ve büyük paralara mal olmuş senaryoları, nasıl bozabileceğini de göstermiştir.

    Bir tabancanın bile izinde (giderek) büyük oyunu açığa çıkarmaya çabalamış olan Uğur Mumcu’yu öldüren plastik patlayıcının izinin sürülememesi, onun ne denli haklı olduğunu da göstermektedir. Öte yandan, Papa suikastı üstüne yapmış olduğu araştırmalarda da görüldüğü gibi, komplocuların ideolojisi yoktur. Onların hedefi, neye mal olursa olsun, egemenliklerini pekiştirmek, kurdukları çarkı dırıltısız işletmektir. Geriye kalanlar ise, hangi örgüt ve hangi ideolojik mensupluğa sahip olurlarsa olsunlar, komplocunun birer maşası, tetikçisi olmaktan öte bir kıymet ifade etmeyeceklerdir.

    Bir tabancanın kabzasını tutan elin uzantısındakilerin, birbirleriyle çatışır görünmesi, olaylardan bilgi sahibi olmayan önyargılıları nasıl yanıltıyorsa; plastiğin arkasındakileri de bölgesel hâkimiyet senaryolarından, büyük komploları örgütleyenlerden bağımsız; marjinal terör örgütleri olarak görmek, Uğur Mumcu’nun böylesine marjinal bir teröre kurban gittiğini düşünmek, o denli yanıltıcı olur. Daha da önemlisi, böyle bir tutum, gerçek suçluları ve büyük komploları gizlemeye yaradığından, en dehşetli zararı verir.

    Böyle bir komployu çözecek güç ise, çok büyük olmalı. Olayı soruşturan savcının da belirttiği üzere, bu suikastın arkasındaki suçluları, ancak kararlı bir devlet bulabilir. Böyle bir suçun tüm ögelerini ortaya çıkarmak, salt hukuk devleti olunduğunu göstermenin yanında, devletin kendi varlığını ve egemenliğini sürdürmesinin de gereğidir. Bu görev bilinciyle hareket edecek bir devlet yönetimi de, bağımsızlığa bağlı olmalı ki; hem çekincesiz, hem de suç ağına şu ya da bu taraftan bulaşmış olan kişilerin etkisinden uzak davranabilsin.

    Bu konuda bir başka umut ise, komplonun düzenleyicilerinden birinin, insanlık adına nedamete gelip itiraflarda bulunmasıdır. O olmazsa, dünyanın her bir şeyini denetleyen ve yönlendiren batı devletlerinin, kendileri dışındaki ülkelere dayattıkları gibi, şeffaf devlet olmaya karar verip, gizledikleri bilgileri ve belgeleri açıklamalarıdır. Yoksa egemen büyük devletlerin komplolarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olanların iyi niyetli çabaları, her zaman yanlış yönlendirilmeye açık ve hedeften saptırıcı olacaktır.



    Komploları boşa çıkarmanın plastik bedeli...

    Özetle, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, şu ya da bu siyaset felsefesi ile açıklama gerektirmeyecek denli, yalın ve açık bir suç olayıdır. Hem de yüzyıllardır insanlığa, toplumlara, devletlere karşı işlenen organize adi suçun örneklerinden biridir. Onun yazılarında anlatmış olduğu gibi; açık, basit ve yalın olarak görülür bu suçu yönetenler ve bu suça yöneltilenler. Yazılarında ve araştırmalarında işaret ettiği suçluların, onun ölümünün ardından özgürce dolaşabilmeleri ve kötü senaryolarını bir bir hayata geçiriliyor olmaları da, adi insanlık suçunun bir göstergesidir.

    Bu nedenle onun ölümüyle ilgili olarak yazılmamış ve es geçilmiş olanlar daha da önemlidir. Uğur Mumcu’nun dokuz on yıl önce yazdıklarını övmek yerine onun araştırma dosyalarının son sayfalarından başlanarak sürdürülecek olan yeni araştırmalar, tetikçilerin arkasındaki gerçek suçluyla birlikte komployu da ortaya çıkaracaktır.[15]

    Bu suçu ortaya çıkarma görevlerini, “namus borcudur” diyerek ilan etmiş olanların daha sonraki insanlık cinayetlerine duyarsız kalmış olmaları da unutulmamalıdır. Bu tür bir görev için, hiç olmazsa, işin başında etkin bir kararlılık gösterilse ve komplocular ürkütülebilseydi, ne insanlar yakılır, ne mezhepsel kışkırtmalarla insanlar ülkelerinden soğutulur ve ne de II. Cumhuriyet adım adım yaşama geçirilirdi.

    Zaten, bu tür namus sözleri tutmak için duyarlı ve insan sevgisine sahip olmak en birinci gerekliliktir. Bu duyarlılıktan yoksun olununca, ne bağımsızlık olur, ne de Uğur Mumcu gibi, onurlu yurtseverler yaşayabilirler.

    Kaynak:http://www.tanyeri.net/ugurmumcu.htm




  • KISA HAYATI, BİR KİTABI,SON İKİ MAKALESİ,ÖLÜM İHTİMALİ

    KISA HAYATI:

    Ailesi Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 tarihinde, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di.

    Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 tarihinde uğradığı bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Öldürülmeden önce, PKK ve Kürt sorunu üzerinde çalışmalar yapmaktaydı

    BİR KİTABI:

    BÜYÜKLERİMİZ

    Siyasal içerikli yazılarıyla bir köşe yazarı olarak bildiğimiz Uğur Mumcu bu kitapta, 1980 öncesinde siyasal yaşamda adı duyulan, belli dönemlere damgasını vurmuş birçok ünlünün yaşam öykülerini, saiyasal geçmişlerini, bir güldürü yazarının ustalığı ile anlatıyor. Mumcu'nun, o dönemde Politika ve Çivi gazetelerinde Memmet Ferda takma adıyla yayınladığı bu yaşam öyküleri, zamanın ''ünlü Türk büyükleri'' için birer kimlik kartı niteliğinde.

    SONDAN BİR ÖNCEKİ YAZISI

    HİZBULKONTRA!

    Son günlerde Güneydoğu'da işlenen cinayetlerin arkasında kimler var? Bir sava göre "Hizbullah"...
    Bu savın sahipleri, Hizbullah örgütünün devlet tarafından desteklendiğini, bu cinayetlerin "Kontrgerilla" örgütünce planlandığını, "Hizbullah" adlı İslamcı örgütün bu amaçla kullanıldığını da ileri sürüp, bu örgüte "Hizbulkontra" adını takıyorlar.
    "Hizbullah" Şii kökenli bir terör örgütüdür. Sözcük anlamıyla "Allah'ın Partisi" demektir.
    "Hizbullah", 1973 yılında İran'ın Kum kentinde Muhammed Gaffari tarafından kuruldu. Gaffari, Şah rejimi tarafından tutuklandı ve cezaevinde öldürüldü. Örgüt, Humeyni'nin iktidara gelmesinden sonra Muhammed Gaffari'nin oğlu Hadi Gaffari tarafından yaşatıldı. "Hizbullah", İran'da İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra kısa sürede 75 silahlı militana sahip bir örgüt haline geldi.
    Aynı amaçlı bir başka örgüt "Amal" örgütüdür. Şii liderlerden İmam Musa Sadr'ın 1975 yılında Güney Lübnan'da kurduğu "Amal" örgütü, 1978 yılında Musa Sadr'ın Libya'da öldürülmesinden sonra ikiye ayrılmış, "Amal" örgütü Nebih Berri tarafından temsil edilirken, Hüseyin Musavi liderliğindeki "İslami Amal" Bekaa Vadisi'nde örgütlenmeye başlamıştı.
    İktidara geldikten sonra komşu İslam ülkelerine "devrim ihraç" etmek isteyen Tahran rejimi, bir yandan büyük çaplı bir propaganda çalışmasına girişirken, bir yandan da İran İslam Cumhuriyeti'nin emrindeki "Hizbullah" eliyle Ortadoğu ülkeleri ile Avrupa ve Türkiye'de Şah yanlılarına karşı eylemler düzenlemeye başlamıştı. İran rejimi, ilk aşamada Irak'a ve daha sonra Türkiye'ye de devrim ihraç etmek istiyordu. Asıl amacı da Irak ve İran'daki Kürtleri denetimi altında tutmaktı.
    Hizbullah, Türkiye'deki Kürtleri etkilemeye çalışıyordu.
    Tahran'da "Vezaret-i İrşadı İslami" tarafından hazırlanan "Kürdistan, Emperyalizm ve Bağımlı Gruplar" başlıklı kitap Türkçe olarak yayımlandı.
    Hizbullah ve öteki Şii örgütleri, Türkiye'de de örgütlendiler. Güneydoğu'daki "Hizbullah" adlı örgüt, bu Şii örgütlerinin Türkiye'deki uzantısıdır. Güneydoğu'daki Hizbullah, İslamcı Kürtler'den oluşur, "Hizbullah" ve "Amal" örgütleri ile aynı yolu izler, aynı yöntemleri kullanır.
    PKK ise Marksist-Leninist ideolojiye dayandığını ileri sürer. İslamcılıkla Marksist-Leninistlik nasıl bağdaşır? Tabii ki bağdaşmaz.
    PKK 15-26 Temmuz 1961 tarihleri arasında topladığı 1. Kongre'ye sunduğu raporda Marksist-Leninist ideolojiyi benimsediğini ve bu bağlamda şu stratejiyi uyguladığını açıklamıştı:
    - Orta-Kuzey-Batı Kürdistan Devrimi proletarya önderliğindeki bir Milli Demokratik Devrim'dir (Politik Rapor, Weşanen Serxwebun, 1982, Köln, s. 92 ve 147).
    1988 yılından sonra Tahran rejiminin PKK'ya Kuzey İran'da kamp yerleri vermesi üzerine PKK lideri Abdullah Öcalan, İran İslam Devrimi'ni öven demeçler vermeye başladı:
    - Çünkü İran devrimi İslam'ı, ilerici temelde kullanmış veya değerlendirmiştir, devrimci ve anti emperyalist özünü ortaya çıkarabilmiş ve büyük etkinlik sağlamıştır. (Serxwebun, Kasım 1990, s. 19)
    Öcalan, Almanya'da yayımlanan "Din Sorununa Devrimci Yaklaşım" adlı kitapta da şu görüşleri savundu:
    - Bir İran deneyiminde olduğu gibi anti emperyalist, radikal çıkış örneklerinden yararlanarak, bunların olumlu yönlerini kendi koşullarımıza göre değerlendirerek ve daha olumlu bir karşılık vererek sonuç alabiliriz. (Din Sorununa Devrimci Yaklaşım, Weşanen Serxwebun, 1991, Köln, 119)
    Marksist-Leninist olduğunu ileri süren PKK'nın din silahına el atması ters tepki yaratmış ve PKK'nın bu yeni stratejisi herhalde "Hizbullah" örgütünü ve İslamcı Kürtleri harekete geçirmiştir.
    "Kürt Hizbullahı" özellikle son bir yıldır PKK'ya karşı saldırılar düzenliyor. Bu saldırılar devlet içindeki örgütler, örneğin "Kontrgerilla" olarak bilinen eski adı "Özel Harp Dairesi" tarafından destekleniyor mu? Bunu, bugün için bilmeye ve yazılı belgeye dayanarak kanıtlamaya olanak yoktur.
    Bazı devlet görevlileri ile bu tür örgütler arasında hiyerarşik düzen içinde ve emir komuta ile değil, 12 Eylül öncesinde kanıtlandığı gibi bireysel ilişkiler de kurulabilir.
    12 Eylül öncesinde kurulan bu ilişkilerin bir kısmı yazılı belgelere dayanılarak kanıtlanmış ve ilişkiler bu köşede yayımlanmıştı. Ancak bu ilişkilerin devletin hangi tepe noktasına kadar ulaştığı ise bir türlü anlaşılamamıştı.
    Bugün, hükümetin başta Musa Anter cinayeti olmak üzere bölgede işlenen bütün cinayetleri tek tek aydınlatması gerekir. Bu cinayetler aydınlanmaz ve bu saldırılar da böyle sürüp giderse, devlet-haklı ya da haksız, yanlış ya da doğru- bu tür suçlamalardan kurtulamaz.
    (Cumhuriyet, 26 Eylül 1992)

    VE SON YAZISI:

    ZEYİLNAME

    Bugün pazar, nedense dilimin ucuna ANAP'ın o eski şarkısı takılıyor: "Arım / balım / peteğim..." Bugün bu şarkıyı ele alıp bir pazarlık yazı mı yazayım? Yoksa son güncel olaylara mı değineyim... Gazetecinin görevi güncel olayları yazmak, öyleyse şu Yüce Divan konusuna girelim.
    İki eski Bayındırlık Bakanına Yüce Divan yolunun açılması, ANAP içinde tepkiyle karşılanıyor.
    Bu iki eski bakan; Safa Giray ve Cengiz Altınkaya, TBMM Başkanlığına gönderdikleri açıklamada, otoyol ihaleleri ile ilgili sözleşmelerde "büyük ekonomik bunalımlarda" yüklenici şirkete "fiyat farkı" ödeneceğine ilişkin madde bulunduğunu, TBMM Soruşturma Komisyonu'nun bu maddeyi "olağanüstü durumda fiyat farkı ödenmeyecektir" biçiminde yorumladığını ileri sürüyorlar.
    İki eski bakan, TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama metnine 16 Aralık 1986 günü Karayolları Genel Müdürlüğü ile yüklenici şirket "Enka-Bechtel Müşterek Teşebbüs Ortaklığı" arasında imzalanan "Gerede-Ankara ve Ankara Çevre Yolu" sözleşmesinin 65. sayfasının noter onaylı örneğini de sunmuşlar.
    İki bakanın sundukları söz konusu sözleşmenin 71. maddesi şöyle:
    - Teklif tarihini takiben işlerin inşa edilecek olan ülke dahilinde o ülke hükümetinin döviz kısıtlamaları koyması veya ülke parasının devalüasyonu sonucu büyük ekonomik bunalım geldiği takdirde idare, söz konusu ekonomik bunalım sebebiyle veya neticesinde işlerin icrası bakımından veya işlerle ilgili olarak artan masrafları müteahhide ödeyecektir. Ancak işbu maddedeki hiçbir husus, söz konusu durumlarda müteahhide tanınmış olan her türlü hakları veya hukuki yolları hiçbir şekilde ihlal etmeyecektir...
    Oysa, aynı sözleşmenin 65. sayfasının 19. satırında yer alan ve iki bakanın fiyat kararnamesine dayanak olarak seçtikleri bu "ödeyecektir" sözcüğü, "ödemeyecektir" biçiminde düzeltilmiştir!
    "Zeyilname", bir sözleşmenin koşulları üzerinde bazı değişiklikler yapan ya da sözleşme metnindeki yanlışları düzelten geçerli son metin demektir. Bu geçerli son metin, yüklenici şirketlere "büyük ekonomik bunalımlar"da ek para ödeneceğini değil, "ödenmeyeceğini" öngörüyor.
    Sözleşmenin İngilizce metninin 72. sayfasında; "Addendum" başlıklı bölümde de aynı düzeltme yapılmış ve 7. satırda yer alan "shall pay" sözcükleri, "shall not pay" olarak düzeltilmiştir.
    Karayolları Genel Müdürlüğü'nün 1986 yılındaki bu sözleşmeden sonra yaptığı başka sözleşmelerde de bu 71. maddede hep "ödemeyecektir" sözcüğü yer almıştır. Örneğin "Tarsus-Pozantı, Ayrı-Adana-Toprakkale-Gaziantep Otoyolu Sözleşmesi, sayfa 50..."
    Bu iki eski bakan, kendilerini savunurlarken sözleşmede yer alan "ödemeyecektir" sözcüğünü nasıl olur da "ödeyecek tir" diye sunarlar, ve fiyat farkı kararnamesini bu yanlışa dayanarak savunurlar? Sözleşmeyi neden baştan aşağı hiç okumazlar? Sözleşmeyi okumuşlarsa bu yanıltmayı; bilerek, isteyerek yapıyorlar demektir.
    Okumuşlarsa TBMM ve kamuoyunu bilerek yanıltıyorlar, okumamışlarsa çam üstüne çam devirerek "aymazlık rekoru" kırıyorlar!
    Bu iki eski bakan 30 Ekim 1989 gün ve 89/14657 sayılı fiyat kararnamesini, "işte bu sözleşme büyük ekonomik bunalımlarda müteahhitlere ek para ödeneceğini öngörüyor" mantığı ile savunmaya kalkıyorlar. Oysa, işte kanıtlandı, sözleşmede tam bunun tersi söz konusu; bu gibi durumlarda "para ödenmesi değil, ödenmemesi gerektiği" yazılı.
    TBMM Soruşturma Komisyonu, fiyat kararnamesinin yürürlüğe sokulması ile 31.12.1991 tarihine kadar geçen sürede oto-yol yüklenicisi şirketlere toplam 1.152.457.550.78 Amerikan Doları ve 1.211.331.87 İngiliz Sterlini ödeme yapıldığını saptıyor. (Rapor, s. 11)
    Bu iki sayın bakana kendilerini savunmaları için bu işlerden anlayan avukat bulmalarını salık veririz. Yoksa, Yüce Divan'da da savunmalarını TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri açıklama gibi yapacaklarsa yandılar demektir.
    Neyse efendim, ne diyorduk? "Arım / balım / peteğim" diyorduk... İyi pazarlar... Geçmiş olsun, geçmiş olsun...

    ÖLÜM NEDENİ İHTİMALİ

    ALINTI ;TBMM UĞUR MUMCU ARAŞTIRMA KOMİSYONU RAPORUNDAN

    Komisyona ifade veren Nezih Tavlaş’ın 20/02/1993 tarihinde Faili Meçhul Cinayetler Komisyonuna verdiği ve bir örneğini Komisyonumuza sunduğu Başbakanlığa hitaben yazılmış, MİT Müsteşarlığı antetli ve Müsteşar Sönmez Köksal imzasını havi 02/02/1993 tarih ve 01.786.8879/435 sayılı yazıda “ABD’nin, güvenliğini ve hayat çıkarlarını yakından ilgilendiren Türkiye’nin, gerekli yerlerinde kuvvet bulundurmak ve bu maksatla Orta Doğu’yu kontrol altına alıp, Türkiye’nin dine dayalı bir yönetim altına girmesini önlemek maksadıyla;
    ABD Haberalma Servisi “CIA” denetiminde, İsrail Kabine görevlisi Haim Bar-Lev kontrolünde, İsrail “GANDA” birliklerinde eğitim gören altı kişilik özel TİM “Hayf” Deniz Üssünden botla Türkiye’ye giriş yapmışlardır.
    Mezkur timin ülkemizdeki görevleri, Teşkilatımızın değerli Haber kaynaklarından Gazeteci Uğur Mumcu ve Mehmet Ali Birand’ı öldürmekdir.
    Gazeteci Uğur Mumcu’yu öldüren tim elemanları ikinci görevleri olan Mehmet Ali Birand’ı öldürmek için ülkemizden çıkış yapmamışlardır. TİM elemanlarının yaptığımız istihbarat neticesinde İsrail Hükümetinin Ankara Temsilciğinde kaldıkları tespit edilmiştir.(EK: 11/265-266)


    TAMAMEN YORUMSUZ AKTARDIM.ALLAH TAKSİRATINI AFFETSİN.




  • .......Bu arada İsrail Barzani aşireti ile olan kadim ilişkilerini çoktan yenilemişti. Körfez Savaşı'nın başından beri, Mossad'ın Mesud Barzani güçlerine verdiği destek sürüyordu.

    Uğur Mumcu, öldürülmeden 17 gün önce yazdığı yazısında bu konuya değinerek şöyle demişti:

    " 70'li yıllardaki bu ilişkiler (Barzani-Mossad ilişkileri) bugün sürüyor mu? Kitaba göre [Israel's Secret Wars] sürüyor. 'Körfez Savaşı' sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. Baba Molla Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. Mossad, [Mesud] Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta Mesud Barzani'nin, İsrail'e gizlice giderek yardım istediği de yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek... Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek... İlgi belli... İlişki de belli. "




    .....Ancak ilerleyen dönemde, İsrail, aynı 1960'lı ve 70'li yıllardaki gibi, yani doğrudan kendi askeri uzmanlarıyla Kuzey Irak'taki Kürt hareketine destek vermeye başladı.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------
    Hayfa Üniversitesi'nden Dr. Amatzia Baram, bu gerçeği kabul eden, ancak elden geldiğince önemsiz göstermeye çalışan makalesinde şu satırları yazıyor:

    "... Ancak 1991-92'den bu yana Kürt kampının en güçlü iki bloğunun liderleri Mesud Barzani ve Celal Talabani İsrail ile en azından dolaylı olarak diyalog kur- maktadırlar. 1992 yılından beri her iki Kürt liderinin de bölgelerinde ufak bir İsrailli ekibi barındırdıkları yolunda bir takım söylentiler vardır. " 29

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------
    29 Amatzia Baram, "Israil ve Kuzey Irak'taki Kürt Sorunu", "Avrasya Dosyasi (Kuzey Irak Özel), Cilt 3, Sayi 1, Ilkbahar 1994, ss. 149-54.


    İsrail'in Kuzey Irak'taki Kürt gruplar, özellikle de Barzani güçleri ile olan ilişkileri hakkında üsttekine benzer kaçamak yorumların dışında çok somut bilgiler çıkmadı ortaya. Ancak bu durum, ortada bir bilgi olmayışından değil, bu bilgilerin ortaya çıkarılmak istenmeyişinden kaynaklanıyordu daha çok. Türkiye'de bile, İsrail'i ideolojik nedenler yüzünden ideal bir müttefik olarak gören çevreler, bu bağlantıyı gizleme gayreti içine girdiler.




  • Nezih Tavlaş'ın Mossad ve Barzani arasındaki ilişkileri anlatan makalesinin başına gelenler, bunun bir örneğiydi. Tavlaş'ın makalesi, yazıyı kendilerine götürdüğü Sabah gazetesi yönetimi tarafından "ilgisiz" olduğu gerekçesiyle reddedildi.

    Bunun üzerine makaledeki bilgileri Uğur Mumcu "Gözlem" adlı köşesinde 7 Ocak 1993 tarihinde yayınladı, fakat bu yazıdan 17 gün sonra da faili meçhul profesyonel bir bomba ile hayatını yitirdi. Dahası, Mumcu suikastından bir süre sonra ortaya çıkan bir MiT belgesinde, eylemin Mossad tarafından görevlendirilen bir GADNA timi tarafından düzenlendiği yazılıydı.

    Mumcu suikastı ile ilgili bu Mossad bağlantısı, daha sonra Uğur Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu tarafından da dile getirilecekti. (Günaydin, 16 Mart 1997.)

    Cumhuriyet gazetesi ise, ölümünden sonra Mumcu'nun eski yazılarını tek tek yayınlamasına karşın, "Mossad ve Barzani" başlıklı sözkonusu yazıyı, nedendir bilinmez, es geçti...

    Mossad-Barzani ilişkilerini anlatan Nezih Tavlaş'ın makalesi, strateji dergisi Avrasya Dosyası'nın Sonbahar 1994 sayısında yayınlandığında ise, sonuç Avrasya Dosyası'nın ilgili sayısının toplatılması oldu.


    kaynak: http://www.harunyahya.org/kitap/KurtKarti/kurtkarti6.html




  • Allah rahmet eylesin. Namuslu bir adamdı.

    @matrix034,
    Objektif olmayan değerlendirmeler yapıyorsunuz.
    Yani Mumcu'yu Kürtler öldürmedi gözüm. Geçin bunları.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi was -- 30 Ocak 2006 1:43:26 >
  • Adreste netlik taşıyan yorumların ''Kişisel tahminler''olmaktan öteye geçemeyeceğini biliyoruz.Netleşme radikalizme götürür ki bence doğru olmaz.
    Onun için hiçbir yorum yapmadım,yapamam da!Çünki tahminden öte geçemeyiz! Olay bizim gözümüzün önünde olmadı.
    Bir insan suçu ispat edilene kadar masumdur!Bu böyledir!
    İslam suçu sabit olana kadar insanlara masum der,kimseye potansiyel suçlu gözüyle bakmaz!
    Ticarette ise,yahudiden de alır satarız,hristiyandan da!Dinimiz bu konuda hiç bir kısıtlama koymamıştır.İslamiyet ne güzel!Biz ona benzesek bizde güzelleşeceğiz.
    O bize benzerse...iş kötü!



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi akarahmet -- 28 Ocak 2006 19:20:28 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: was


    @matrix034,
    Objektif olmayan değerlendirmeler yapıyorsunuz.
    Yani Mumcu'yu Kürtler öldürmedi gözüm. Geçin bunları.


    was yukarıdaki yazıdan bu sonucu çıkarmak gerçekten ilginç ve dikkate şayan. matrix mossad bağlantısına dikkat çekmiş okadar. açık bir yazıyı mecrasından çıkarmaya gerek yok.

    İsrailin Kürt Kartı kitabını bende okudum. eğer kitabı sende okumuş olsaydın nasıl objectif olduğuna şahit olmuş olurdun.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi arsimsek -- 28 Ocak 2006 20:23:37 >
  • 2000'e Doğru dergisi, 1992 yılında "Türkiye-İran Savaşını Kışkırtan CIA Ekibi" başlıklı bir haber yapmıştı. 2000'e Doğru'nun "Washington'da bulunan deneyimli ABD'li gazeteci"den aldığı bilgiye göre, Amerikan-Türk Dostluk Derneği içinde faaliyet gösteren CIA bağlantılı bir ekip, Türkiye'ye İran aleyhinde telkinde bulunuyor ve muhtemel bir çatışmayı körüklüyordu. Bu "savaş kışkırtıcısı" ekibin en önemli üç ismi ise şunlardı: "Karanlıklar Prensi" Richard Perle, emekli general James Vaught ve Barış Suyu projesinin mimarlarından Joyce Starr...

    Bu üç isimden ikisinin (Perle ve Vaught) Yahudi oluşları elbette ilk anda dikkat çekiyor ve doğal olarak akla bir "İsrail bağlantısı"nın olabileceğini getiriyordu. Nitekim böyle bir bağlantı vardı. Yazıda "savaş kışkırtıcı" ekiple ilgili olarak şöyle deniyordu: "(Sözkonusu) CIA ekibi üyelerinin ortak noktaları İsrail'e çok yakın olmaları." 16

    Henüz 1992'de varlığını hissettiren İsrail'in Türkiye'yi İran'a karşı kışkırtma politikası, ilerleyen ay ve yıllarda daha da belirgin hale geldi. İsrailliler, tüm üst düzey temaslarda Türkiye'ye "İran'a karşı ortak cephe" oluşturma teklifi getirdiler. Yahudi Devleti, bilinçli olarak Gazap Üzümleri Operasyonu'ndan kısa bir süre öncesine denk getirilen İsrail-Türkiye Askeri İşbirliği Anlaşması ile, daha önce değindiğimiz gibi, Türkiye'yi emrivaki yoluyla kendi "suç ortağı" haline getirdi ve Türk-İran dış politika dengesini de onarılması güç bir biçimde bozdu.

    Ancak İsrail ve onun sempatizanları, Türkiye'yi İran'a karşı Yahudi Devleti'nin safına çekmek için yalnızca bu tür diplomatik girişimlerle yetinmediler. Bir de Türk kamuoyunu bu "cepheleşme"ye ikna etmek için, Noam Chomsky'nin "rıza üretme" (manufacturing consent) dediği yöntem kullanıldı. Halkın "rızasının üretilebilmesi", yani desteğinin yapay bir biçimde oluşturulabilmesi için izlenen yol ise İsrail gizli servislerinin artık uzmanlaştığı bir yöntemdi: Provokasyonlar aracılığıyla toplumu İran ile çatışmaya ikna etmek.

    Kuşkusuz bu provokasyonların en önemlileri, bazı "anlamlı" isimlere karşı girişilen suikastlerdi. Özellikle Uğur Mumcu ve Jak Kamhi suikastleri bu konuda oldukça etkili oldu.

    Oysa Uğur Mumcu'nun "İslamcılar" tarafından öldürüldüğüne dair ortada hiçbir kanıt yoktu. Ama tam bunun aksini gösteren kanıtlar vardı: Mumcu, öldürülmeden iki hafta kadar önce Türk basınında ilk kez Mossad-Barzani ilişkisini deşifre etmiş, baba Molla Mustafa Barzani'den oğul Mesud Barzani'ye kadar süren Mossad bağlantısını ortaya koymuştu. Daha da önemlisi, ailesinin, Mumcu'nun ölümünden önce yine Kürt sorunu ile ilgilendiğini ve çok önemli bazı bilgiler ele geçirdiğini bildiren açıklamasıydı. Belki Mumcu, Mossad'ın yalnızca Kuzey Irak'taki değil, Türkiye'deki Kürt meselesiyle olan ilişkisini çözme yolundaydı.

    Ancak fazla yaşayamadı. Arabasına yerleştirilen son derece profesyonel bir bomba ile birlikte havaya uçtuğunda nedense medyanın büyük bir bölümü hep bir ağızdan "İslamcı teröristler"den söz etmeye başladı. Oysa tam o sırada ortaya çok ilginç bir MiT belgesi çıkmıştı: Belgede, Uğur Mumcu suikastinin Hayfa limanından botla yola çıkan bir Mossad ekibi tarafından gerçekleştirildiği yazılıydı. RP Grup Başkan Vekili Şevket Kazan'a ulaşan ve Kazan tarafından da basına ve televizyonlara açıklanan belge, nedense medyanın büyük çoğunluğu tarafından itibar görmedi. Onlar suikastin faillerini önceden belirlemişlerdi, "İslamcı teröristler"... Dolayısıyla İsrail gibi bir "dost"un adını mümkün olduğunca temiz tutmakta yarar görmüşlerdi.




  • Oysa Mumcu'nun katillerini gerçekten bulmak isteyenler, İsrail seçeneği üzerinde ısrarla durdular. Bunların başında, kuşkusuz Mumcu'nun ağabeyi Ceyhan Mumcu geliyordu. Ağabey Mumcu, kardeşinin faillerinin kasıtlı olarak yanlış adreste arandığını bir gazeteye şöyle açıklamıştı:


    1992 yılında Uğur'un yazdığı bütün yazıları taradım. Uğur'un İran İslam Cumhu- riyeti aleyhine bir yazısı yok. Bunu meclise de anlattım. Ama bazı televizyon kanalları Uğur'u özellikle bu konuya çekmek istemişlerdir.... Rabıta 1987 yılında aktüel olan bir konuydu. Uğur onu 1987 yılında yazmıştır. Evet o gün TRT çağırabilirdi onu. Ama 1987 yılında güncel olan bir konuyu 1993'te "neydi bu konu, gel bize televizyonda anlat" demelerinin garipliğini anlattım Meclis'e...Veya başka bir kanalda "Hasan Mezarcı ile gel tartış" demelerinin anlamı ne? İslamcılar Hasan Mezarcı ile tartıştı diye Uğur'u öldürmezler. 17



    Ceyhan Mumcu, bunun üzerine tam aksi yöndeki adresten şüphelenmeye başlamış ve bu yüzden İsrail Büyükelçisi ile görüşmüştü:

    Uğur yazısında "Yakında çıkacak kitabımda, PKK'nın içinde kaynayan ajanların listesini yayınlayacağım" diyordu, ölümünden birkaç gün önce. Bir şey daha var. İsrail'in Mossad örgütünün Talabaniye yaptığı maddi yardımı, bunun yıllık miktarını yazmıştı. İsrail Büyükelçisi Uğur'u davet etmiş ve onun üzerine olayı ciddiye aldım. İsrail Büyükelçisine gittim. "Eski Büyükelçi Kardeşimle neyi görüştü?" diye sordum. "Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın İsrail ile ilgili sözlerini daha önce ciddiye almamıştım ama şimdi ciddiye alıyorum" dedim. "Öldürülen bir gazetecinin ağabeyi olarak, sizin eski büyükelçinizle ne konuştuğunu öğrenmek istiyorum" dedim. Bana doğru dürüst bir yanıt vermedi. O zaman bu görüşmeyi bazı gazeteciler yazdılar ama gazeteleri yayınlamadılar. 18



    Ancak Ceyhan Mumcu'nun gördüğü bu kuşkulu durum medya tarafından gizlendi ve Uğur Mumcu suikasti istenen provokasyonu oluşturdu. Herkes Mumcu'nun "köktendinci terör"e kurban gittiğine ikna oldu. Mumcu'nun cenazesindeki öfkeli kalabalık arasında bir kamuoyu yoklaması yapılsa, gönüllü olarak savaşa katılmayı isteyenlere bile rastlanabilirdi.


    Ancak yine de ortaya çıkan "Hayfa bağlantısı", provokasyoncular açısından oldukça rahatsız edici bir pürüzdü. Bu nedenle yeni bir eyleme gerek duyuldu. Seçilecek kişi öyle bir kişi olmalıydı ki, hem kolayca suç "İslamcı teröristler" üzerine atılabilsin, hem de olayda İsrail'in rolünün olabileceği ihtimali akla bile gelmesin. Bunun için en iyi yol, İsrail'le özdeşleşmiş birisine suikast düzenlemekti. Jak Kamhi bu tarife tam tamına uyuyordu. Gerekli dekorların hazırlanmasından sonra, eylem gerçekleştirildi.


    Ancak bu kez de bir başka hata yapılmış, "İslamcı teröristler"in bıraktıkları "delil"ler biraz abartılmıştı. Mahir Kaynak'ın deyişiyle, suikasti düzenleyenlerin bir tek mahalle muhtarına gidip, "işbu faaliyet, Türkiye'de dinci düzeni kurmak üzere SAVAMA tarafından eğitilmiş biz takkeli ve sakallı adamlar tarafından yapılmaktadır, arz olunur" demedikleri kalmıştı.


    kaynakça:

    17 Günaydin, 16 Mart 1997.
    18 Ibid




  • quote:

    Orjinalden alıntı: can32

    Herkes Mumcu'nun "köktendinci terör"e kurban gittiğine ikna oldu.



    @can32'nin verdiği yazıda meseles anlaşılıyor @arsimsek.
  • can32

    verdiğin bilgiler çok güzel ama ANA KAYNAĞIDA açıklamak gerekir... Çünkü alıntı yaptığın 45000 sh bilgi hazinesindeki bilgileri ücretsiz kullanabiliriz ama KAYNAK BELİRTMEK hakkaniyete daha uygun olur diye düşünüyorum...sitede ki şu ibareyi tekrar hatırlatıyorum

    " 2006 Harun Yahya.www.harunyahya.org
    Bu sitede yayınlanan tüm materyali, siteyi referans göstermek koşuluyla telif hakkı ödemeksizin kopyalayabilir ve çoğaltabilirsiniz. "





  • tartışmak doğru mu sizce mumcuyu bence hayır
    çünkü yaşayan efsaneler tartışılmaz yaşanır
  • Herkes bişeyler söylüyor. Elde kanıt yok, bişey yok,hatta hiçbişey yok. Herkes işine geldiğince bir katil buluyor kendi kafasından.... Düşüncesi nasılsa o şekilde bi katil yaratıyor kafasından. Güzel halkım ne müthiş bi oyunla kandırılıyor. Ortada katil yok,kanıt yok,delil yok.... Kimi suçlamak isterlerse, hangi kesimi suçlamak isterlerse onu suçluyorlar. Yani işlerine geldiğince kullanıyorlar. Arkadaşlar derin devlet diye bişey duymadınızmı siz? Hani halkı yıllarca istediği gibi kandıran derin devlet.... Bunca zamandır hiçbir kanıt bulunamaması enteresan değilmi sizce?.... Hala gizemliliğini koruyor bu konu. Çünkü dedimya derin işler bu işler.... Bu işlerin kökü çok derinlerde..... Halkın bunu anlamasına izin vermezler elbet....
  • ama unutma ki halk dediğin sensin
  • Evet benim, zaten beni üzende insanları gözlerinin içine baka baka kandırıyorlar. Maalesef ben güçlü değilim, beni güçsüz bırakmış bu sistem. Evet, benim gibi birsürü beni, yani halkı güçsüz bırakmış bu sistem. Hiçbirşey yapamıyoruz. Faili mechul o kadar çok cinayet varki . Hiç birşey yapamıyoruz. Öylesine karışık, kendisini öylesine koruyan bir sistemki. Seyretmekten başka hiçbişey yapamıyoruz. Yapmaya çalışanlarda faili mechullerin arasına katılıyor.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: can32

    Ancak bu kez de bir başka hata yapılmış, "İslamcı teröristler"in bıraktıkları "delil"ler biraz abartılmıştı. Mahir Kaynak'ın deyişiyle, suikasti düzenleyenlerin bir tek mahalle muhtarına gidip, "işbu faaliyet, Türkiye'de dinci düzeni kurmak üzere SAVAMA tarafından eğitilmiş biz takkeli ve sakallı adamlar tarafından yapılmaktadır, arz olunur" demedikleri kalmıştı.

    kaynakça:

    17 Günaydin, 16 Mart 1997.
    18 Ibid



    inatla ana kaynak belirtilmesede biilgilendirmeler güzel
  • uğur mumcu gibi bir dam daha gelmez türkiye'ye yazdığı bütün yazılarda kaynak gösteriyoru bu yüzden kimse kendisine cevap veremiyordu bazıları da onu susturmanın tek yolunun öldürmek olduğunu düşündüler.
    uğur mumcu'yu kimin öldürdüğüne gelince ben ya kökten dincilerin yada faşistlerin öldürdüğünü düşünüyorum benim düşünceme göre aşırı milliyetçiler(söz de milliyetçiler) öldürdüler bunun için de kaynak gösteremem sadece bu benim düşüncem.ama kim öldürdüyse(yada öldürtdüyse) beyni olmadığı kesin çünkü akıl yoluyla tezlerini çürütemeyince şiddete başvurdu(lar).
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.