Şimdi Ara

Adolf Hitler - Kavgam

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
114
Cevap
4
Favori
79.404
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
1 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • BÖLÜM l
    Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir. Hem bu birleşme, iktisa­di sebeplerin sonucu olmamalıdır. Bu birleşme, iktisadi bakımdan zararlı olsa bile, mutlaka olmalıdır. Aynı kan, aynı imparatorluğa aittir. Alman kavmi, kendi evlatlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça, sömürge siyaseti çalışmalarında bulunmayı hak et­meyecektir. Alman sınırları bütün Almanları ihtiva ettiği zaman bu nüfusu besleyemeyecek kadar güçsüz olduğunu tahakkuk ederse; bu kavmin hissedeceği gerek ve zorunlulukta yabancı topraklar elde etmek için hak sahibi olacaktır, işte o vakit, sapan yerini kılıca bıra­kacak ve temiz gözyaşları gelecekteki dünyanın ürünlerini hazırla­yacaktır. Dünyaya gözlerimi açtığım şehrin durumu, yukarıda açık­ladığım büyük ve şerefli bir görevin sembolü gibi görünüyordu. Bu şehrin büyük bir hatırası vardı. Bu hatıra her Alman milliyetçisini kendisine çekecek büyüklükte idi. işte bu ıssız, bu köşede kalmış memleket yüzyıl önce milletimizin tarihinde ölmez olaylar görmüş ve hatırlandığında her milliyetçi Almanı üzecek bir faciaya sahne ol­muşu. Almanya'nın yıkılmasına ramak kaldığı devrede Nürenberg’de kitapçı dükkanı sahibi olan, milliyetçi (nasyonalist) ve Fran­sız düşmanı Johannes Palm Almanya uğrunda canını vermekten çe-kinmedi. Feci olaydaki ortaklarını açıklamamakta gösterdiği cesaret her Almanın ders alacağı bir fedakarlık örneği idi. Leo Schlageter de fedakar kitapçının izinden yürümüştü.
    O da Johannes Palm gibi, kendi hükümetinin bir temsilcisi tarafından Fransa hükümetine gammazlanmıştı. Agusbourg'un polis müdürü olan Leo Schlageter, bütün Alman milliyetçilerini üzen, fa­kat feci olduğu kadar şerefli olan bir sonla karşılaşmıştı, işte Leo Schlageter'ın bu tutumu Severing Hükümetinin yeni Alman me­murlarına örnek olmuştu. Annem ve babam 1890 yılına doğru kan itibariyle Bavyeralı, fakat siyaset bakımından Avusturyalı küçük Inn şehrinde ikamet ediyorlardı. Babam görevine bağlı bir memurdu. Annem ev kadını idi. Ev işleri ile meşgul olurdu. Annem ve babam çocuklarının üstüne şefkatle titrerlerdi. Hayatımın bu bölümleri bende çok az iz bırakmıştır. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra ba­bam Braunau am Inn'den biraz daha uzakta Passan'da yeni bir göre­ve başladı. Passan asıl Almanya'da idi ve babam yine memurdu. O günlerde Avusturyalı memurların memuriyet hayatlarında birçok tayin, nakil ve takaslar söz konusu olurdu, işte bir gümrük memuru olan babam da bir müddet sonra Linz'e döndü. Babam Linz'de me­muriyetteki görevine bir süre daha devam ettikten sonra emekli ol­du. Emeklilik sevgili babam için hiçbir zaman bir dinlenme devresi olmayacaktı. Babam bir çiftçi ailesinin oğlu idi. Genç yaşta evini terk etmek zorunda kalmıştı. 13 yaşında iken çıkınını hazırlayıp kö­yünü terk etti. Köylülerin ısrarlı uyarılarına rağmen bir sanat sahibi olmak üzere Viyana'ya gitti. 1850 yılında cebinde sadece üç ecus ile böyle bir karar vermek, cesaret isteyen bir işti. 4 yıl Viyana'daki ça­lışması sonunda babam esnaflıkta biraz ilerlemişti. Ancak bu geliş­me babama yeterli gelmiyordu. O günlerin yoksulluğu babamı daha iyi bir mevkie sahip olmak için mesleğini bırakmaya zorluyordu. Köyde yaşarken papazın yaşayışı onun gözünde insanların yaşayış­larının en son sınırı olarak görünüyordu. Oysa şimdi büyük şehir onun fikirlerini değiştirmiş, yeni bir görüşün sahibi yapmıştı. Artık babam memuriyeti her şeyin üstünde tutuyordu. 17 yaşında henüz bir delikanlı iken her türlü yoksulluk ile karşı karşıya olmasına rağ­men, kararlı bir şekilde hedefine ulaşmak için bütün fedakarlıklara katlanıyordu. Sonunda hedefine ulaştı ve 21 yaşında iken memur oldu. Böylece baba ocağına "adam" olduktan sonra dönmek üzere ettiği yemini yerine getirmiş oluyordu. Köyde kimse onu hatırlamı­yordu ve o da köyü yabancı buluyordu. Şimdi 56 yaşında idi. emekli olmuştu, ama boş durmak istemiyordu. Avusturya'nın Lambach kasabasında arazi satın aldı. Toprağı işletmeye başladı. Uzun memuriyet görevinden sonra hayatının son halkasında tekrar aile kaynağına dönüyordu. Zevklerim, beni babamın hayatına benzer bir hayata itmiyordu. Konuşma yeteneğim, çocukluk arkadaşlarıma verdiğim, ikna edici ve daha doğrusu kandırıcı söylevlerle oluşmaya başladı. Kendi kendimi zor idare edebilen küçük bir lider olmuş­tum. Bu arada iyi bir öğrenci olduğumu da söyleyebilirim. Çalışmak bana kolay geliyordu. Boş zamanlarımda "Lambach Chanoine"lerin yanında şan dersleri takip ediyordum. Dini yortuların ihtişam dolu gösterileri beni mest etmeye yetiyordu, işte bu durum tıpkı babam gibi düşünmeme sebep oluyordu. Köyünün papazının yaşayışı ba­bamı nasıl büyülemiş ise, muhterem peder Abbe de benim gözüm­de büyüyor ve bana hedef olarak gözüküyordu. Konuşma yetene­ğim babam tarafından takdir edilmiyordu. Ailem benim davranışla­rımdan dolayı endişeleniyordu.
    Konuşma hevesim yavaş yavaş kaybolurken, kişiliğime daha uygun becerilerim ortaya çıktı. Babamın kütüphanesinde elime ge­çen askeri konularla dolu çeşitli kitapları ve 1870 - 1871 Alman Fransız savaşlarına ait yazıları büyük bir dikkatle okuyordum. Kısa zamanda kahramanlık, ahlaki düşüncelerimde birinci sıraya geçti. Savaşa ve askerliğe ait şeylerin tamamını her türlü kaynaktan topla­maya başladım. Bu, aynı zamanda bir gerçeğin ortaya çıkışıydı ve bazı sorular aklımı karıştırmaya başladı. Öyleya, bu savaşları yapan Almanlarla diğerleri arasında fark var mıydı? Babam dahil bütün Avusturyalılar neden bu savaşa katılmadılar? Bizler (yani Avusturya­lılar) diğer Almanlarla aynı değil miydik?
    Bu sorular beynimin içinde dönüp duruyordu. Sonunda bütün Almanların Bismarck Hükümeti'ne dahil olmak saadetine sahip bu­lunmadıkları hükmüne vardım.
    Nihayet eğitim zamanı gelip çattı. Babam benim davranışlarım­dan lise eğitimi için bir becerim olmadığı sonucuna varıyordu ve benim için Realschule'yi daha uygun buluyordu. Babamın bu karara varmasına biraz da resim alanındaki yeteneğim sebep oluyordu. Babam Avusturya liselerinde resim dersinin geçiştirildiğini söylüyordu. Kendi hayatının zorluklarla dolu çalışma dönemi, onu, gözünde uygulamada hiçbir faydası olmayan "humanites"den uzaklaştırıyordu. İşin esasına bakılırsa babam, beni de kendi gibi memur yapmak istiyordu. Yoklukla geçen gençlik devresinden sonra elde ettiği küçük mevki babamda bu kararın doğmasına sebep oluyordu. Hatta benim daha da yüksek bir memuriyete girmemi istiyordu. Amacı benim hayatımı kolaylaştırmaktı.
    Bir vakitler kendi hayatının en büyük halkalarını oluşturan şe­yin, benim tarafımdan kabul edilmemesine bir türlü akıl erdiremi­yordu, işte bu yüzden babamın kararı basit, emin ve çok doğaldı. Hayat kavgasının kazandırdığı çelik gibi bir karaktere sahip olan ba­bam, benim, daha doğrusu tecrübesiz bir delikanlının geleceği hak­kında karar vermesine izin vermiyordu.
    Fakat sonunda iş bambaşka oldu.
    Babam beni memur yapmak istiyordu. On bir yaşımda idim. Derhal babama karşı çıktım. Memur olmak istemiyordum. Öğüt ve sert hareketler beni yenemedi.
    Babam kendi hayatına ait bir sürü hikayeler anlatarak bende de memur olma isteği uyandırmak için bir hayli çaba harcadı. O ne ka­dar çaba gösterdi ise ben de o kadar direndim. Aslında anlattığı öy­küler bende hep olumsuz etki yaptı. Günün birinde karanlık bir odada masa başında oturacağımı, daha doğrusu hapis olacağımı ve vaktimi istediğim gibi harcayamayacağımı, günlerimi birtakım ka­ğıtların arasında geçireceğimi düşündükçe memuriyete karşı duy­duğum tiksinti gittikçe kabarıyordu.
    Realschule'ye devam ettiğim sürece vaktimi geçirmek hususun­daki daha önceki alışkanlıklarımda bir değişiklik olmadı. Okulun öyle uzun çalışmayı gerektirmeyen dersleri, benim zamanlarımı açık havada değerlendirmemi sağlıyordu, îşte bugün siyasi düşmanla­rım, benim gençliğimde neler yaptığımı ortaya koymak için, çocuk­luk devreme varıncaya kadar hayatımın bütün devrelerini büyük bir dikkatle araştırdıkları zaman, bana mutlu günlerimi tekrar yaşama fırsatı vermiş oluyorlar. Bu yüzden kendilerine teşekkür ederim.
    Realschule'ye devam ettiğim günlerde yaşayışımda bir değişik­lik olmadı. Babamın beni memur yapma çabaları ve benim direnmem devam ediyordu. Bu duruma tahammül ediyordum. Kendi düşüncelerimi gizleyebiliyor, böylece babamla devamlı bir çatışma içine düşmüyordum. Hiçbir zaman memur olmama kararım kesindi. Bu karar beni mutlu yaşatmaya yetiyordu.
    Fakat sonunda babamın düşünceleri, benim idealim ile karşılaşınca işler çatallaştı o sıralarda on iki yaşımda idim. Bir gün ressam olmam gerektiğine karar verdim. Bu nasıl oldu, şimdi tam hatırlaya­mıyorum. Desinatörlük yeteneğim su götürmezdi. Hatta babamın beni Realschule'ye kayıt ettirmesinin sebeplerinden biri de bu yete­neğimi görmüş ve sezmiş olmasıydı. Ancak babam, benim ressam olacak kadar bu yeteneğimi geliştireceğimi aklına getirmiyordu. Onun tek düşüncesi beni memur yapmaktı. Bundan uzak durduğu­mu gördüğü ve tam olarak anladığı zaman ilk defa bana ne olmak istediğimi sordu. Ben kararımı çok önce vermiştim. Derhal şu ceva­bı verdim: "Ressam" Babamın adeta dili tutulmuştu. Önce benden şüphe etti. Sonra yanlış işittiğini sandı. Fakat düşüncelerimi ve ide­alimi tam öğrenince, şiddetle karşı koydu. Benim yeteneğimle ilgili düşüncelerime hiç önem vermedi.
    "Ressam mı olmak? Hayır... hayır... asla!.." diyordu. Fakat ken­disi ne kadar inatçı ise, onun oğlu da, yani ben de, o kadar inatçı idim. inatçılık babadan oğla geçmişti. Baba "asla" deyip duruyordu, ben de "her şeye rağmen" diye direniyordum. Çatışma böylece kal­dı.
    Bu karşıtlığın sonuçları pek hoş değildi. Babamın hayatı acılarla doluydu. Ben kendisini çok seviyordum. Oysa babam ressam olmak isteğini benden tamamen çekip koparmaya çalışıyordu. Sonunda ben biraz daha ileri giderek, artık öğrenim yapmayacağımı söyle­dim
    Otoritesini kuran babam, benim bu çıkışlarıma kulak asmadı, yeniden ben oldum. Böyle olunca ben de dikkatli bir sessizliğe büründüm. Realschule'den istifade edemediğimi görünce babamın ister istemez arzuladığım hedefe doğru beni rahat bırakacağını hayal ediyordum. Bunda başarılı olacak mıydım? Bilmiyordum. Bilinen bir şey varsa, o da benim okulda başarısız bir öğrenci olduğumdu.
    Okuldaki başarısızlığım gözle görülür gibiydi. Hoşuma giden derslere çalışıyordum. Zevkle çalıştığım derslerden tam not, diğerlerinden ise "orta" ve "zayıf " notlar alıyordum. En çok tarih ve coğrafya
    derslerinde başarı gösteriyordum.
    İşte bu sıralarda "milliyetçi" oldum ve tarihin gerçek anlamını anlamayı, idrak etmeyi ve bu konuya nüfuz edebilmeyi öğrendim.
    Eski Avusturya'nın sınırlan içinde çeşitli milletler yaşıyordu. O günlerde Reich'a mensup olanların, böyle bir devlette herhangi bir kimsenin, günlük hayatının ne şekil alabileceğini tanımlaması çok zordu. Kahraman orduların büyük zafer yürüyüşlerini andıran Alman Fransız Savaşı'ndan sonra, Almanların sınırlarının ötesinde kalan Al­man topraklarına, duyulan ilgi her geçen gün biraz daha azalıyordu. Çoğu kimse bu dışarıda kalan Alman topraklarının değerini bilmeye yanaşmıyor veya bu iş de aciz kalıyordu. Özellikle Alman olan Avus­turyalılar çöküş halinde bulunan bir hanedan ile, sağlam bir ırkı bir­birine karıştırıyorlardı. Gerçekten de elli iki milyonluk bir devlete kendi üstünlüklerini ve meziyetlerini kabul ettirebilmeleri için Avus­turyalı Almanların en iyi ırk olmaları gerekirdi. Halbuki Almanya'da, Avusturya'nın bir Alman devleti olduğu sanılıyordu. Bu tanım büyük bir hataydı. Öyle ki çok kötü sonuçlar verebilirdi. Fakat bu hatalı ta­nım, doğudaki on milyon Alman için gurur verici bir görüştü.
    Reich'a dahil olan Almanlardan pek çoğu, Avusturya'da Alman dilinin ve Alman okullarının zaferi için daha doğrusu Avusturya'da Alman kalabilmek için devamlı şekilde çalışmanın gerektiğini bilmi­yordu. Bugün bu üzücü gerçek, Reich'ın tarihinde yabancı egemenli­ği altında müşterek vatan düşünen, dikkatlerini bu düşünceye topla­yan ve hiç olmazsa ana diline kutsal hakkı elde etmeğe çalışan bir­kaç milyon ırkdaşımız tarafından görülmektedir. Fakat bununla be­raber, ırkı için mücadele etmenin ne demek olduğu daha büyük bir çevrede idrak edilmektedir. Hiç şüphe yok ki, bazı kimseler Reich'ın doğu sınırındaki Almanlığın büyüklüğünü takdire yanaşıyorlardı. Avusturya asırlar boyunca bu Almanlığı doğuya karşı korudu ve da­ha sonra da ufak çapta savaşlarla Alman dilinin sınırlarının daralma­sına engel oldu. Bu direniş sırasında ise, Reıch sömürgelerle ilgileni­yor, fakat kapısının eşiğindeki kendi kanını ve kendi elini önemse­miyordu. Her zaman, her yerde ve her kavgada görüldüğü gibi eski Avusturya'nın diller rekabetinde de üç çeşit insan göze çarpıyordu: "Mücadele edenler, suya sabuna dokunmayanlar ve hainler."
    Bu duruma ilkokullardan itibaren rastlanıyordu. Halbuki gele­cek nesillerin, yetişip meydana çıktıkları bu yerlerde "dil kavgası"nın bütün şiddeti ile hüküm sürdüğüne dikkat edilmesi gerekir­di, işte burada "çocuğu fethetmek" söz konusudur. Kavganın ilk da­veti çocuğa hitap etmek olmalıdır.
    Alman erkek çocuğu, bir Alman olduğunu unutma. Alman kız çocuğu bir gün gelecek bir Alman annesi olacaksın, daima bunu düşün. Gençliğin ruhunu anlamasını bilen kimse, onların böyle bir da­veti büyük bir sessizlik ve neşe ile dinleyebileceğini de takdir edebi­lir. Gençlik daha sonra mücadeleyi çeşitli zorluklara rağmen, kendi­sine göre ve kendisine özgü silahları ile idare edecektir. Yabancıla­rın şarkılarını söylemekten kaçınacaktır. Gençlik, Alman şan ve şe­refinden uzaklaştırılmaya ne kadar uğraşılırsa o bu adi mücadeleye o kadar karşı koyacaktır. Kendi harçlıklarından arttırarak, savaş ha­zinesi biriktirecektir. Yabancı öğretmenlere karşı asi olacak ve da­ima uyanık bulunacaktır. Kendi ırkının yasaklanmış sembollerini takacak ve bu hareketinden dolayı ceza görmekten ve hatta dayak yemekten ayrı bir sevinç duyacaktır. Yani gençler, büyüklerin doğru birer örneği olacaklardır. Hatta bu küçük örneklerin ilhamlarının, büyüklerden çoğu zaman daha üstün olduğu görülecektir.
    işte ben de çok genç olduğum bir sırada Avusturya'nın milli­yetler arasındaki mücadelesine katılmak fırsatım elde ettim. Güney bölgesi ve Ligue okulu için yardım toplandı. "Bluet'lerle ve siyah-kirrmzı-sarı renklerle ruhlarımız coşmuş bir halde "heil" diye bağırıyorduk. ihtar ve cezalara rağmen imparator marşı yerine "DE-UTSCHLAND ÜBER ALLES"i söylüyorduk, işte milli demlen bir devletin tebaalarının ırklarına ait dillerinden başka bir şey bilmedikleri bir sırada biz gençler böyle terbiye görüyorduk. Ben hiçbir vakit suya sabuna dokunmayan "gevşek insanlar "in arasında bu-lunmadım. Hatta kısa bir süre sonra müteassıp bir "Milli Alman" oldum Gerçi benim bu durumum, bugün bu adı taşıyan partinin ifade ettiği anlamdan çok daha başka bir şeydi. Bu gelişme bende çubuk oldu. On beş yaşında iken, hanedan vatanperverliği ile milliyetçiliğini birbirlerinden ayırmaya ve ırk milliyetçiliği lehinde açık fikir beslemeğe başlamıştım. Habsburg monarşisinin iç durumunu incelemek zahmetine katlanmamış olanlar, böyle bir tercihi değerlendirmekte zorluklarla karşılaşırlar. Bu devletin kaderi bir eğilim beslemek, ancak okulda gösterilen tarih derslerinden doğardı. Gerçekte Avusturya'nın kendine özgü bir tarihi yoktu. Bu devletin kaderi Alman olan her şeyin varlığına ve gelişmesine öyle bağlıdır ki, tarihte Alman veya Avusturya tarihi diye bir ayrım yapılması asla akla getirilemez, işte Almanya'nın tarihi… Almanya iki devlete bölündüğü zaman parçalanmıştı. Eski imparatorluğun görkeminden Viyana'da korunabilmiş olanları, ileri bir topluluğun garantisi olmaktan çok, prestij yönünden bir etki yapıyordu.
    Habsburglann yıkıldıkları gün, Alman olan Avusturyalıların kalplerinden ana topraklara katılmak lehinde içgüdüye dayanan bir ses yükseldi, işte herkesin kalbinde uyuklayan sonsuz hissi ifade e-den bu istek, ancak tarih dersinin verdiği terbiye ile beslenen ve hiçbir zaman kurumayan, hatta unutulduğu günlerde bile, o anın rahatım bir kenara itip, geçmişin sesinin yavaşça yeni bir geleceği fı­sıldamasını sağlayan kaynak ile anlatılabilir. Bugün dahi ilkokulla­rın üst sınıflarında dünya tarihinin okutuluşu çok hatalıdır. Öğret­menlerin pek çoğu tarih dersinin amacının sadece tarihleri ve olay­ları öğretmekten ibaret olduğunu sanıyorlar. Bir savaşın başlangıç veya bir mareşalin doğum, bir hükümdarın tahta geçiş tarihlerini bilmek hiç önemli değildir. Tarih okumak, tarihsel olayları doğuran ve gerektiren sebepleri öğrenmek ve araştırmaktır. Okumadaki esas ustalık şuradadır: Esaslı olanı saklamak, ayrıntıları ise unutmak.
    Ben, ders göstermede ve imtihanlarda bu hususu son derece önemli bulan bir tarih öğretmenine rastlamış olmanın etkisi altında kaldım. Bu öğretmen Linz Realschule'sindeki doktor Leopold Poetsch idi ve bu meziyetleri şahsında toplamıştı. Sert görünüşlü, fa­kat içi iyilikle dolu saygıdeğer bir ihtiyardı. Göz kamaştırıcı görünü­şü bizi etkiliyor ve peşinden sürüklüyordu. Ders verirken bize için­de bulunduğumuz zamanı unutturan ve bütün sınıfı sihirli bir şekil­de geçmişin derinliklerine götürüp, orada yüzyıllarca sislerin altında kalmış birtakım tarihsel olaylara canlı bir gerçeklik kazandıran, bu saçları kırlaşmaya başlamış adamı, bugün bile büyük bir heyecan ile gözlerimin önüne getiririm. Biz öğrenciler, zihinlerimiz açılmış, sinirlerimiz gerilmiş, gözlerimizden yaşlar gelecek kadar heyecanlı bir biçimde bu adamın dersini dinlerdik.
    Bu öğretmen sadece geçmişi, hal ile aydınlatmakla, gözler önü ne sermekle kalmazdı. O geçmişten, bugün için dersler çıkarmada usta idi. Bizi heyecan içinde bırakan günün davalarım gayet iyi anla tirdi. Bizim milli bağnazlığımızdan eğitim yolları buluyordu. Çoğu zaman, sınıfta düzeni sağlamak için milli hislerimize hitap eder başka çarelere başvurmazdı. Böyle bir öğretmen, tarihi en çok sevdiğim bir ders yaptı. Ayrıca beni, genç bir devrimci yaptığı da bir gerçektir. Fakat hemen şunu belirteyim:
    Kim Alman tarihini böyle bir öğretmenden okur ve öğrenir de, milletin kaderi üzerinde yıkıcı olduğu görülen bir hanedanın düş­manı olmaz? Geçmiş devrin ve bugünün, adi ve şahsi menfaatler uğrunda Almanya'nın menfaatlerine daima hıyanet eder diye ortaya koyduğu bir hanedanın kim sadık toplumu olabilir? Biz genç oldu­ğumuz halde Avusturya'nın, biz Almanlar için hiçbir sevgisi olmadı­ğını ve olmayacağını biliyorduk. Günlük olaylar Habsburgların dav­ranışları hakkında tarihten çıkan dersleri doğruluyordu. Yabancı ze­hirler, kuzeyde ve güneyde milletimizin bozulmasına yol açıyor, Vi­yana bile her geçen gün bir Alman şehri olmaktan uzaklaşıyordu. Avusturya hanedanı her hareketi ile Çeklerin işlerine yarıyordu.
    Avusturyalı Almanların düşmanı Grandük Franz Ferdinand'ı ölümsüz hak ve aman vermez ceza ilahının yumruğu yere vurmuş­tur. Tanrı namludan çıkmasına izin verdiği kurşunlarla onu delik deşik etmiştir. Ferdinand, Avusturya'nın Slavlaştırılması faaliyetini himaye ediyordu.
    Alman milletinin yükü pek ağırdı. Ondan istenen para ve kan fedakarlığının haddi hesabı yoktu. Gerçi kör olanlar bile bunun faydasızlığım anlıyorlardı. Bizi en çok üzen nokta, Habsburgların bize karşı manen korunmakta olması idi. Almanya köhnemiş monarşi idaresinde Cermen ırkının yavaş yavaş da olsa kökünün kazınmasını adeta uygun buluyordu. Hanedan, dışa karşı Avusturya’nın bir Alman Devleti olduğu intibanı uyandırırken, öte yandan
    Ona karşı isyan ve kin hislerini besliyordu. Bütün bunların farkına
    Sadece Reich'ı idare edenler varmıyorlardı. Renk körlüğüne yakalanmış gibi , bir cenazenin yanı başında yürüyorlar ve kokuşma alametleri arasında bir defa öldükten sonra dirilmeyi bulduklarını sanıyorlardı. Genç Reich ile çürük Avusturya Devleti arasındaki bu
    Üzücü anlaşma dünya savaşının ve yok olmanın tohumlarını etrafa saçıyordu.
    Bu kitapta, bu meseleye pek geniş bir şekilde temas edeceğim. Şimdi hemen şunu belirteyim ki, gençliğimden itibaren bazı esaslı fikirlere sahip olmuştum. Daha sonra bu fikirlerim gittikçe gelişti. Alman ırkının kurtuluşu Avusturya'nın yok olmasına bağlı idi. Esasen milli hisle bir hanedana bağlılık arasında bir ilgi göremiyordum. Evet özellikle Habsburg hanedanı Alman milletinin mahvına sebep olacaktı. İşte bundan dolayı şu duyguyu taşıyordum: Vatanım olan Alman Avusturyası'na ateşli bir sevgi, Avusturya Devleti'ne kar­şı ise sonsuz bir kin...
    Zaman ilerledikçe okula borçlu olduğum bu düşünceler ve ge­nel tarih sayesinde, günümüzde tarihin tesirini, yanı siyaseti anla­mam kolaylaştı. Tarihi öğrenmek için benim çaba sarf etmeme ge­rek yoktu, o bana kendisini öğretecekti.
    Politikada zamanından önce devrimci olduğum gibi, sanat ala­nında da yenilik peşinde koşmaktan kendimi alamadım. Yukarı Avusturya'nın başkentinde, şöyle böyle bir tiyatro vardı. Pek fena değil denebilecek bu tiyatroda sık sık temsiller veriliyordu. Henüz on iki yaşımda iken ilk defa bu tiyatroda Guillaume Tell'i seyrettim. Birkaç ay sonra da hayatımın ilk operasını gördüm: Lohengrin. Bir­denbire büyülenmiş gibi oldum. Bayreuth üstadına karşı kabaran gençlik heyecanıma ve galeyanıma diyecek yoktu. O günden beri, her zaman eserleri beni mest etti. Küçük bir yerde bu temsillerin bana ilerde çok daha güzellerini dinlemek alışkanlığını vermeleri gerçekten benim için büyük şanstı.
    Fakat bütün bunlar, babamın benim için tasarladığı memuriyet hayatına karşı bende daha çok nefret uyanmasına yol açtı. Bir me­mur kılıfına girmekle hiçbir vakit mutlu olmayacağıma kuvvetle inanmaya başladım. Realschule'de ortaya çıkan desinatörlük kabili­yetim, bana kararımda direnmeme yardımcı oldu.
    Babamın ricaları bir yana, tehditleri de kararımı değiştirmeye yetmedi. Evet, ressam olmak istiyordum. Ne olursa olsun, asla memur olmayacaktım.
    Bu arada günler geçtikce mimariye karşı daha çok ilgi duymaya başlıyordum, O zamanlar, mimariyi resim sanatının tabii bir ta­mamlayıcısı sayıyordum. Böylece sanat faaliyetimin sınırlarının genişlemesine seviniyordum. Fakat sonunda işin bambaşka bir şekil alacağı hiçbir zaman aklımın ucuna gelmiyordu.
    Benim için meslek problemi, tahmin ettiğimden çok daha kıs, ı bir süre içinde çözülecekti. Çünkü,babam daha ben on üç yaşını dayken ansızın vefat etti. Bir felç darbesi, babamı en güçlü döne-minde iken yere vurdu. O dünyadaki hayatını acı çekmeden son.ı erdirdi. Fakat bizi büyük bir üzüntünün içine attı. Babamın en bu yük isteği, oğlunu, kendisinin ilk günlerinde çektiği yokluklardan kurtarmak için bana meslek sahibi olmamda yardım etmekti. Bu isteğini gerçekleştiremedi. Fakat bilinçsiz bir biçimde benim içime, ikimizin de aklımızdan geçirmediğimiz bir geleceğin tohumlarını ekmişti.
    îlk önceleri hiçbir şey değişmedi. Annem öğrenimime, baba­mın istediği şekilde devam etmeye, yani beni memur yapmaya kendini borçlu saydı. Ben ise memur olmamaya her zamankinden daha çok azmetmiştim. İlkokulun yüksek sınıflarının ders prog­ramları, idealimden uzaklaştıkları oranda, okumaya karşı olan il­gim de azalıyordu. Birkaç hafta süren hastalığım, benim gelecekte­ki meselelerimi çözümledi ve bütün aile anlaşmazlıklarına son ver­di, Ciğerlerim feci şekilde hasta idi. Doktor anneme beni, gelecekte bir kalem odasına kapamamaya ve özellikle en az bir yıl Realsc-hule'deki öğrenimime ara vermeyi öğütledi. Gizli isteklerimin ve daha da kararlı mücadelelerimin hedefi böylece bir hamlede sağlanmış oluyordu.
    Hastalandığım için annem Realschule'yi bırakarak akademiye giymeme rıza gösterdi. Bunlar mutlu günlerdi. Bana adeta rüya gibi geliyordu. Gerçekten de ileride rüya olacaktı. Fakat iki yıl sonra, flitin ölümü bu güzel tasarılarımı darmadağın ediyordu. Annem , süre ve çok acı veren bir hastalığın esiri olmuştu. Daha baştan lif kurtuluş ümidi kalmamıştı. Bu darbe beni çok etkiledi. Babama saygı ile bağlanmıştım, annemi ise sevmiştim. Hayatın gerçekleri çubuk karar vermeye zorladı. Ailemin esasen zayıf olan geçinme kaynakları, annemin hastalığı dolayısıyla hemen hemen kurumuştu , ilana bağlanan yetim aylığı geçinmeme yetmiyordu. Ne şekilde olursa olsun, ekmeğimi kendim kazanmak zorunda idim. Bir çanta dolusu elbise ve çamaşırla Viyana'nın yolunu tuttum, içimde sarsılmaz bir irade vardı. Babam elli yıl önce kaderini zorlamayı ba­lkı ı dr babam gibi yapacaktım. Ama ben "adam" olacaktım memur değil.
    Canım annem öldüğü vakit gözümün önünde geleceğim hak­kında bazı gerçekler belirmişti. Annemin ölümünden önceki hastalığı sırasında ”Güzel Sanatlar Akademisi'n” kayıt olmak için Viyana’ya gitmiştim. Kolluğumun altında bir sürü "desen'lerle yola çıkarken giriş imkanını başarı ile vereceğime yüzde yüz inanıyordum. Çünkü Realschule’nin en iyi desinatörü idim. O günlerde kabiliyetlerim fevkalade gelişti. Öyle ki kendimden pek emin olduğum için çok ümitler besliyordum. Kendimi desene verdim ve mi­mari desenlere karşı istidadım olduğunu zannediyordum. Bu yüz­den mimariye karşı ilgim de artıyordu. On altı yaşlarında iken Viyana'da Hofmuseum'da resim galerisine gittim. Fakat resimleri değil binayı seyrediyordum. Her gün sabahtan akşama kadar merakımı çeken şeylerin etrafında dolaşıyordum. Artık beni binalar ilgilendi­riyordu. Saatlerce opera binasının önünde duruyor, saatlerce parla­mento binasını dalgın dalgın seyrediyordum. Ringstrasse bana bin-bir gece masalları gibi geliyordu, işte bu kentte ikinci defa bulunu­yordum ve sabırsızlıkla, fakat mağrur bir şekilde imtihanın sonucu­nu bekliyordum. Fakat akademi sınavında başarılı olamadım. Haber beni yıldırım çarpar gibi çarptı. Reddedilmeme bir türlü inanamıyordum. Rektörle görüşmeye karar verdim. Akademinin resim şu­besine kabul edilmeyişim şöyle açıklandı: Sınavda verdiğim desen­ler, resim sahasında kabiliyetsizliğimi ortaya koyuyordu. Fakat aka­deminin mimarlık bölümüne girmem mümkündü. Çünkü sevdiğim desenler mimari alanda, bazı imkanlar arz ediyordu. Bitik bir halde idim. ilk defa kendimden şüphe ediyordum. Belki buna sebep kabi­liyetim hakkında söylenen sözlerdi. Şimdi, bu sözler bende bir nevi dengesizlik olduğu düşüncesini uyandırıyordu. Bir türlü bu halin sebebini çözemiyor ve bundan da rahatsız oluyordum. Bir iki gün içinde kendimi mimar olarak gördüm. Gerçekte bu da birtakım zor­luklarla doluydu. Çünkü Realschule'ye meydan okumak yüzünden önemsemediğim şeyler, şimdi benden intikam alıyorlardı. Akademi­nin mimari bölümünden önce inşaat teknik derslerini okumak gere­kiyordu. Bu dersleri görebilmek için de yüksek bir ilkokul öğrenimi yapmış olmak gerekli idi. Oysa bütün bunların bir parçası bile ben­de yoktu. Demek ki hayallerimin gerçekleşmesi imkansızdı. Anne­min ölümünden sonra üçüncü defa Viyana'ya gelmiştim. Bu sıra sü­kûnete kavuştum. Azimli ve kararlıydım. Kırılan gururum geri gel misti. Artık uzun yıllar Viyana'da kalacaktım. Varacağım hedefi kesin olarak tayin etmiştim: Artık "mimar" olacaktım. Karşılaştığını zorluklar, alt edilecek cinsten engellerdi. Bu engellerin önünde baş eğilmezdi. Gözlerimin önünde daima fakir köyümüzde, ayakkabı tamirciliği yoksulluğundan memurluğa yükselmiş sevgili babamın hayali duruyordu. Bu hayal bana güç veriyor ve önüme çıkan her türlü engeli paramparça etmek kuvvetini sağlıyordu. Mücadelemin temelinde korkunç bir azim yattığı için başarı çok daha kolay ola­caktı. işte o günlerde, bana alınyazımın bir zulmeti gibi görünen duruma bugün şükrediyor ve Tanrının bana bir yardımı olarak ka­bul ediyorum.
    Yokluk ve ihtiyaçlar ilahı beni avucunun içine aldı ve bazı kere beni parçalamaya yeltendi, işte iradem böyle günlerin çetin müca­delesi ile gelişti ve sonunda ben galip çıktım. Bu günler irademi sertleştirdi ve bana sert olma kabiliyetini kazandırdı. Bu bakımdan bu devreye minnettar kaldım. Gençliğimin bugünlerine, daha çok beni kolay yaşamanın hiçliğinden çekip aldığı, güzel bir rüyaya çok fazla yüz verilmiş bir sırada uyandırdığı, endişe üzüntüyü bana "ye­ni ana" diye verdiği, yokluk dünyasının içine attığı ve böylece ilerde kendileri ile mücadele edeceğim kimseleri tanıttığı için saygı duyu­yorum.
    İşte bu günlerde Alman milletinin devamı için en büyük tehlike olan ve haklarında henüz herhangi bir fikir beslemediğim iki şeyi gördüm: MARKSİZM ve YAHUDİLİK.
    işte bu andan itibaren Viyana başkaları için neşe kaynağı olurken benim içinse hayatımın en hüzünlü anlarına, kaygı ve üzüntü beş yılına sahne oldu. Bugün bile Viyana'nın adı bana sıkıntı
    geçen beş yılın acılarından başka bir şeyi hatırlatmaz. Viyana'daki bu beş yıl içinde boyacılık, amelelik yaptım. Az kazanç devamlı açlığımı bir türlü doyurmuyordu. Açlık, benimle her paylaşan bir dost gibi idi. Bunda aldığım her kitabın payı büyüktü. Operada gördüğüm bir temsil, ertesi günü yokluğun bana etmesine sebep oluyordu. Bu insafsız dostumla devamlı mücadele ediyordum. Gerçi bugünlerde her zamankinden daha çok şeyler öğrendim. Mimari alandaki harcamalarım ve aç kalmama sebep olan operaya gidişlerimin dışında sayıları gün geçtikçe artan kitaplardan başka bir eğlencem yoktu. Çok, pek çok okuyordum, işim bittikten sonra arta kalan zamanımı sürekli olarak okumaya ve incelemeye ayırıyordum. Birkaç yıl sonra kendim için meydana getirdiğim bilgiler bugün bile hâlâ işime yaramaktadır.
    Hemen şunuda belirteyim ki, hareketlerimin sarsılmaz temelini meydana getiren düşüncelerim bende daha o günlerde bir şekil almıştır. Daha sonra bu düşüncelerime pek az şeyler ekledim ve hiçbirini değiştirmedim . Bugün kesin biçimde şuna inandım ki, bir insanda yaratıcı dü­şüncelerin en büyük bölümü genellikle gençlik çağlarında kendim gösterebiliyor.
    Ben, yaşlı kimselerin derin ve uzun bir hayatın tecrübelerinden doğan bir basiretle gelişen akıl ve hikmetlerini, çeşitli fikirler yayan, fakat çok oluşları dolayısıyla bunları uygulamaya imkanları olmayan gençliğin yaratıcı dehasından farklı bulurum. Gençlik bazı malze­meler toplar ve gelecek için planlar yapar. Olgunluk devresi, yani yılların getirdiği o sözde akıl ve hikmet, gençliğin dehasını öldür­mediği oranda, genç nesiller bu malzeme ve planlardan faydalanır­lar.
    Bu ana kadar evde geçen hayatım, bütün gençlerin hayatlarına benziyordu. Yarın ne olacak düşüncesi beride yoktu. Bu sıralar bir sosyal mesele ile de karşı karşıya değildim.
    Gençliğim küçük burjuvalar arasında geçmişti. Bu sınıfın kol işçilerine karşı üstünlüğü yok denecek kadar azdı. Fakat aralarında­ki düşmanlık son bulmuyordu. Düşmanlığın sebebi de, her şeyden yoksun ve münasebetlerindeki kabalık göze batacak kadar çok olan bu işçi sınıfını pek az da olsa aşmış bulunanların, tekrar o seviyeye inme korkusu veyahut da hâlâ bu sınıfa dahilmiş gibi sanılmaktan çekinmeleri idi. Bu sosyal seviyeyi bir defa geçmiş olan alçak gönüllü durumdaki kimseler için bile, kısa bir süre de olsa tekrar o yen-inmek çekilmez bir zorunluluk olur.
    Çoğu zaman yüksek bir sosyal seviyedeki kimseler, kendi vatandaşları arasında basit seviyelerde kalmış olanları, sonradan görmüş olanlara kıyasla daha az kötülerler. Burada sonradan görmüş, olarak vasıflandırdığım sınıf, kendi imkanlarını kullanarak durumu nü düzelten kimselerin topluluğudur. İşte bu topluluğa dahil bu kimse hayatın her türlü acılarına muhatap olduğu için, geride bira]. tığı basit sınıf mensuplarına karşı her türlü acıma hissim unutmıi1.. tur.
    Kader bana bu hususta yardımcı oldu. Çünkü, babamın önceleri tatmış olduğu sefalet ve her türlü maddi imkansızlıklara tek dönmek zorunda kalınca, küçük burjuva olarak aldığım terbiyeni dar görüşlerinden ve değerlendirmelerinden sıyrıldım. Böylece m sanları tanımayı ve gerçek tarafları ile görmeyi öğrendim.
    Viyana yirminci asrın başlarında sosyal haksızlıklarla dolu kent olmuştu. Servet ve yokluk burada yan yana yaşıyordu, Kentin merkezinde ve kenar mahallelerinde, elli iki milyon nüfuslu ve çe­şitli milletlerden kurulu bir imparatorluğun nabzının attığı görülü­yordu. Göz kamaştıran bir saray hayatı, imparatorluğun öteki bö­lümlerinin servet ve zekasını bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Bu cazibeye Habsburglar Monarşisi'nin sistemli bir görünüş içindeki merkeziyetini de eklemek gerekir. Bu merkeziyet, birbirlerine hiç benzemeyen bir sürü milleti sağlam bir şekilde bir arada tutmak için gerekli görülüyordu. Fakat yüksek otoritelerin, imparatorun Oturduğu şehirde toplanmalarına sebep oluyordu.
    Viyana, sadece Tuna Monarşisi'nin siyasi, fikri ve sanat merkezi degildi. Aynı zamanda ülkenin iktisadi kalbinin attığı yer olarak da tebarüz ediyordu. Burada yüksek dereceli memurlar, yüksek rütbeli subaylar, ilim ve fikir adamları ile sanatkarlar vardı. Fakat bütün bu kalabalığa karşılık bir de işçi ordusu vardı. Aristokrasinin kamaştıran varlığı yanında, yokluğun son noktası bir dev gibi Ring caddesinin büyük binalarının önünde yüzlerce, işsiz bir aşağı bir yukarı gezinip duruyordu. Bu işsizler, Avusturya’nın zafer dolu günlerini hatırlatan bu büyük caddenin kanallarının içinde, çamuru kendilerine yatak yaparak yaşıyorlardı. Toplumsal dengesizlik Almanya'nın hiçbir kentinde, Viyana'dakinden daha iyi incelenemez. Fakat bu inceleme işi hiçbir zaman sınıflara tepeden bakarak yapılamaz. Bu korkunç yoksul­luğun ortasına düşmemiş bir kimse, Viyana'daki iktisadi durumun kötülüğünü anlayamaz. Eğer bu işe layıkıyla sarılmayıp da işi ucundan tutarsanız, ancak basit bir geveze ve istismarcı olmaktan ileri gidemezsiniz. "Halka doğru gitmek" merakına kapılan birtakım şık kimselerin, feleğin yüksek lütfuna kavuşmuş olanların ve sonradan görmelerin bu yoksulluk için fikir beyan etmeleri, konuşmaları, çağrı göstermeleri derdin halledilmesi yönünde uğursuzluktan başka Bu gibilerin düşünceleri içgüdüden yoksundur, fakat yinede her işi birden kavramak düşüncesine giderler. Sonunda savundukları tezlerin hiçbir işe yaramadığını görünce de şaşırıp kalırlar kendilerinin anlaşılmamış olmalarını, utanmadan halkın nankörlüğü olarak vasıflandırırlar. Bu şekil düşünen kafalar için bir gerçek olmamakla beraber şöyle denebilir: hı l,ı,iliydin bütün bu konularla hiçbir ilgisi yoktur. Özellikle bunlardan dolayı minnettar kalmak gerekmez. Çünkü lü­tuf ve iane dağıtılmayacaktır. Haklar geri verilecektir.
    Ben toplumsal meseleleri bu biçimde inceleme durumunda kal­madım. Koyulmuşların ve yenilmişlerin ordusuna kaydolunca, sefa­let beni kendisini incelemeye çağırmaktan çok, beni kendisinin uy­ruğu yaptı. Eğer kobay, ameliyata karşı durmuş ise suç kobayın de­ğildir.
    Bugün o günlerime ait hatıralarımı toplamaya çalıştığımda, bu­nu tam başaramıyorum. Aklımda sadece belli başlı olanları, bana pek yakından temas edenleri kalmış. Bunları, burada kendilerinden istifade ettiğim derslerle beraber göreceğiz.
    iş bulmak benim için hiçbir zaman güç olmadı. Çünkü ekmek paramı kazanmak için usta bir işçi gibi değil, yardımcı işçi veya rençper gibi çalışıyordum. Böyle yeni bir dünyada, kendilerine yeni bir hayat düzeni kurmak ve yeni bir vatan fethetmek gibi insafsız bir istekle Avrupa'nın tozunu ayakları ile silkeleyenlerin aralarına girmiştim, insanı tembelliğe sevk edecek görev ve mevki düşüncele­rinden, çevre ve geleneklerden yoksun bulundukları için önlerine çıkan her yere uzanıyorlar, her işe dört elle sarılıyorlardı. Namusluca çalışmanın hiçbir kimseyi lekelemeyeceğini biliyorlardı. İşte benim için yepyeni olan bu dünyaya, kendime bir yol açabilmek için bütün varlığımla atılmak kararını aldım. Aradan çok geçmeden şu nü gördüm ki, herhangi bir yerde iş bulmak, bulunan işte devamlı çalışabilmekten daha kolaydı. Günlük ekmekten emin olamama bana yeni hayatın karanlık yönlerinden biri olarak gözüktü.
    Usta bir işçinin, herhangi bir rençper gibi işten sık sık kovul madiğini da tespit ettim. Gerçi usta işçi de, çalıştığı yere tam güvenemiyordu; işsizlik dolayısıyla aç kalmak ihtimaline daha az uğruyorsa da, grev veya lokavt tehlikeleri ile karşılaşıyordu, işçinin günlük ücretinden emin olmaması sosyal ve iktisadi hayatın en. korkunç yaralarından biridir.
    Genç köylü çocukları daha kolay para kazanılıyor zannı ile sel re göç ederler. Belki de şehirde para kazanmak daha kolaydır, l'.n gençler büyük şehirlerin zenginliklerine kapılırlar, ilk işindeki k.ı zancı garanti olduğu için, şehirde, yeni bir mevki elde edebilere, , ümidi doğduğu vakit köyünü terk eder. Ayrıca genç toprak işçi h ziraat işçisi azlığı dolayısıyla köyde uzun bir işsizliğin sürmesini' imkansız olduğunu da bilirler. Şehre göç edenler, toprak işçisi ola­rak kalanlara kıyasla daha akıllı ve daha kabiliyetli olan kimselerdir, işte çoğu kez elinde birkaç para ile şehre gelen genç köylü, eğer hemen iş bulamazsa ümitsizliğe kapılmaz. Onu yıkan şey, bir işe girdikten sonra işsiz kalmasıdır. Çünkü yeni bir iş bulmak, özellikle kış aylarında çok zordur, ilk günler, üyesi olduğu sendikadan bir miktar işsizlik ücreti alır ve biraz da elinde bulunan para ile geçinir. Takat işsizlik fonundan aldığı yardım da kesilip, elde avuçta bir şey kalmayınca büyük bir sefaletle burun buruna gelir. Kendisine ait ufak tefek şeyleri satar veya rehine verip para alır. Bu bereketsiz parada bitince, sağda solda sürünmeye başlar. Kılık kıyafet itibariyle de aşağılık bir mevkie düşer. Kış kıyamet günü parasız kalışı, onun be­lini bir kat daha büker.
    Fakat bir süre sonra bir iş bulursa da, akıbet yine aynı olur. Bu hali birkaç sefer devam eder. Sonunda alın yazısına rıza göstermeye alışır. Aynı şeyin devamlı tekrarı genç işçide bir alışkanlık meydana getirmiş olur.
    Böylece önceleri çalışkan olan genç, her işte ve her şeyde kendini salıverir. Bu duruma düşünce de, sadece korkunç kârlar peşinde koşan ahlaksız adamların oyuncağı haline gelir, işte böyle bir genç işçi ekonomik ihtiyaçları uğrunda mücadele etmenin, devleti veya medeniyeti ortadan kaldırmakla aynı iş olduğu kanaatine varır. Ben bu karara varmadan önce, binlerce işçiyi inceledim. Sonunda genç adamları korkunç bir iştahla kendine çeken ve daha sonra onları öğüten ve kendine göre şekil veren, nüfusları bir iki milyonu iline nefret duymaya başladım. Bu işçiler böyle bir manzara içinde kaldıkları sürece milliyetlerini kaybediyorlardı.
    Bende diğer işsizler gibi kaldırımlarda süründüm. Kaderimin her türlü darbelerine maruz kaldım, iş ile işsizliğin birbirini sık kovalaması geçinmek için şart olan masrafları ve harcamaları intizamsız bir hale sokuyordu. Açlık, kazanmanın kolay olduğu günlerde daha lüks bir hayat yaşamaya zemin hazırlıyordu. Vücut iyi günlerde bolluğa ve fena zamanlarda da açlığa alışıyordu. Yokluk, para kazanmanın daha kolay olacağı günlerde işçiyi daha düzenli, bir yaşayış planlamaktan alıkoyuyor, işkence ettiği zavallıların gözlerinin önüne kolay ve keyifli yaşamanın hayallerini getiriyordu. Bu hayale o kadar çekicilik veriyordu ki, sonunda hayali bir istek doğuyordu. Ücret biraz imkan sağlarsa, her şey unutuluyor ve ne pahasına olur­sa olsun, bu hayal gerçekleştiriliyordu. Yeni iş bulmuş bir kimse her türlü iyi düşüncelerden uzaklaşıyor, gününü gün etmeye başlıyor­du, ilerdeki günler için mütevazı bir yaşayış planlayacak yerde, bu imkanı temelinden dinamitliyordu. Geliri ilk günlerde yedi günün beşine yetiyordu. Sonraları ise bu üç güne iniyordu. Aradan bir süre geçtikten sonra da bir günlük ihtiyacı karşılıyordu. En sonunda ise bir gecelik eğlencede bitiyordu.
    Evde ise çoğu zaman kadın ve çocuklar oluyordu. Eğer koca iyi kalpli bir kimse ise, yani eşini ve çocuklarını kendi tarzına göre se­viyorsa, bunlar da bu yaşayışa alışıyorlardı. Bir haftalık gelir, evde hep birlikte israf ediliyordu. Paranın yettiği kadar yiyip içiyorlardı. Bu durum, iki üç gün sürüyordu. Sonra yine hep birlikte açlığın acısını çekiyorlardı. Bu sırada kadın sağa sola başvurup, bir parça şeyi veresiye alıyordu. Haftanın son günleri bu şekilde idare edili­yordu. Öğle vakitleri herkes hafif bir yemeğin etrafında toplanıyor­du. Artık hafta başı iple çekiliyor, hep ondan bahsedilerek, boş mi­de ile yeni tasanlar yapılıyordu.
    Çocuklar küçük yaştan itibaren sefaletle yakın bir ahbaplık ku­rarlar.
    Eğer erkek hafta başları kendi kafasına göre hareket ederse işle ı değişir. Karısı, çocukları için onunla kavgaya başlar. Evde kavga ek sik olmaz. Erkek karısından uzaklaştığı nispette alkole yaklaşır. Ar tık koca, her hafta sonu sarhoştur. Kadın, kendi ve çocukları için bir yemek parası temin edebilmek için, fabrikadan meyhaneye giden yolda kocasının arkasına düşer. Pazar veya pazartesi geceleri erkeği sarhoş, fakat cepleri boş bir durumda eve gönderdiğinde, çocukların gözleri önünde acınacak sahneler cereyan eder. İnsanın kemiklerini sızlatan bu sahnelere yüzlerce defa tanık oldum, îlk önceleri içimde isyankar bir duygu vardı. Fakat sonunda bu acı olayların derin sebeplerinin feci yönlerini teşhis ettim. Fena bir çevrenin bahtsız kurbanlarına acıdım.
    Ev derdi ise daha feciydi. Viyana işçilerinin oturdukları evle ı deki sefalet sözle ve yazıyla anlatılacak gibi değildi, O sefalet dolu inleri içlerinde pisliğin aktığı sığınakları düşündükçe bugün bile titremekten kendimi alıkoyamıyorum. Bu sefalet ile yokluğun ve çocukların kötü kaderlerinin önü alınmazsa, er geç korkunç ve bu kadar gerekli olan "mukabele"nin davet edileceğini hiç akıllarına ge­tirmeden olayların akışına şuursuz bir şekilde ilgisiz kalan bu beşe­riyetin hali ne olacaktı?
    işte beni böyle bir hayat üniversitesine yazdırmış olan Allah'ın lütfuna bugün ne kadar minnettar kalsam azdır. Bu gördüklerime ve hoşa gitmeyen şeylere ilgisiz kalamazdım. Süratle ve esaslı bir şe­kilde öğrenim yaptım.
    O günlerde etrafımdaki insanların akıbetlerinden ümidimi kes­memek için, onların bu hale düşmelerinin sebeplerini tetkike lüzum vardı. Ancak bundan dolayı, acı ve ıstırap veren sahneleri tetkike ve seyre tahammül edebiliyordum. Göz yaşartıcı sahnelere fena kanunların, fena tecrübeleri sebep olduğu görülüyordu.
    İste bu günlerde, ben de yaşamak için bin bir zorlukla pençeleşiyordum. Bundan dolayı, bu aşağılık hal karşısında sonu üzüntü bir hissiyata kapılmaktan kendimi koruyordum. Ancak meseleyi bu şekilde görüp, kapamak olmazdı. Bana göre bu feci halin düzeltilmesi için iki şık vardı. Biri, toplumsal sorumluluk duygusundan ilham alınarak gelişmemiz için çok daha iyi ve sağlam temeller atmak , diğeri de, artık ıslahı ve eğitilmesi imkansız hale gelmiş olan çocukları sert ve biraz da kaba bir kararla ortadan kaldırmaktır.
    Tabiatta ender rastlanan herhangi bir yaratık kendi hayatının devamlılığından çok, kendi neslinin gelişmesine önem verir. Bu bakımdan günümüzün kötü taraflarını düzeltmeye uğraşmak gereksizdir. Esasen tam bir düzeltme yapmak imkansızdır. Esasta yapılacak |tek iş insanın doğumundan itibaren ele alarak, ona ilerdeki gelişmelere göre sağlam dikensiz yollar hazırlamaktan ibaret olmalıdır. Viyana’daki ızdırap dolu yıllarda şu kanıya vardım: Toplumsal faaliyetin hedefi , hiçbir zaman insanları kandırıcı bir refah ve saadet sağlamak olmamalıdır.Toplumsal faaliyetin toplumun gerilemesine sebep olan ekonomik ve kültürel hayatımızdaki belli başlı yoksullukları ortadan kaldıracak yönde olmasına dikkat edilmelidir. Gerekli olan kurtuluş tedbirlerini almayanların tereddütleri bir sınıf halkın ahlaksızlığa düşmesinden tek sorumlu olduklarına dair, kendilerinde bir duygu bulunmamasından doğar. Bu duygu, onlarda iş yapma azmini de felce uğratır.
    Bu sefalet dolu günlerde beni korkutan şey, acaba insanların ekonomik yoksullukları ahlakça gerilemeleri ve kaba alışkanlıklar edinmeleri mi; yoksa düşünme kabiliyetlerinin zayıflığı ile kültür­süz oluşları mıydı? Yokluk içinde yüzde bir sefil, Alman olup olma­manın kendisi için hiç de önemli olmadığım ve nerede karnını doyurabilirse, orada yaşayıp, rahat edeceğini söylediği vakit, burjuva sınıfına dahil birçok kimse bu duruma isyan etmiştir.
    Gelgeldim, bu duygularla dolu olan kaç kişi vardı? Acaba, kaç kişi yüksek bir ırka mensup olduklarını biliyordu? Alman olmanın gururunun kaynağının, Almanya'nın büyüklüğünü ve kudretini bil­mek olduğunu tahmin edebilen birkaç kişi var mıydı? Şu anda bili­niyor muydu ki, bazı sosyete çevrelerinde bu gurur kaynağı ile alay ediliyordu?
    Belki denebilir ki, bu her ülkede böyledir ve işçi sınıfı, sosyete çevrelerindeki olaylara rağmen vatan sevgisi ile dolup taşmaktadır. Bu iddia doğru olsa bile, Almanların bu korkunç ihmalkarlıklarını affettirmez. Kaldı ki bu iddia pek doğru da değildir. Örnek vereyim: işte Fransız milleti... Fransızların aşırıya kaçtığı söylenen vatan sev­gilerinin kaynağı, kültür sahalarında Fransa'nın büyüklüğünü ta göklere çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fransız genci herhangi bir hususta objektif olarak fikir elde edecek şekilde yetiştirilmez. O, ülkesinin büyüklüğünü ortaya koyacak şeylerin sübjektif değerlerini öğrenerek büyür.
    işte böyle bir eğitim, daima önemli olan ve herkes tarafından takdir edilen konulara dikkat etmelidir. Bu değerli konular, milletin zihnine tekrar tekrar sokulmalı ve çakılmalıdır. Halbuki bugün Avusturya ve Almanya'da halkımızın okul sıralarında öğrendiği, milletim yücelten ve kendisine gurur veren, bilgi kırıntıları da, siya­si hayatımıza zehir saçan ve onu kemiren sıçanlar tarafından tırtık­lanır, işçinin kafasındaki bu bilgi kırıntısı, eğer daha önce sefalet ta­rafından yok edilmemişse, o zaman bunu milli ahlakı tahrip eden sıçanlar yiyip bitirirler.
    Şimdi, iki odalı bir evde yedi kişiden müteşekkil bir ailenin oturduğunu düşünelim. Beş çocuktan biri üç yaşındadır. Bu yaş, ço­cukta bilincin oluştuğu dönemdir. Hiç kimse, bu dönemin hatırala­rını ihtiyarladığı zaman bile unutamaz. Evin dar oluşu her zaman rahatsızlık doğurur. Bundan dolayı kavgalar olur. Normal bir evde kendiliğinden çözümlenen birtakım küçük anlaşmazlıklar burada büyük kavgalara yol açar. Çocuklar arasındaki kavgalar pek önemli değildir. Kısa bir zaman sonra unutulur. Fakat anne ile baba arasın­daki kavga bazen adi haller alır. Sarhoşluğun ve fena davranışların ne derece ileri gidebileceğini tasavvur edebilmek için böyle çevrele­re girmek gerekir. Altı yaşında bir çocuk büyük adamları dahi hay­rete düşürecek ve onları titretecek birtakım ayrıntıya sahip olur. Ahlaken ve fiziken zehirlenen çocuk, okula başladığı zaman, orada yalnızca okuyup yazmayı tahsil eder. Evinde, okulundan ve hoca­sından adi bir dille bahsedilir. Zaten bu gibi evlerde daima devlet müesseselerine hürmet gösterilmez. Din, ahlak ve milletle alay edi­lir. Çocuk, okulu bitirdiği vakit, müspet bilgiler hakkında, ya bir ahmaklık ya da saçları dimdik edecek kadar küstahlık gösterir. Gö­zünde kutsal hiçbir şeyi olmayan ve öte yandan hayatın bütün al­çaklıklarını tahmin eden veya bilen bu herif atılacağı hayatta ne şek­le girecektir? On beş yaşındaki çocuk her otoriteyi kötülemeye baş­lar. Çünkü o düşünce gücünü geliştirecek şeylerden çok, çamur ve pisliği görüp öğrenmiştir, işte delikanlının erkeklik terbiyesi şöyle olacaktır: O, çocukluğunda gördüğünü, yani babasının misalini de­vam ettirecektir, istediği saatte eve dönecek, kendisini dünyaya ge­tirmiş olan zavallı annesini, babasının yerine şimdi kendi dövecek, Tanrı'ya küfredecek ve en sonunda ıslahhanelerden birine düşecek­tir. Orada da cilalanacaktır.
    Bu sonuç, yani gençlerimizdeki milli heyecanın azlığı, bizim iyi kalpli burjuvaları hayrete düşürecektir.
    Burjuva daima böyledir. Tiyatro, sinema, adi kitaplar ve gazete­lerle, halka zehrin nasıl verildiğini görür ve sonunda da halkın ahla-kındaki zaaftan ve bananecilikten hayrete düşer. Sanki sinema ve şüpheli basın milli büyüklüğümüzün değerini halka yaymaya çalışı­yorlarmış gibi... işte o zamana kadar aklıma gelmeyen şu ilke}1! öğ­rendim:
    Bir kavmi millet haline getirebilmek, daha önce kusursuz ve sağlam bir toplumsal çevre yaratmaya bağlıdır. Kişinin eğitimi için bu gerekli bir zemindir. Ancak, aile yuvasında ve okulda memleke­tinin fikri, iktisadi ve siyasi büyüklüğünü öğrenen bir kimse, o mil­lete mensup olmanın gururunu duyabilecek ve tadacaktır, insan an­cak sevdiği ve hürmet ettiği şey uğruna mücadele eder. Hürmet et­mek için bilmek şarttır. Toplumsal konulara karşı ilgim uyanınca, bu konuları ciddi bir şekilde inceliyordum. On ana kadar bende meçhul olan yeni bir dünya gözlerimin önüne seriliyordu.
    1909 ile 1910 yılları arasında durumum değişti. Hayatımı ame­le olarak değil de ressam sıfatı ile kazanıyordum. Bu meslek sayesin­de ancak geçinebiliyordum. Fakat yeni mesleğim sayesinde akşam­ları yorgun düşmekten kurtulmuştum. Artık şantiyeden döndükten sonra yatağa kıvrılıp yatmıyordum. Çalışmalarım gelecekteki mesle­ğimle ilgili idi. Mecburiyet dolayısıyla resim yapıyordum. Zevk için çalışıyordum.
    Gerçek hayatın ortaya koyduğu derslerle, toplumsal konular hakkında karşılaştığım şeyleri bu gerekli nazari bilgilerle tamamla­ma imkanını buluyordum. Bu konuya dair elime geçen kitapların hepsini okuyordum. Hem okuyor, hem de düşünüyordum.
    O günlerde çevremdeki insanların beni "kaçık" kabul ettiklerini tahmin ediyorum.
    Ayrıca, bunlardan başka mimari çalışmalara da ihtiras ile ken­dimi vermiştim. Bunu, müzik gibi güzel sanatların bir kraliçesi ka­bul ediyordum. Mimari sahadaki çalışmam benim için bir gerçek çalışma değil, sanki mutluluktu. Gece geç saatlere kadar hiç yor­gunluk duymadan okuyup, desen yapıyordum. Hedefe varmam için uzun yıllar beklemem gerektiğini görmeme rağmen, güzel hülyam bu konudaki inanışıma kuvvet veriyordu. Mimar olarak ün kazana­cağıma dair tam bir kanaatim vardı.
    Bu zevkli çalışmamın yanı sıra, siyasete gösterdiğim ilgi, pek büyük bir anlam taşımıyordu, tam tersine bu işi, düşünme kabiliye­ti olan her yaratığın mecbur olduğu ilkel bir görev sayıyordum. Hal­buki siyaset alanında bilgisi olmayan bir kimse her çeşit eleştiri ve­yahut herhangi bir görev yapma hakkını kaybederdi. Bu alanda da çok okuyor ve çok düşünüyordum. Benim için okumak, sözüm ona düşünürlerimizin bir bölümünün ifade ettiği anlamla aynı değildi.
    Bazı kimseler vardır ki, bunlar hiç ara vermeden kitap okurlar. Okuduklarından bir netice çıkarmaksızın devamlı okuyup dururlar. Bu kimselerde bir yığın bilgi yardır. Fakat beyinleri bu bilgileri bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Bir kitabın bütün içeriğini adeta ezberlerler. Kabiliyetleri, okudukları kitabın içinden ayrıntıyı atıp, esası zihinlerinde tutmaya ve bu bilgi özünü ilerde kullanmaya yetmez. Kitap herkesin kendi mesleğinin veya idealinin tespit ettiği muayyen bir sınırı doldurmak için değerli bir vasıtadır. Kitaplar ha­yat mücadelesine atılmış olanlara veya büyük ideal sahiplerinin ge­niş ufuklarına, yani ufuklar katmakta yardımcı olurlar. Demek ki okumak bir gaye değildir. Okumanın ve bilgi edindikten sonra mü­talaada bulunmanın hedefi, dünya hakkında genel bir fikre ve görü­şe sahip olmaktır. Sistemli biçimde okuyarak elde edilecek bilgiler, bir mozaik parçası gibi yerine yerleştirilmelidir. Böylece kitap oku­yanın zihninde dünya hakkında genel bir fikir meydana getirilmeli­dir. Yoksa okuyucunun kafasında büyük bir değerden yoksun bir bilgi salatası meydana gelmemelidir. Bu bilgi salatası sahibine bir gurur vesilesi olsa da, herhangi bir işe yaramaz. Kafalarının içinde bilgi salatası taşıyan kimseler, kendilerinin çok şeyler bildiklerine hükmederler. Fakat bu gibi kimselerin hayatları ya bir hastanede ya da politika çukurunda son bulur.
    Böyle karmakarışık bilgi ve fikirlerle dolu beyin, istediği bilgiyi, kendisine gerekli olduğu an, bu kalabalığın içinden tutup çıkara­maz. Çünkü beyindeki bilgi tortusu hiçbir elemeye tabi tutulma­mıştır. Sadece okunan kitapların içerdiği bilgilerle beraber bir sürü ayrıntı üst üste yığılıp kalmıştır.
    Bu gibi zavallı yaratıklar karşılaştıkları zorunluluklar sırasında okuduklarından faydalanacakları akıllarına gelse bile, ancak kitabın adım, sayfa numarasını ezbere bilmeleri gerekir. Aksi halde bu gibi kimseler işlerine yarayacak bilgileri hayatları boyunca bulamazlar. Buldukları anda da iş işten geçmiş olur.
    işte, hükümet üyelerinin büyük ilim sahibi olmalarına rağmen, hata çukuruna yuvarlanmalarının sebebini başka yerde aramaya ge­rek var mıdır?
    Bir kitap veya dergide, gazetelerde veyahut bir broşürde kendi özel ihtiyaçlarına cevap veren bir malzemeyi görüp, ayrıntının arka­sından çekip alabilen kimse, okumayı bilen, okuduğunu anlayan kimsedir. Bu kimsenin kendisi için faydalı olduğunu anladığı bilgi özü , herhangi bir husus için, derhal zihinde oluşan hayalin içinde yerini bulur. Bu bilgi özü ya o düşünceyi ya da hayali tamamlar ve­ya düzeltir, veyahut da onu açıklığa kavuşturur.
    Okumayı bilerek yapmış olan kimse hayat mücadelesi sırasında imi bir şeyle karşılaşırsa, hafızası yıllar önce de olsa çok eskiden elde ettiği fikir ve bilgiyi onun zihnine getirir. Muhakeme sahibi olan kimse de derhal bu bilgi ve fikirleri mantığına göndererek olay kar­şısında tavır alır. işte okuma böyle yapılırsa bir yarar sağlar.
    Örneğin bu şekilde hareket etmeyen, daha doğrusu edemeyen bir konuşmacı, kendisini dinleyenlerden birinin yapacağı itiraz kar­şısında şaşırıp kalacaktır. Hatta hatta bu konuşmacı haklı bile olsa, o sıra acı içinde kıvranacaktır. Bu kimse ne savunduğu fikirler için delil ve tamamlayıcı bilgiler bulabilir ne de itiraz eden kimseyi susturabilecek haklı ve doğru bilgiler gösterebilir. Bu durumun kişisel sorumluluklar söz konusu olduğunda bir zararı yoktur. Ancak felek bu gibi kimseleri milletin başına bela ederse, işte o zaman tehlike belirir.
    Ben küçük yaşımdan itibaren okurdum, yani iyi okumaya alış­tım. Bu işte hafızam ve aklım bana büyük çapta yardımcı oldular. Bu sayede Viyana'da geçen günlerim benim için çok verimli oldu. Her gün gördüğüm yeni manzaralar beni devamlı olarak incelemeye ve okumaya itti. Gerçeği nazari olarak, nazariyatı ise gerçekle tetkik, tahkik ve tahlil ettiğim için, kuramsal bilgilerle kafamı doldurmadım. Günlük tecrübelerim toplumsal meselelerden başka, iki büyük husus hakkında da kesin bir fikir verdi.
    Böylece ben onları çok ince bir şekilde tetkik ve tahlil ettim.
    Gençliğimde Sosyal Demokrasi hakkındaki bilgim çok azdı ve tamamen yanlıştı. Sosyal Demokrasi'nin gizli oy usulü için yaptığı mücadele beni memnun ediyordu. Çünkü bu usul ile tiksindiğim Habsburglar rejiminin çökeceğini tahmin ediyordum. Ben Tuna Devleti'nin Cermenliği gözden çıkarmazsa ayakta kalamayacağına inanıyordum, fakat nüfusun içindeki Alman unsurunun Slavlaştırılması da hiçbir güvence vermeyecekti. Keza Slavizmin bir topluma verdiği aynı cinsten olma kuvvetini gözümüzde büyütmemeliyiz. Sözün kısası nüfusu 10 milyon olan ve vatandaşları arasındaki Cer­men ırkını ölüme mahkum eden bu devletin bir an evvel yıkılması­nı ve aynı zamanda bu yıkılma işini çabuklaştıracak her hareketi destekliyordum. Dillerin çeşitli oluşunun doğurduğu kargaşalık parlamentoyu nasıl zayıflatır ve zaafa uğratırsa, bu hükümetin yıkıl­ma anı da, o kadar çabuk olacaktı. Bu an Alman Avusturya'sının hürriyet anı olacaktı. Artık Avusturya'nın anavatan Almanya ile bir­leşmesine bir engel kalmayacaktı. Bu bakımdan Sosyal Demokratların hareketleri ve tutumları benim düşüncelerim yönünden çok iyiydi. Sosyal Demokratların işçi lehinde çalışmaları o günlerde be­nim hoşuma gidiyor ve bu yüzden beni bu partinin sempatizanı ol­maya zorluyordu. Beni bu partiden uzak tutan husus ise, Sosyal De­mokratların Avusturya sınırı içindeki Germenlerin muhafaza edil­mesi için yapılan mücadeleye karşı çıkması idi. Halbuki Slav komü­nistleri, Sosyal Demokrasi'nin bu tutumunu sevinçle karşılaşmaları­na rağmen, başka hususlarda bu partiye karşı çok küstah ve gaddar davranıp tepeden bakıyorlardı. Böylece bu siyasi dilencilere hakları olan cevabı vermiş oluyorlardı.
    On yedi yaşımda iken "Marksizm" hakkında da henüz bende bir fikir oluşmamıştı. Sosyal Demokrasi ile Sosyalizm'e hemen he­men aynı manayı veriyordum. Sosyal Demokrasiyi gösterilerinin bir seyircisi olarak tanıdım. Bu hususta bir fikrim olmadığı gibi, üyele­rinin zihniyetlerini de bilmiyordum.
    Sosyal Demokratlarla ilk münasebetim, bir şantiyede oldu. Aç­lıktan ölmemek için iş arıyordum. Geleceğimden endişe ediyordum. Bu yüzden de çevremle ilgilenmiyordum. Fakat bir olay beni bu ta­rafa sürükledi: Bana sendikaya kayıt olmamı emrettiler. O zamanlar sendikalar hakkında bir bilgi sahibi değildim. Sendikaların işçilere faydası veya zararı hakkında bir fikrim yoktu. Fakat, kesin olarak sendikaya girmem emredilince, bu konuda bir bilgim olmadığını ve özellikle ne olursa olsun, hiçbir şeye bağlanmak istemediğimi belir­terek daveti reddettim. Eğer hemen kapı dışarı edilmemişsem bu ileri sürdüğüm birinci sebepten dolayı idi. Herhalde bir iki gün içinde her şeyi öğreneceğimi ve kendilerine bağlanacağımı sanıyor­lardı, fakat tamamen yanılıyorlar di. Önceleri sendikaya girmem bir parça imkan dahilinde idiyse de, iki hafta sonra bu ihtimal de orta­dan kalkmıştı. Gerçekten bu kısa süre içinde çevremdekileri pek iyi tanımıştım. Beni, dünyada hiçbir kuvvet, temsilcileri bana bu kadar ters gelen bir teşkilata sokamazdı, îlk önceleri kendi kendime dü­kündüm. Şantiyede çalışırken öğlenleri, işçilerin bir kısmı aşçı dük­kanlarına giriyor, diğer bir kısmı da şantiyede kalarak sefilane bir yemek yiyordu. Bunlar daha çok evli olan işçilerdi. Kadınlar da kaplar içinde çorba getirerek karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Bin bir parça ekmek, biraz sütle öğle yemeğimi yerken etrafımı da inceliyordum, incelemelerim sırasında öğrendiğim şeyler insanı isyana teşvik edecek mahiyette idi. Her şey inkar ediliyordu. Millet, kapitalist sınıfların bir uydurmasıydı. Vatan, işçi sınıfını sömürmek için burjuvazinin vasıtası idi. Kanunlar işçiyi ezmek için vazedili­yordu. Din, milletleri istismar etmek için uydurulmuştu. Ahlak, ah­makça bir sabır prensibi idi. Her temiz şey, çamura batırılıp çıkarılı­yordu.
    Önceleri susuyordum. Sonraları susmaya çalıştım. Fakat buna devam edemedim. Adi iddialara cevap vermeye başladım. Fakat ce­vaplarımın tatminkar olması için, açık ve kesin bilgi sahibi olmam gerektiğini anladım. Bunun üzerine peş peşe kitap ve broşür oku­maya başladım. Arkadaşlarımın fikirleri hakkında geniş bir bilgiye sahip olmaya başladım. Fakat onlar akıl ve mantıkla mücadele ede­bilecek kimseler değildiler. Beni şantiyede iş sırasında bir iskeleden aşağıya yuvarlamakla tehdit ettiler. Bunun üzerine şantiyeden nef­retle uzaklaştım. Kısa bir zaman sonra inadım nefretime galip geldi.
    Şantiyeye geri döndüm. Aynı zamanda parasız da kalmıştım.
    işte o zaman kendime sordum. Bu adamlar bir millete mensup olmaya layık mıdırlar? Sorunun cevabı "evet" ise en iyilerin böyle bir azaba katlanmalarını bir millet haklı gösterebilir mi? "Hayır" de­necekse milletimiz insan bakımından zayıf ve fakir denecek durum­dadır.
    Bu sıralarda bir gösteriye katıldım, iki saat olduğum yerde ka­lıp nefesimi tutarak işçilerin dörder dörder geçmelerini sabırla sey­rettim.
    Evime dönerken, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin organı olan Arbeiterzeitung'u gördüm. Bu gazeteyi kahvelerde ancak iki dakika kadar sabır göstererek okuyabildim. Bu sefer içimden gaze­teyi almak geldi.
    Yalan dolu yazıların bende uyandırdığı nefrete rağmen, o gece­ki zamanımı bu gazeteye ayırdım. Böylece Sosyal Demokratların kendi gazetelerindeki fikirlerini, nazariye üstatlarının yazdıkları ki­taplardan daha iyi inceleme fırsatını buldum. Ne büyük fark vardı... Bir tarafta, içinde peygamberlerin sözlerim hatırlatan gayet derin bir akıl ve hikmet ürünü imiş gibi hürriyet, namus ve şeref mefhumları bulunan kitaplar... Diğer tarafta da hiçbir alçaklıktan korkmayan her türlü çamur ve iftirayı saçmayı pek tabii sayan, yılan gibi bir dil ve üslûp... işte bu insanlığın kurtuluşunu isteyen basındı. Sonunda anladım ki, kitaplar, ahmaklar ve aydın kişiler için, gazeteler ise halk içindi.
    Ben, Sosyal Demokratların doktrinini derin derin incelediğim­de kendi milletimi görmeye başladım.
    Eskiden bana aşılması imkansız bir uçurum gibi görünen şey, şimdi daha büyük bir sevgiye yol açtı.
    Gerçekte ancak, ahmak olan bir kimse bu büyük zehirleme işi­ni bildiği halde, kurbanları kabahatli görebilirdi. Günler geçtikçe iradem bağımsızlığına kavuştu ve Sosyal-Demokratlarım başarı sırla­rını çözmeye başladım. O günlerde kızıl yayınlardan başka bir şeyi okumamamın, kızılların düzenledikleri toplantılardan başka bir mi­tinge katılmamamın sebebini derhal çözdüm. Sefalet dolu çevrem­de, bu hiçbir şeye izin vermeyen doktrinin münakaşa götürmeyen Sonuçlarını gördüm. Toplum ancak kuvvetli şeyler karşısında eğile­bilir. Nasıl kadınlar zayıflara baskı yaptığı halde, kuvvetli olanın karşısında diz çökerlerse; topluluk da otoriteyi, zayıfa tercih eder. Topluluklar, hoşgörü karşısında, daima bir vazgeçme alışkanlığına kapılırlar. Bunun için, topluluk üzerinde fikri bir baskıya başvurul­malıdır. Topluluk insani alışkanlıklarım kullanmamalıdır. Bu baskı topluluk tarafından pek fark edilmez. Böylece topluluk doktrinin hatalarını da görmez ve sezmez olur. Topluluk, dış görünüş itibariy­le kuvvet ve baskının sonuçlan ile karşılaşır ve ona tam olarak bağ­lanır. Bunun için Sosyal-Demokratların karşısına çıkacak olan bir başka parti, ancak rakibinden çok daha sert ve kuvvetli hareket ederse başarıya ulaşabilir, iki yıl içinde gerek Sosyal Demokratların tutumlarını, gerekse bu partinin oyuncağı haline gelen halk kitlesi­nin ruhunu anladım.
    Sosyal Demokratların faaliyetlerinin burjuva sınıfı üzerinde yarattığı dehşeti gördüm. Burjuva sınıfının bu hareket ile mücadele et­meye ne ahlakı, ne de kuvveti yeterli idi. Oysa Sosyal Demokratla­rın adeti, kendi faaliyeti için en büyük tehlike görünen kimseleri, si­nirleri darmadağın edecek şekilde bir yalan ve kuru iftira bombardı­manına tutmaktı. Bu korkunç taarruz, o şahısların ayağa kalkama­yacak şekilde yere serildikleri hissedilinceye kadar devam ediyordu.
    Sosyal Demokrasi, değerli kimselere saldırır, muhalif partinin zayıf adamlarını az çok ve gizli bir şekilde metheder. O, iradeden yoksun bir dahiden çok, basit dereceli bir zekaya sahip olan, sert tabiatlı bir adamdan korkar. Zeka ve iradeden tamamen yoksun olan­ları ise göklere çıkarır.
    Sosyal Demokrasi, huzuru sağlamak imkanına sadece kendisi­nin sahip olduğu görüşünü yayar. Olayları yakından takip eder. Ya olayların bizzat içindedir, ya da olayların yanındadır. Eğer halkın dikkati bir başka yöne çevrilmiş ise, Sosyal Demokrasi derhal bu duruma müdahale eder.
    işte bunun için partileri boğan ve yok eden gazlara karşı daha zehirli ve etkili gazlarla karşılık verilmelidir. Aksi takdirde galibiyet yolunun kapalı olduğu halka anlatılmalıdır. Zayıf yaradılışlı kimse­lere bu durumun bir ölüm kalım mücadelesi olduğu açıkça belirtil­melidir. Ben bütün bunları tespit ederken şahısların topluluğa karşı duyduğu korkunun önemini gördüm.
    Her yerde dehşet ve korku, aynı derecede bir dehşet ve korku tarafından yolu kapanmazsa daima başarıya ulaşır, işte o zaman böyle bir parti, istikamet değiştirerek, önceleri hakaret ettiği, küçük düşürdüğü devlet otoritesine sığınır. Çoğu zaman da genel bir ka­rarsızlık anında isteğine kavuşur. Çünkü daima gerzek beyinli bir­kaç yüksek dereceli memur, korkularından düşmanın gelecekte kendilerine iyi muamelesini temin etmek amacı ile ona yardım eder.
    işte bu biçimde bir başarının halk üzerinde nasıl bir etki yaptığı hem taraftarlar hem de karşı olanlarca bilinemez. Bunu ancak hal­kın ruhunu kitaplardan tanımaya çalışanlar değil, hayatın içine gi­renler takdir ederler. Yapay olarak elde edilen başarı taraftarlar ara­sında sürdükleri davalarının bir zaferi imiş gibi kabul edilirken, ye­nik düşenler ise ilerde ortaya çıkacak direnişin başarı ihtimalinin kaybolduğuna inanırlar.
    Zamanla kaba kuvvet usullerini öğrendikçe, bu kaba kuvvete hedef olan halk kütlelerine karşı duyduğum hoşgörü de arttı. Bu çe­tin ve ıstıraplı günlerimde, beni milletime iade ederek milletimin özelliğini bana öğrettiği ve terör hareketlerinin elebaşıları ile, kur­banlarını yakından tanımama fırsat verdiği için Tanrı'ya bin kere şükrediyorum. Bu yollarını şaşırmış, iki gözü de kapalı olan adam­ların sadece bıçak altına yatmış birer kurban oldukları kabul edil­melidir, işte bu rezil sınıfların ruhlarını basit bir iki çizgi ile ortaya koyarken, bu toplulukların derinliklerine inildiğinde, parıldayan bir ışığa rastlanacaktır. Ben gözlemlerim sırasında, bu sınıfların bireyleri arasında ender de olsa, bazı fedakarlık olaylarına, sadık arkadaş­lık hislerine, samimi bir tevazu ile dolu çekingenliklere, insanı şaşırtan itidalli davranışlara rastladım. Bu pırıltılar özellikle yaşlı işçiler arasında görülüyordu. Bu parıltılara yeni nesillerde ve büyük şehir­lerin çarkları arasında eriyenlere rastlanamıyordu. Ancak tek tuk bazı gençler vardı ki, onlar doğuştan kazandıkları meziyetlerini mu­hafaza ederek, hayatın kötülüklerine karşı, hâlâ direniyorlardı, Fakat bu iyi insanlar, eğer siyasi faaliyetleri milletimizin can düşman­larına kaptırılıyorsa, bunun sebebi, o heriflerin idare ettiği partilerin kötülüklerim takdir edememelerinden ileri geliyordu. Çünkü hiç kimse bu adi heriflerin ne dolaplar çevirdiklerini incelemek zahme­tini göstermemiştim. Bu kimselerde karşı koyma iradesi "sosyal sü­rüklenmelere mağlup olmuştur. En sonunda sefalet onları gırtlakla­rından yakalayarak Sosyal Demokrasi çamuruna batırmış ve o ça­murun içinde bırakmıştır.
    Burjuvazi işçinin en meşru ve en tabii isteklerine dahi, binlerce defo büyük bir ahlaksızlıkla "hayır" cevabı vermiştir, işte bu haksız Direniş karşısında işçiler sendikalara doğru itilmişlerdir.
    Böylece işçi, en basit isteklerine insani bir cevap alamadığı için sendika teşkilatı ile siyasete doğru sürükleniyordu, işçi Sosyal Demokrasi’ye düşman idi. Fakat direnişleri defalarca sonuçsuz kaldı. Burjuva partileri ise her türlü toplumsal sorunlara karşı ilgisizdiler. iticinin hayat şartları düzeltilmedi, iş kazaları, çocukların ve kadınların çalışmaları, kadınların hamilelik halleri hiçbir zaman göz önüne alınmadı. Makineler arasında çalışan işçi her türlü emniyet ted­birlerinden uzak bırakıldı. Böylece halk toplulukları Sosyal Demokrasinin ağları içine düştü. Sosyal Demokrasi, bu üzüntü veren siyasi düşüncelerin sebep olduğu olayların hepsinden faydalandı. Buna karşılık burjuva partiler hatalarını hiçbir zaman düzeltmediler, esasen düzeltemezlerdi de... Çünkü her türlü toplumsal yenileşme hareketine karşı durmakla kin tohumlarını etrafa serpmişlerdi. Halkın can düşmanı olanlarının iddialarına, yani işçilerin menfaatlerini sadece Sosyal Demokrat Partisi'nin koruduğu yolundaki sözlerine hak verme durumu doğmuştu.
    Böylece burjuva partileri, sendikaların kurulmasına imkan veren ahlaki temelleri hazırladı, işte bu teşkilatlar, Sosyal Demokrat partiye taraftar toplayan birer kuvvet haline geldiler. Viyana'da bulunduğum yıllar sırasında ben de ister istemez sendika konusunda bir vaziyet almak zorunda kaldım. Sendikayı, Sosyal Demokrat Partisi'nin birbirinden ayrılmaz bir parçası kabul ettim. Ama sonunda bu kanaatimin yanlış olduğunu anladım. Seri olarak verdiğim bu karardan hemen vazgeçtim. İşte bu ana davalar­da kader benim gözümü açacaktı, ilk kararım tamamen ters çıkmış, altüst olmuştu.
    işçinin en tabii toplumsal haklarım savunacak ve ona daha iyi hayat şartlan sağlayacak olan sendikalar ile, sınıflar arasındaki siyasi mücadeleyi kızıştıran ve bunu partiye hizmet için yapan sendikaları birbirinden ayırt etmeyi öğrendiğim zaman henüz 20 yaşında idim.
    Sosyal Demokrasi sendikaların kudretini anladı ve bunu kendi davasına dahil ederek başarısını sağladı. Burjuvazi ise bu teşkilata değer vermediği için siyasi yerini kaybetti. Hatta bu teşkilatın nor­mal gelişmesine küstahça karşı koyuşla engel olacağını zannetti. Sendikaların, kuruluşları itibariyle vatan fikrim ortadan kaldırdığını düşünmek ve bunu iddia etmek yanlıştı. Sendika faaliyetleri, milleti meydana getiren sınıflardan birinin (işçi sınıfı) toplumsal seviyesini yükseltmek amacını takip ederse, hiçbir zaman vatan ve devlet aley­hine hareket etmiş olmaz. Sendika, halkın fizik ve ahlakı sefaletleri­ni hazırlayan şeyleri ortadan kaldırarak ve onlarla mücadele ederek toplumsal yaraları iyi eder. Sonuç olarak sendika faaliyeti her du­rumda ve ne olursa olsun gereklidir.
    Toplumsal anlayıştan yoksun veya hak ve adalet hislerinden uzak kalmış iş adamları var oldukça, halkımızın bir parçası olan işçi­lerimiz, tek bir teşebbüsün hırsına veya akıl dışı davranışlarına karşı, topluluğun menfaatlerim korumak hakkına sahip olacaklardır. Çün­kü halkta bağlılık hislerini ve güveni korumak, fiziki ve iktisadi sıh­hati kurtarmak, millet yararına uygun hareket etmek demektir.
    Ahlaktan yoksun bir bölüm iş adamları, kendilerini topluma yabancı sayarlarsa ve bir sınıfın fiziki ve ahlaki durumunu tehdit ederlerse, memleketin geleceği üzerinde olumsuz etki yaparlar.
    İşte bu durum karşısında herkes kendi çıkarına uygun bir bi­çimde sonuç almaya kalkışmasın. Bu hususta hiç kimse serbest de­ğildir. Kötü niyetli kimseler dikkatleri esas konunun üzerinden çe­kip, başka tarafa çevirmek için çalışmasınlar. Toplumsal hayata en­gel olan her şeyi yok etmek milli menfaatlere uygun mudur, yoksa uygun değil midir? Bu soruya verilecek cevap evet ise başarıyı sağla­yacak silahlar ile kavgaya katılmak lazımdır. Yoksa ferdi ve bir iki kişinin bir araya gelerek yaptığı cılız çıkışlar hiçbir zaman büyük iş adamının sonsuz kudretine set olamaz. İşte dikkat edilecek husus buradadır. Gaye hak temin etmek değildir. Esasen hak temin edil­miş ve ele geçirilmiş olsa idi, ortada ihtilaf da olmazdı. Esas gaye en kuvvetli olmaktır.
    Halka çok fena muamele yapılır, kanunlara, aykırı hareket edilir Ve haksızlıklara karşı bir kanuni tedbir alınmazsa, anlaşmazlıkları ancak kuvvet halleder. Bunun için bir araya gelmeli ve haklarını arayacak bir temsilci göstermelidirler.
    işte bu bakımdan sendika kuruluşları, bugünkü hayata somut sonuçları ile birlikte daha güçlü bir "toplumsal ruh" getirebilirler. Böylece devamlı bir şekilde toplumsal hayatı sarsan şikayet noktala­rı etkisiz duruma getirilir. Eğer bu böyle olmuyorsa, ya toplumsal kanunların yollan ustaca manevralarla kesilmektedir, ya da siyasi tesir ve nüfuz sayesinde mevcut kanunlar hükümsüz bırakılmaktadır. Siyasi burjuvazi sendika kuruluşlarının önemini takdir etmedikçe veya anlamaz göründükçe ve bunlara karşı şiddetle direndik­çe, Sosyal Demokrasi de bu hor görülen hareketi benimsemekte gecikmedi. Sosyal Demokrasi gayet dikkatli bir davranışla, sendika hareketinden kendisine sağlam bir zemin hazırladı ve bundan, büh­tan geçirdiği günlerde istifade etti. Gerçi hareketin derin gayesi zamanla ortadan kalktı ve yerini yeni hedeflere bıraktı. Çünkü, Sosyal Demokrat Parti, hiçbir zaman savunduğu ve ele geçirdiği kooperatif hareket’in programını dahi korumak için çaba göstermedi ve buna önem vermedi.
    Geçen yıllar içinde toplumsal hakların savunması için kurulan kuvvetlerin hepsi, Sosyal Demokrat Partililerin becerikli ellerine geçer geçmez milli ekonomimizin tahribi ve yok edilmesi uğruna kullanılmıştır. Artık işçinin en basit hakları dahi düşünülmez olmuştur. Çünkü ekonomik sahadaki zorlayıcı araçların kullanılması, siyasi huyuna her türlü zulme imkan hazırlar. Bu iş için sadece bir tarafta cehalet ve diğer tarafta ahmak sürünün mevcut olması yeter. İşte ortada görülen durumda tam bu şekilde idi. Geçen yüzyılın son yıllarına doğru sendika faaliyetleri ilk amacından uzaklaşmaya başladı. Yıllar geçtikçe Sosyal Demokrat Parti, işçiler arasına dalarak en so­nunda sınıf mücadelesinde bir tazyik aracı haline geldi. Bin bir güç­lüklere katlanarak kurulmuş olan bütün iktisadi binalar devamlı darbelerle yıkılırsa, sonunda iktisadi temellerinden tamamen yok­sun kalmış bulunan devlet binası da aynı akıbete uğramaktan ken­disini kurtaramaz. Parti, işçinin gerçek ve müphem ihtiyaçlarına za­manla daha az ilgi göstermeye başladı, istekler ne kadar çoğalıyorsa, onlara cevap vermek, onları tatmin etmek de o nispette azalıyordu. Halbuki işçinin arzularına kısmen cevap verilmek suretiyle, onların kavga kudretini zayıflatmak yoluna gidilebilirdi.
    Çünkü halk arzusu bir kere tatmin edildi mi, kendini idare edenlere körü körüne bağlanır ve kavga kuvveti olmaktan çıkardı.
    Fırtınalarla dolu sonuç, sınıf mücadelesini idare eden ve onu körükleyenlere öyle bir dehşet telkin etti ki, her hayırlı toplumsal reforma el altından şiddetle karşı çıktılar. Her reform hareketine bi­le bile cephe aldılar. Bu kadar akıl almaz bir davranışı haklı göster­mek zahmetine bile katlanmak gereğini duymadılar.
    işte bu hal karşısında istekler dalgası ne kadar kabarıp yükseli­yorsa, o istek dalgasının bir parça tatmin ihtimali de o kadar azalıp, kayboluyordu. Fakat bütün döndürülen bu dolaplara rağmen, işçi­lere, en tabii ve en küçük haklarına dahi gülünç denebilecek cevap­ların verilmesinin sebebinin, işçinin mücadele ruhunu, kudretini zayıflatmak ve mümkünse bunları tam manasıyla felce uğratmak ol­duğunu, bu sinsi faaliyetin şeytani bir emelin parçasından ibaret bu­lunduğunu anlatmak ve açıklamak gerekirdi. Bu durumda her türlü sözün sağlayacağı başarıya hayret edilemezdi.
    Burjuva Partileri, Sosyal Demokrat Parti'nin bu korkunç faaliye­tinin sinsi sonuçlarım nefretle karşılıyorlarsa da, bu olumsuz çalış­malara karşılık verebilecek bir davranışa gerek görmüyorlardı. Hal­buki Sosyal Demokratların iktisadın ezdiği, korkunç sefaletini hafif­letmekten çekindiği ve aynı zamanda sınıf mücadelesi sırasında si­lah olarak kullandığı işçileri, burjuvazinin kendi tarafına çekmesi gerekirdi. Fakat burjuvazi hiç ama hiçbir şey yapamadı. Karşı mev­kilere taarruz edeceği yerde, kendi bindiği dalı kesti ve kendi kendi­sini tazyik altında bıraktı, iş işten geçtikten sonra da o kadar değer­siz birtakım araçları imdadına çağırdı ki, sonunda hiçbiri sonuç ver­medi ve Sosyal Demokratlar tarafından kolayca saf dışı edildi. Hiçbir şey değişmedi, sadece değişen memnuniyetsizlik oldu. O da gitgide çoğaldı.
    Artık serbest sendika, siyasi havaya girince herkesin hayatı üze­rinde bir tehlike unsuru olarak belirmeye başladı. Serbest sendika, milli iktisadın emniyet ve geleceğine karşı, devletin sağlamlığına karşı, ferdi hürriyetlere karşı, korkulacak terör araçlarından biri ol­du.
    "Demokrasi" sözünü alaylı ve adi cümleler içinde telaffuz eden özellikle "serbest sendika" oldu.
    Bu hürriyete bir hakaretti. Kardeşlik ve birlik hususu ise şu cümle ile rezil ediliyordu: "Sen bir yoldaş değilsen kafan parampar­ça edilecektir."
    işte görünüşte insanlık dostu olan, fakat beşeriyeti mahvetme yolunda yürüyen bir insaniyet dostu (!) ile böyle tanıştım. Yıllar geçtikçe düşüncelerim gelişti ve hiçbir yönünü değiştirmek gerek­medi. Sosyal Demokrasi'nin dış görünüşünü ne kadar iyi surette in­celersem, bu doktrinin derinliklerini görebilmek isteğim de o kadar çoğalıyordu. Bu hususta partinin resmi edebiyatı bir yardımda bulunamazdı. Partinin resmi ağzı, eğer iktisadi konularla meşgul olu­yorsa, bu husustaki konuşmalar, iddialar ve ortaya konan deliller hiçbir zaman doğru olmuyordu. Parti siyasi gayelerinden söz ettiği zaman da samimi olmuyordu.
    Bütün bunlardan başka çok gelişmiş olan mesele çıkarma ruhu ve delillerin ortaya konuş şekli, bana daima derin tiksinme hissi tel­kin ediyordu. Derin düşünceleri, kekeleyici, karanlık, hatta anlaşıl­maz ve manasız ıstıraplarla dolu bir sürü cümlelerle anlatmak ister­lerken hiçbir fikir kırıntısına rastlanmıyordu. Akıl öyle bir dolam­baçlı yollardan ilerliyordu ki, daima hedefi şaşırıyordu. Bir insanın kendini rahat hissedebilmesi ve bu sonsuz "dadaisme"* gübresi içinde samimi ve gerçek bir durumda bulunabilmesi için ancak bü­yük şehirlerdeki o "bohem"** kişilerden olması gerekiyordu. Sosyal Demokrat Parti'nin destekleyicisi olan yazarlar pek açık olarak hal­kın bir kısmının tevazuunu istismar ediyorlardı. Çünkü bu tip halk (Dadaisme- 1917 yılına doğru kurulan bir edebiyat ve sanat okulu.bu okulun programları fikir ile anlatış arasındaki bütün ilgileri ortadan kal­dırmaktı. Bohem-Günü gününe yaşayan, başıboş kimse.) topluluğu herhangi bir şeyi ne kadar az anlarsa, onda o kadar ender gerçekler ve değerler buluyorum sanır.
    Böylece bu doktrinin, kuramsal bakımdan yanlışlığı ve mana­sızlığı ile ortaya çıkan gerçekleri mukayese edince, takip ettiği gizli gaye hakkında geç de olsa açık bir fikir sahibi oldum.
    O zaman şunu anladım, bütün enerjisini kinden alan bir dokt­rin karşısında bulunuyorduk. Bu doktrin kendi zaferini kazanmak için en ufak teferruatı hesaplamıştı. Zafer kazanıldığı vakit insanlığa öldürücü bir darbe indirilecekti. Hemen bu arada, bu yıkıcı doktrin ile bir milletin o güne kadar benim dikkatimden uzak kalmış olan özel vasfı arasındaki münasebetleri gördüm.
    Sosyal Demokrasinin gizli amacı, ancak Yahudilerin ne olduk­larını bilmekle anlaşılır. Bu Yahudi milletini tanımak, bu partinin hedefi ve niyeti hakkında gözlerimizi kapatan yanlış fikirler bağını koparıp atmak demektir. Yahudileri tanımakla bizi kendine körü körüne bağlayan bu partinin toplumsal fikri deşildiğinde Mark­sizm'in çirkin ve korkunç bir şekilde gerilmiş yüzü ortaya çıkacaktı. Yahudi kelimesinin bende ilk defa olarak özel birtakım fikirler uyandırması, hangi çağda meydana geldiğini kestirmem pek imkan­sız değilse de, biraz zor olacaktır. Babamın sağlığında bu kelimenin evimizde telaffuz edildiğini hiç hatırlamıyorum. Galiba benim için pek saygıdeğer olan babam, bu kelimeyi özel bir şekilde telaffuz e-den kimseleri geri kafalı adamlar kabul edecekti. O hayatı boyunca az çok bir kozmopolitliğe eğilim göstermişti. Bu eğilim onun gayet sağlam olan milli kanaatlerine rağmen düşüncelerine hakim olmak­tan başka, benim üzerimde dahi iz bırakmıştı. Okul sırasında hiçbir şey beni, ailemden aldığım fikirleri değiştirmeye zorlamadı. Realschule'de genç bir Yahudi çocuğu ile tanışmıştım. Bu Yahudi çocuğu­na karşı davranışlarımızda hepimiz dikkatli hareket ediyorduk. Fa­kat bu tutumumuza sebep, o Yahudi çocuğunun bazı konular üze­rindeki ketumluğu dolayısıyla bizde pek az bir güven uyandırabilmiş olmasıydı. Esasen ne ben ne de arkadaşlarım bu davranışımız­dan özel bir sonuç çıkarmadık.
    Nihayet on dört on beş yaşıma geldiğimde siyasetten bahsedil­diği sıralarda Yahudi kelimesini duymaya başladım. Bu sözler ben de az da olsa bir itiraz etme duygusu uyandırıyordu. Mezhepler do­layısıyla çıkan kavga ve çekişmeleri gördüğüm vakit içimde nahoş hisler kabarıyordu. Bu hal de, beni bu hususta bazı itirazlara zorlu­yordu. Linz'deki Yahudi sayısı azdı ve Avrupalılaşmalardı. Onları Alman zannediyordum. Bu kanaatin manasızlığını idrak edemiyor­dum. Almanla Yahudi arasındaki farkın sadece dinler arasında oldu­ğunu zannediyordum. Hatta sürekli zulümlere hedef olmalarını, din (arkına veriyor ve bu yüzden de kendilerine antipati beslemiyor­dum.
    işte kafam bu düşüncelerle dolu olarak Viyana'ya geldim. Mi­mari alandaki kabiliyetimin bolluğu içine daldığım ve kendi mu­kadderatımın ağırlığı altında ezildiğim için, ilk günler büyük şehrin nüfusunu teşkil eden çeşitli zümreler hakkında gözüme hiçbir şey takılmadı. O günlerde Viyana'da iki milyon kişi yaşıyordu ve bu nü­fusun iki yüz bini Yahudi idi. işte ben bunun farkında değildim. İlk günlerde gözlemlerim ve düşüncelerim, yeni değer ve fikirlerin gi­riştikleri hücuma pek o kadar karşı koyacak kuvvette değildi. Niha­yet içimde ağır ağır sükûnet ortaya çıkmaya başladığı ve bu hum­malı hayaller açıklığa kavuştuğu sıralarda, Yahudi meselesi ile burun buruna geldiğim an ki, etrafımı çepeçevre saran dünyaya çok daha dikkatli bakmaya başladım.
    Yahudi meselesi ile karşılaşmamdaki şekil bana pek hoş gelme­di. Ben o sıralarda Yahudi'yi sadece başka bir dine mensup bir kim­se olarak kabul ediyordum. Dini çekişmelerden ve dini inanışlardan çıkan her türlü düşmanlığı, hoşgörü ve insaniyet adına daima kına­maktan da kendimi alamıyordum. Bu arada Viyana'nın Yahudi aleyhtarı basının tutumu da bana medeni bir milletin örf ve gele­neklerine yakışmaz gibi geliyordu. Orta çağlara kadar uzanan ve tekrarı kanaatimce hiç istenmeyen bazı olayların hatırası aklıma ta­kılıyordu. Esasen bu bahsettiğim gazeteler, birinci sınıf basın organı olarak kabul edilmiyorlardı. Peki ama niçin bu böyle idi? Bunu o günlerde ben de pek bilmiyordum, işte bundan dolayı bu gazetele­rin tutumuna hiddet ve çekememezliğin sebep olduğunu sanıyor­dum. Bu kanaatimi, büyük basın organlarının yayın yolu ile yapılan bu hücumlara karşılık vermemesi de kuvvetlendiriyordu. Benim takdir edip, beğendiğim husus, bu basının kendi aleyhindeki yayın­lara cevap vermeyip, susarak ve onlardan hiç bahsetmeyerek onları "sessizlik" ile ortadan kaldırması idi.
    Dünyaca meşhur Neue Freie Presse, Wiener Tagblatt ve diğerini devamlı olarak okudum. Okurlarına bol bol bilgi vermeleri ve konuları gayet tarafsız ortaya koymaları beni hayrette bıraktı, işte bu basının kibar halini takdir ediyordum. Sadece basının ağır üslû­bu beni biraz rahatsız ediyordu, hatta bende olumsuz etki bırakı­yordu. Belki de bu kusur, bütün bu büyük kozmopolit şehre can veren çırpıntılı ve hareketli yaşayışın sonucu olabilirdi. O günlerde, Viyana'yı böyle bir şehir saydığım için, kendi kendime bulduğum açıklamanın bir mazeret teşkil etmekten öteye geçemeyeceğini ka­bul ediyorum.
    Fakat beni en çok rahatsız eden şey bu basının hükümete pek yılışık ve terbiyesiz bir şekilde kur yapması idi. Hofbourg'da küçük bir olay çıkmaya görsün, işte bu olay okurlara, ya çok büyük bir şevk ve galeyan içinde ya da büyük bir üzüntü bulutu altında kale­me alınarak sunuluyordu. Hele hele gelmiş geçmiş bütün devirlerin en akıllı hükümdarı (!) konu edildiği vakit, gazetelerde çıkan yazı­lar, kızışma sırasındaki bir yaban horozunun dişisini büyülemek için yaptığı dansı akla getiriyordu. Bütün bunlar bana bir gösteriş­ten ibaret gibi geliyordu.
    İşte benim bu gözlemim "liberal demokrasi" hakkında bugüne kadar beslediğim fikirlerin üzerine bazı gölgeler düşürdü. Sarayın sevgisini bu şekilde kazanmak, milletin şerefini hiçe saymak de­mekti. Böylece Viyana'nın büyük basını ile arama kara kedi girmişti. Her zaman yaptığım gibi, daha ilk günlerde de Almanya'da ge­rek siyasi alanda ve gerek sosyal yaşayışta gelişen olayların hepsini Viyana'da büyük bir dikkat ve ihtirasla takip ediyordum. Reich'ın yükselmesini, Avusturya Devleti'nin rehavet hastalığı ile gurur ve hayranlık duyarak mukayese ediyordum. Reich'ın dış siyasetindeki başarıları bana sonsuz bir keyif verirken içteki siyasi durum beni o kadar sevindirmiyordu. O sıralarda ikinci Guillaume aleyhindeki mücadeleyi hiç uygun bulmuyordum. Onu sadece Alman imparato­ru kabul etmiyor, aynı zamanda Alman donanmasının tek yaratıcısı
    sayıyordum.
    Reichtag'ın, imparatoru siyasi nutuk vermekten alıkoyan kararı, beni bir hayli sinirlendiriyordu. Çünkü bu karar bu hususta hiçbir yetkiye sahip olmayan bir meclisten çıkıyordu. Bu erkek kazlar, parlamentolarında sadece bir devre zarfında bile, bütün bir impara­tor hanedanının yüzyıllar boyunca yapamayacağı manasızlıklardan Çok daha fazlasını ortaya koyuyorlardı. Her yarı delinin düşüncele­rini dinletmek için söz aldığı, hatta kanun yapıcısı sıfatı ile devlet içinde başıboş bırakılan ve bütün dönemlerin en geveze insanların­dan oluşan aşağılık bir meclisten, imparatorluk tacım taşıyan kişinin azar işitebildiğim görmek bende nefret uyandırıyordu. Ayrıca beni çileden çıkaran başka bir şey daha vardı. Bu da imparatorluk •tabalarının en adi atlarını bile, gayet saygıyla selamlayan ve eğer hayvan kuyruğunu sallarsa büyük bir vecde dalan Viyana basınının, Alman imparatoru'na ait asılsız endişelerini üzüntülü bir dille ve as­lında iyi bir biçimde saklanamayan kötü bir niyetle ortaya koymaya cesaret etmesi idi. Eğer bu basının yazdıklarına bakılırsa Almanya imparatorluğunun işlerine karışmak niyetinde değildiler. Keşke ALLAH onları böyle bir davranıştan korusa! Fakat onlara bakılırsa, iki imparatorluk arasındaki anlaşmanın ortaya çıkardığı ödevi yerine getiriyorlardı ve bu bakımdan yaranın üzerine o adi, pis parmakları­nı güya dostça bir biçimde basıyorlardı. Böylece basının gerçeği yaz­ma ödevini yerine getirmiş oluyorlardı (!) Aslında onlar, böyle yaza­rak sırıta sırıta yaraya kirli parmakları ile basıyorlardı. Bundan dola­yı bütün kanım tepeme çıkıyordu. Gitgide büyük ve itibarlı (!) ba­sından şüphe etmeye başladım. Sonunda Yahudi aleyhtarı gazeteler­den biri olan Deutsches Volksblatt'ın bu durumda daha asil ve ter­biyeli bir şekilde hareket ettiğini gördüm.
    Ayrıca beni sinirlendiren diğer bir husus da, büyük basının o günlerde Fransa Devleti'ne karşı gösterdiği saygı idi. Nerede ise bu saygı ibadet şeklini alacaktı. Bu itibarlı (!) basının o "medeni millet"i övmek için söylediği güzel şiirleri okuduğum zaman, insan Alman olduğuna adeta utanıyordu. Bu adi Fransa sevgisi salgını çok defa bu büyük gazeteleri elimden fırlatıp yere atmama sebep oldu. Çoğu zaman Volksblatt'ı okuyordum. O daha küçük bir dünyaya sahip i-di. Fakat böyle konuları daha uygun bir üslûpla ele alıyor ve inceli­yordu. Gerçi onun Yahudi aleyhtarlığını pek tasvip etmiyordum. Fakat yazılanların arasında bazı kere öyle deliller tespit ediyordum ki, bunlar beni düşünceye sevk ediyorlardı.
    Belki de o günlerde Viyana'nın kaderine hakim olan şahsı ve partiyi işte bu hava içinde tanıdım. Bu adam Dr. Kari Lueger, parti de Hıristiyan Sosyal Parti idi. Viyana'ya geldiğim günlerde bunlara karşıydım. Bana göre Dr. Kari Lueger ve parti, gericiydiler. Fakat sonunda, hem o şahsı hem de eserini tanımak fırsatını elime geçi­rince bu hükmümü değiştirdim. Bugün bile Dr. Kari Lueger'i bütün devirlerin en yüksek Alman belediye başkanı kabul ediyorum. Hı­ristiyan Sosyal hareket karşısındaki kanaatlerimin değişmesi ile, ka­famda ne kadar batıl düşünceler varsa hepsi bir anda yok oluverdi. Yahudi aleyhtarlığı hususundaki kanaatim de zamanla değişti. Fakat bu doğru yola giriş benim için çok ıstıraplı oldu. Ayrıca zihnimde gizli mücadeleler cereyan etti. Ancak, akıl ve hissiyat, tıpkı iki düş­man gibi birbirleri ile savaştıktan sonra, akıl zaferi elde etti. iki yıl geçtikten sonra ise, akıl ve hissiyat birbiri ile birleşti ve sonunda hissiyat aklın sadık bir koruyucusu ve yol göstericisi oldu. Düşün­celerimin aldığı terbiye ile akıl arasında geçen ve pek hoş olmayan bu büyük çekişme sırasında Viyana kaldırımlarının verdiği hayat dersi, benim için çok değerli görevleri yerine getirmemi sağladı.
    Artık sokak ve caddelerde körler gibi dolaşmıyordum. Gözle­rim açılmıştı. Bir gün Viyana'nın eski mahallelerinden geçerken, ani olarak uzun pelerinli, uzun siyah saçlı bir adamla karşılaştım. Bu da bir Yahudi miydi? işte ilk aklıma gelen düşünce bu oldu. Linz Yahudilerinde bu kıyafet yoktu. Bana yabancı gelen simayı ihtiyatlı bir şekilde ve dikkatle inceledim. Bu yabancı simayı inceledikçe ada­mın yüz hatlarına dikkatle baktıkça biraz evvel kendi kendime sor­duğum soruyu değiştirdim: Acaba bu bir Alman mıydı?
    Hemen kitaplarda şüphelerimi yok edecek çareler aradım. Ha­yatımın ilk Yahudi aleyhtarı broşürlerini satın aldım. Fakat ne var ki, bu broşürlerin hepsi de okuyucularının Yahudi davasını biraz biliyor farz ederek hazırlanmıştı. Bu broşürlerdeki yazılarda bende yeni birtakım şüpheler doğurdu. Keza iddialarını ispat için ileri sür­dükleri deliller çok yüzeysel ve ilmi temelden tamamen uzaktı, işte bundan dolayı batıl fikirlere tekrar saplandım. Bu durum haftalarca ve hatta aylarca devam edip gitti.
    Mesele bana o kadar anormal, ithamlar o nispette ölçüsüz geli­yordu ki, haksız bir karar alma korkusu, bana işkence edip duru­yor, beni endişe ve tereddütlere düşürüyordu. Esasen, dini çekişme­ler sırasında özel bir mezhebe mensup olan Almanların konu edil­mediğini, tamamen ayrı bir ırkın, yanı Yahudiliğin üzerinde durul­duğunu anlamaya başladım. Artık bu hususta hiçbir şüphem kalma­dı. Çünkü bu konu ile meşgul olmaya başladığım ve bütün dikkatimi Yahudiler üzerine yoğunlaştırdığım günden bu yana Viyana'yı başka bir şekilde görmeye başladım. Artık nereye gitsem, ne tarafa baksam gözüme hep Yahudiler takılıyordu. Yahudileri çok ve sık gördükçe onları diğer insanlardan kolayca ayırabiliyordum. Viya­na'nın merkezinde ve Tuna'nın kuzeyindeki mahallelerin dış görü­nüşleri, Almanların oturdukları yerlerin görünüşleri ile tamamen farklı idi. Oralarda başka bir nüfus cıvıl cıvıl kaynaşıp duruyordu.
    Şimdi, belki bu hususta, yani Yahudileri tanımada biraz şüp­hem varsa da, Yahudilerden bazılarının davranışları beni her türlü süphe ve tereddütten uzaklaştırıyordu. Yahudiler arasında gelişme ve Viyana'da oldukça dal budak sarmış büyük bir hareket Yahudi ırkının vasfını özellikle göze çarpar bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu büyük hareket Siyonizm'di.
    Yahudilerin küçük bir kısmı Siyonizm'i tasvip ediyordu. Geri kalan çoğunluk ise bu prensibi kabul etmiyor gibiydi. Fakat bu dav­ranışlara yakından bakılacak olursa, perde kalkıyor ve ortaya bam­başka bir durum çıkıyordu. Göze, kendi davalarının gereği olarak Uydurdukları birtakım aslı astarı olmayan sebepler çarpıyordu. Ger­çekte ise Liberal Yahudiler, siyasi faaliyet gösteren Yahudileri, aynı irkin mensupları değildir diye reddetmiyorlardı. Onlar sadece Ya­hudiliklerini düşünerek onlara fena gözle bakıyorlardı. Fakat bu durum onların bir araya gelmelerine ve birlik olmalarına engel teş­kil etmiyordu, işte bu Liberal Yahudilerle, Siyonist Yahudiler arasın­daki yapmacık kavga bende büyük bir tiksintinin doğmasına sebep oldu. Bu göstermelik çekişme hiçbir gerçeğe dayanmıyordu, tam manasıyla koca bir yalandan ibaretti. Bu hile ise, Yahudi ırkının kendine yakıştırdığı asalete ve temiz ruhluluğa hiç uygun düşmezdi. İşin aslına bakılırsa bu ırkın ahlaklı ve temiz ruhlu oluşu çok özel bir haldi. Bu heriflerin suya karşı ne kadar az yakınlıkları olduğu yüzlerine bakılınca, hatta çoğu defa yanlarına gözünüz kapalı olarak bile yaklaşınca derhal anlaşılıyordu. Sonra bu pelerin giyen heriflerin o adi kokularını duydukça, midemin kabardığını hissetmeğe başladım. Hepsinin üstü başı pisti ve hiç de kibar kimseler değildiler. Anlattığım bu ayrıntıda belki ilgi çekici bir husus yoktur. Ama bu heriflerin pislikleri altında o seçkin ırkın ahlak yö­nünden eksikliğini tespit edince büyük bir tiksinti duyuyordum.
    Artık beni en çok ilgilendiren şey Yahudilerin bazı sahalarda gösterdikleri faaliyetlerdeki hareket şekilleri idi. Yavaş yavaş hare­ketlerinin sırlarını keşfetmeye başladım. Sosyal hayatta ne şekilde olursa olsun herhangi bir kötülük varsa Yahudi ona muhakkak katı­lıyordu. Bu tip bir yaraya neşter vurulur vurulmaz, kokuşmuş bir vücuttaki solucan gibi parlak ışıktan gözleri kamaşmış bir çıfıt orta­ya çıkıyordu.
    Yahudilerin basında, güzel sanatlarda, edebiyatta, tiyatro ve si­nemadaki faaliyetlerini inceden inceye tetkik edince, bende Yahudi­lik aleyhinde bir çok ithamlar birikti. Böylece tatlı sözler, tatlı yazı­lar bana bir fayda vermez oldular. Herhangi bir tiyatro ya da sinema afişlerine bakmak ve o temsili ya da filmin senaryosunu yazan adları incelemek yetiyordu. Böyle yapılınca insan ister istemez Yahudilerin amansız düşmanı oluyordu. Bu sinsi faaliyet Viyana'da halkı zehirle­yen bir ahlak vebasıydı ki, eski devirlerin vebasından çok daha bü­yük felaketlerle yüklüydü. Bu zehir hiç durmadan bol miktarda i-mal edilip etrafa yayılıyordu. Bu eserleri meydana getirenlerin terbi­ye ve fikir seviyeleri ne kadar sıfır, hatta sıfırın altında ise, eser (!) meydana getirme kabiliyetleri de o kadar büyük idi. Bu adi adamlar sanki bir püskürtme makinesi gibi, bütün pisliklerini insanlığın yü­züne fışkırtıp duruyorlardı. Bu gibi adi adamların sayısı da bir hayli kabarıktı.
    Tanrı'mın lütfettiği bir Goethe'ye karşılık, onun çağdaşlarına bu çalakalem giden heriflerin musallat olduklarını bir düşünün. Bu adı adamlar birer basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudi'nin Tanrı tarafından bu korkunç rolü oy­namak için özellikle yaratıldığını düşünmek pek müthiş bir şey... Fakat bu hususta aldanmamak ve hayallere asla kapılmamalıyız. Çünkü seçkin ırk dedikleri, bu mundarlar mıdır?
    Artık sanat eseri olarak ortaya çıkan pis ve adi yazılan kaleme alan isimleri, büyük bir dikkatle incelemeye başladım. Bu inceleme­nin sonunda daha önceki düşüncelerimin hatalı olduğunu gördüm Hissiyat ne kadar insanı aldatırsa aldatsın, aklın araştırma yolu ile ortaya çıkaracağı sonuçlar daha doğru oluyordu. Gerçek şuydu! Güzel sanatlardaki adi eserler, edebi sahadaki pislikler, tiyatro ve sinemalarda oynanan budalalıkların yüzde doksanı, memleket nüfusu nün ancak yüzde biri kadar olan bir ırkın meydana getirdiği şeyler di. Bu inkar edilmez bir gerçekti. Bir vakitler benim dünyaya hakim gibi gördüğüm büyük basım da aynı dikkat ve hassasiyetle incele­dim. Çengeli ne kadar derine atar, neşteri yaraya ne kadar çok vu­rursam eskiden beni hayranlıklar içinde bırakan şeylerin itibarları gözümde sıfıra iniyordu. Bu basının üslubu dayanılmaz bir şeydi. Milletine yabancı olduğu kadar, basit bulduğum fikirleri de kabul etmek zorunda kaldım. Bu yalan makinelerinin yazılarındaki tarafsızlık bana doğru gibi gelmekten çok, büyük birer uydurma şeklin­de görünüyordu. Bu basındaki yazarların hepsi Yahudi idiler. Eski­den hiç dikkatimi çekmeyen binlerce ayrıntı şimdi bütün dikkatimi Üzerlerine topladılar ve incelemeye layık görüldüler. Bir vakitler be­ni düşündüren hususları da açıkça görmeye ve etki alanlarını anla­maya başladım. Artık bu basının liberal fikir ve düşüncelerini bam­başka bir şekilde görüyor ve tartıyordum. Kendisine karşı olanların yazılarına cevap verirken takındığı kibarlığın veya düşüncesine ters düşen yayına karşı bir ölü sessizliği içinde susmasının sahtekarlığını artık iyice anlıyordum. Bu şüphesiz çok kurnazca davranıştı.
    Övgü dolu tiyatro sinema eleştirileri, sadece Yahudi olan yazar­lar içindi. Daima Alman olan yazarlar kötüleniyordu. ikinci Guillaume'a sinsice batırdıkları iğneler öyle güzel tekrarlanıp duruyordu ki, bu yayının bir merkezden hazırlanıp halka sunulduğunu derhal miadım. Fransız kültürü ve medeniyeti için çıkan yazılar da bu şe­kilde hazırlanıyordu. Müstehcen yazılar, adi tefrikalar gırla gidiyor­du, Bu basının dili kulağıma yabancı geliyordu. Makalelerin hepsi Alman milletinin menfaatlerine o kadar ters düşüyordu ki, bu mu­hakkak kasten yapılıyordu, işte böyle hareket etmek kimin faydası­na idi? Bu bir rastlantı eseri miydi?
    Tekrar tereddüt içinde kaldım, incelemelerime devam ettim. Bir sürü olayları tek tek inceledikçe düşüncelerim tekrar rayına olurdu. Yahudilerin ahlak ve gelenek hakkında besledikleri düşünce çok korkunç bir şeydi. Bu hususta kaldırımlar bana hayat dersi verdi ve bu ders benim için çok acı oldu.
    Yahudilerin fuhuşta ve özellikle beyaz kadın ticaretinde büyük fol oynadıklarını tespit ettim. Bu kepazelik, Fransa'nın güneyindeki liman şehirleri bir kenara bırakılırsa, Batı Avrupa şehirlerinin hepsinden çok daha kolay Viyana'da incelenebilirdi. Akşam vakitleri Leopoldstad’ın dar ve tenha sokaklarında her adım başına birtakım insanlık için yüzkarası sahnelere şahit olunuyordu. Bu durum, savaş sırasında Doğu Cephesi'nde savaşan Alman askerlerince görülene kadar Alman milletinin büyük bir çoğunluğu tarafından bilinmiyor­du.
    Viyana'nın bataklıklarında faziletin, büyük bir nefretle karşıla­yıp, isyan edeceği bu dramın başarılı bir şekilde ve tam bir tecrübe ile o terbiyesiz ve her türlü histen yoksun Yahudilerce idare edildi­ğini görünce vücudum bir sarsıntı geçirdi, sonra büyük bir hiddete gark oldum. Artık Yahudi meselesini aydınlığa çıkarmaktan korkmuyordum. Bunu kendime vazife edinecektim. Medeni hayatın çe­şitli bölümlerinde ve güzel sanatların her türlü faaliyetlerinde Yahu­di'yi teşhis edip, ortaya çıkarmayı öğrendikçe, bu adi mahlûka rast­layacağım hiç ama hiç aklımdan geçirmediğim bir yerde onunla bu­run buruna geldim. Yahudilerin Sosyal Demokrasi'nin idarecisi ol­duğunu anladığım zaman eski düşüncelerimden derhal sıyrıldım. Böylece hissiyatımla aklım arasında uzun süre devam eden mücade­le sona erdi.
    işçi arkadaşlarımla olan günlük görüşmelerim sırasında onların herhangi bir meselede ne kadar kolaylıkla fikir ve kanaat değiştir­diklerine dikkat etmiştim. Bu değişiklikler işçi arkadaşlarımda bir i-ki gün, hatta çoğu zaman birkaç saat içinde oluyordu. Kendileri ile karşılıklı konuşulduğunda akla uygun fikirler besleyen kimselerin, gazetelerin baskısı altına girince, bu güzel fikirleri hep birden unutuvermelerine bir türlü akıl er diremiyordum. Bu durum her zaman beni ümitsizliğe sevk ediyordu. Bu gibi kimselerle saatlerce konu­şup kendilerine öğütler verdikten sonra, artık tam bir fikri anlaşma­ya vardığımıza kanaat getirdiğime veya onları çürük fikirler hakkın­da aydınlattığıma inandığım için sevinç duyarken, aradan 24 saat geçmeden işe tekrar başlamak gerektiğini büyük bir acı ile görüyor­dum. Bütün çabalarım boşa gitmiş oluyordu. Bu kimselerin manasız düşünceleri, kıyamete kadar sallanacak olan bir sarkaç gibi tekrar hareket noktasına gelmiş oluyordu.
    Kaderlerinden memnun değildiler. Bu işçiler, kendilerine acı darbeler indiren kaderlerine kızıyorlardı. Patronları, korkunç kader­lerinin birer zalim icracısı gibi görüyorlardı, onlardan nefret ediyor­lardı. Hallerine hiç merhamet göstermeyen hükümet adamlarına küfürler savuruyorlardı. Bütün bunlar yiyecek fiyatları aleyhine gösteri yaparak, toplu halde caddelerden geçtikleri sıralarda yüzlerin den okunuyordu. Fakat bir türlü akıl erdiremediğim husus, bu işçi­lerin kendi milletlerine besledikleri kindi. Bunlar, milletimin bü­yüklüğünü meydana getiren her şeyi kötülüyorlar, tarihimizi kirleti­yorlar ve ırkımızın büyük adamlarına çamur atıyorlardı. Kendi soy­daşlarına, kendi yuvalarına, doğdukları vatana karşı gösterdikleri bit düşmanlık, aklın kabul edemeyeceği bir şeydi. Bu şekil hareket tabiata aykırı idi. Gerçi yollarını şaşırmış olan bu kimseleri doğru yola sevk etmek mümkündü. Fakat bu olumlu sonuç sadece birkaç gün veya bir iki hafta devam ederdi. Doğru yola sevk edilenlerden herhangi birine bir süre sonra rastlandığında, onun tekrar eski du­ruma döndüğü dehşetle görülüyordu.
    Sosyal Demokrasi basınının özellikle Yahudiler tarafından kontrol ve idare edildiğini zamanla fark ettim. Bu duruma özel bir mana veremiyordum. Keza diğer gazetelerde de durum aynı idi. Şu husus özellikle dikkatimi çekiyordu. Terbiyemin ve kanaatlerimin milli kelimesine verdiği manaya uygun düşecek şekilde hakikaten milli olabilen ve yazarları arasında Yahudilerin bulunduğu tek bir gazete yoktu. Artık kendi kendimi zorlayarak, Marksist basının yazılarını okumaya başladım. Bana öyle bir nefret duygusu verdiler ki sonunda bu hıyanet ve alçaklık koleksiyonlarımı meydana getirenleri daha yakından tanımak üzere harekete geçtim. Bu heriflerin hepsi istisnasız Yahudi idiler. Temin edebildiğim bütün Sosyal De­mokrat broşürleri okudum, imza sahiplerinin hepsi de Yahudi'den başkası değildi. Hemen hemen her işte şef olanların isimlerini tespit ettim. Bunların çoğu da Yahudi idi. Bazı milletvekilleri, sendikaların sekreterleri, parti başkanları veyahut sokak hareketlerinin liderleri hep o seçkin (!) ırkın mensupları idi. Austerlitz, David, Adler, Ellenbogen ve diğerleri... işte bu adları hiçbir zaman aklımdan çıkar­mayacağım.
    Artık bana karşıt olanların mensup bulundukları partinin kilit noktalarının yabancı bir milletin elinde olduğunu anladım. Çünkü her Yahudi, bir Alman olamazdı. Bunu kati olarak öğrenince, çok rahat ettim. Böylece, ırkımızın şeytanını artık biliyordum. Viyana'daki geçen bir yıl içinde her işçinin doğru bilgi ve doğru açıkla­nın karşısında gerçeği teslim ettiğini gördüm. Yavaş yavaş bu işçilerin doktrinlerine vakıf olmaya başladım. Bu doktrin şahsı kanaatle­rini uğrunda başlattığım kavgada benim silahım oldu. Böylece başarı daima tarafımda kalıyordu. Büyük halk topluluklarını zaman ve sabır hususunda büyük fedakarlıklar göstererek kurtarmak gerekti. Fakat bütün çabalarıma rağmen bir Yahudi'yi kendi görüşlerinden ve kanaatlerinden ayırmayı başaramadım. O günlerde Yahudileri inançlarının manasızlığı hakkında aydınlatmaya çalışacak kadar ap­tallık ediyordum. Dar çevremde boğazım kuruyana ve dilimde tüy bitene kadar konuşup duruyordum. Onlara Marksizm'in tehlikesini gösterebileceğimi sanıyordum. Fakat ters sonuçlar alıyordum. Çün­kü Sosyal Demokratların gerek nazari ve gerek tatbikatta açık olarak elde ettikleri bu başarılar onların çalışma azimlerini kuvvetlendir­mekten başka bir şeye yaramıyordu. Ancak bu heriflerle ne kadar çok münakaşa edersem, üslûplarını o kadar iyi arılayabiliyordum. Bunlar her şeyden önce, kendilerine karşı olanların akılsızlıklarına güveniyorlardı. Eğer münakaşa sırasında bir başka kaçamak yol bu­lamazlarsa o vakit kendilerine budala süsü veriyorlardı. Eğer bu da başarılı olmazsa, o zaman hiçbir şey anlamıyormuş gibi davranıyor­lardı. Bu durum karşısında biraz sıkıştırılırlarsa, o zaman da başka bir konuya geçiyorlardı. Bir sürü manasız laflar ediyorlar, eğer itiraz edilmezse, bunlardan başka konular için deliller çıkarıyorlardı.
    Üstlerine daha fazla gidilecek olursa, avucunuzdan kayıp kaçı­yorlar ve artık hiçbir şeye cevap vermez oluyorlardı. Kurtarıcı gibi etrafta dolaşan bu heriflerin birini yakaladığınızda sanki elinizde ya­pışkan ve cıvık bir madde tutmuş gibi oluyor ve insana tiksinti ve­ren bu madde parmaklarınızın arasından kayıp gittikten sonra, baş­ka bir yerde tekrar toplanıp şekilleniyordu, içlerinden bir ikisine fi­kirlerinizi kabul etmekten başka bir çare bırakmayacak şekilde ke­sin bir darbe indirdiğinizde, ilerisi için bir ümit beliriyordu. Fakat aradan bir gün geçtikten sonra hayretler içinde kalıyordunuz. Yahu­di yirmi dört saat önce olanları hiç hatırlamıyor ve başlangıçta oldu­ğu gibi yine boş laflar edip duruyordu. Sanki aramızda hiçbir şey geçmemiş gibi davranıyordu. Eğer buna kızacak olur da kendisine izahat vermeye kalkarsanız, şaşırmış gibi yapıyor ve kesinlikle bir şey hatırlamadığını söylüyordu. Yalnız bir şey hatırlamadığını söyle­mekle kalsa yine iyi... Bir gün evvel iddialarının doğruluğunu ispat etmiş olduğunu da ilave ediyordu.
    Ben bu durum karşısında çoğu zaman donup kalıyordum, in­san bu heriflerin nesine hayret edeceğine şaşırıyordu. Acaba anlam112 sözlerin çokluğuna mı, yoksa yalan söylemekteki ustalıklarına hayret edilmeliydi? Sonunda Yahudilere kin bağladım. Bütün bu Çekişmelerin iyi tarafı da vardı. Hiç değilse Sosyal Demokrasinin propagandacı liderlerim daha iyi ve yakından tanımış oluyordum. bu milletimin istifadesine idi. işte bu yabancıların şeytanı bile şaşır-Un ustalıklarına kurban giden işçilerimizin davranışlarına kim kıza­bilir? Şeytana pabucunu ters giydiren ırkın, hile dolu iddialarına karşı koymakta ben bile bin bir zahmet çekiyordum. Biraz evvel söylediklerini az sonra inkar edenlere karşı galip çıkmak ne kadar lor bir şeydi, işte Yahudileri ne kadar yakından tanırsam, işçileri de ö kadar mazur görüyordum.
    Bence suçlu olanlar yalnız işçiler değil. Asıl suçlu olanlar halkı­mızın mukadderatına acımanın, kesin bir şekilde adil kanunlarla iş­çilerin haklarını teslim etmenin, milleti kandıran ahlak bozucuyu duvara çakmanın zahmete değmez bir iş olduğunu kabul edenlerdi. Her gün üst üste yaptığım tecrübeler beni Marksizm'in kaynaklarını :" Kastırıp bulmaya yöneltti. Artık Marksizm'in bütün ayrıntısı bence Rialûmdu. Dikkatli gözlerim bu doktrinin gelişmesini rahat rahat |6rebiliyordu. Bu doktrinin doğuracağı sonuçları önceden tahmin edebilmek için bir parça muhakeme yapmak yetiyordu. Acaba bu İŞİ körükleyenler, eserleri son şeklini aldığı zaman meydana gele­ceklerden haberdar mıydılar? Yoksa bilmeden hatalı bir yolda mıy­dılar? Evet, şimdi mesele bunu bilmekte ve tespit etmekte idi.
    Kanaatimce bu iki ihtimalin ikisi de mümkündü, ikinci ihtilalde feci sonuca engel olmak için muhakeme kabiliyetine sahip herkesin harekete geçmesi bir görev idi. Ama birinci ihtimale göre milletleri çamurun içine sokacak olan bu hastalığa sebep olanların hakiki birer, şeytan olduklarını teslim etmek gerekirdi. Çünkü me­deniyetin yerle bir olmasına ve dünyanın bir çöle dönmesine yol açacak bir teşkilatı düşünmek ve onun planlarını yapmak için bir insim dimağına değil de, yedi başlı bir canavar aklına ihtiyaç vardır. Bu durumda tek çare mücadele etmekten ibaretti. Bu mücadele, in­lim aklının sağlayacağı her türlü silahlarla yapılmalıydı. Evet, onla­rın silahları ne olursa olsun bu mücadele yapılmalıydı. Hareketin prensiplerini daha iyi anlayabilmek için bu faaliyeti sürdürenleri dikkatli bir şekilde incelemeye başladım. Yahudi meselesi hakkındaki bilgilerim sayesinde hedefe tahminlerimden daha çabuk ulaştım, Yahudi'nin anlatmak istediğini nasıl yazıp söylediğini öğren­dim. Bunların usulü, her zaman kendi düşüncelerini saklamak için kullanılan bir şeydi. Yahudi'nin gerçek gayesi hiçbir zaman yazının tamamında aranmamalıdır. Yahudi gayesini satırların arasında giz­ler, işte bu günlerde içimde büyük bir yenileşme meydana geldi. Eskiden enerjiden yoksun bir kozmopolit iken, şimdi taassup dere­cesine varan bir Yahudi düşmanı oldum. Böylece son defa olarak acı bir hüzün vicdanımda dolaştı. Yahudi milletinin tarih boyunca orta­ya koyduğu nüfuzunu dikkatle inceledim. Gayelerine akıl erdireme­diğimiz bu küçük milletin son zaferim istememizi birdenbire büyük bir endişe ve acı ile düşünmeye başladım. Her an bir parça toprak için yaşamış olan bu millete, dünya acaba bir mükafat olarak mı va­at edilmişti? Bizim bekamız için sahip olduğumuz mücadele hakkı­nın gerçekten dayandığı bir temeli var mıydı? Yoksa bu mücadele hakkı bizim zihinlerimizde mi gelişiyordu?
    Marksizm'i inceden inceye tetkik ettiğimde ve Yahudi milleti­nin faaliyeti ile meşgul olduğumda bu soruların cevaplarını mukad­deratın kendisi verdi. Marksizm ve Yahudi faaliyeti tabiatın uyduğu aristokratik prensiplerin hepsini reddediyordu. Bunlar kuvvet ve enerjinin sonsuz imtiyazı yerine sayının üstünlüğünü kabul ediyor­lardı. Marksizm, insanın kişisel değerini inkar ediyor, ırkın önemini tanımıyor ve böylece insanlığı hayatı ve medeniyeti için evvelce ta­yin edilmiş şartlardan yoksun bırakıyordu. Eğer bu doktrin dünya hayatının temeli kabul edilseydi, akla gelen bütün düzenlerin sonu gelmiş olurdu. Böyle bir kanun düşüncelerimizin ötesinde kalan ka­inatta büyük bir karışıklığa sebep teşkil ederse, bu geçici dünyada kendi topluluğu içinde ortadan çekilmesini gerektirmekten başka bir manası kalmazdı.
    Eğer Yahudi Marksizm'le bir zafer kazanırsa başına giyeceği taç, insanlığın cenaze tacı olacaktır, işte o zaman dünya, milyonlarca yıl önce olduğu gibi boşlukta üzerinde bir tek insan kalmadan döne­cektir.
    Kendi emirlerine aykırı hareket edilirse, tabiatın intikamı kor­kunç olur. Bunun için ben Tanrı'nın isteğine uygun hareket ettiği­me inanıyorum. Çünkü milletimi Yahudi'ye karşı müdafaa etmekle Allah'ın eserini müdafaa etmiş oluyorum.







  • dewamıda var ısteyene pm yolu ıle verebılırm yada bırısı bana acıklasın rapıd e eklıyım

    okumayanlar vardır... 2. dunya sawasıını hangı zıhnıetle cıkarmıs bu sahıs

    daha ıı kavrarız belkı ...
  • http://www.english.uiuc.edu/maps/holocaust/photoessay.htm

    fotolar vaar bakmak ısteyen varsa eger
  • Bana PM olarak gönderir misiniz?
  • Mümkünse ben de istiyorum.
  • Hitlerin başına gelen olaylar kısmın da yazarsanız günümüz korkak siyasetçilerine örnek olur belki.neymiş bir takım çevreler önlerini tıkıyolarmış.Ülkemizde iktidara gelenler öyle her icraatı yapamazlarmış bir takım çevreler engellermiş.Hitlerin zamanında da aynı çevreler vardı.Acaba günümüz siyasetçilerini ikinci kattan atsalar ne olurdu?Normalde ülkeyi satanlar o zaman ne yaparlardı acaba?
  • arkadaşım bu ne?!?!?!?
    neden bu kadar yazma gereği duydun ki.
    kitabı okudum ve özellikle başlarda inanılmaz bi şaşkınlık içine düştüm çünkü bahsettiği dönem avusturyasının ve almanyasının özelliikle almanyasının türkiyenin şimdiki dönemiyle arasındaki inanılmaz benzerlikleri (siyasi sorunlar,ülkenin dış politikası, ekonomik sorunlar, ailesel ve bireysel sorunlar) beni hayretler içinde bıraktı bu adamı okuduğum her an boyunca takdir ettim bu kadar açık sözlü ve kararlı olamaz bi insan diye düşündüm. hitlerin hayatını şöle bi göz önüne getiriyorumda insanıın tüyleri ürperiyor inanılmaz bi nereden nereye hikayesi hemde gerçek ötesi bi hikaye.tarih böle mücadeleci insanları sahneye çıkarmakta biraz cimri davranıyor. kavgam kitabını okuduktan sonra bi ünlü insanın sözünde annatmak istediği hayret duygusunu daha iyi annadım neydi bu insanın adı unuttum ama şöle diyordu:
    "nasıl olduda 70milyon alman bir çılgının peşinden böyle delicesine gitti."

    tez zamanda böle bir yöneticiyide tepede görmek arzusuyla ayrıca gelmesini dilediğim bu insanın onun kadar barbar olmaması dileğiyle.




  • anlaşılan alman tekelleri için 4 milyon sivilin öldürülmesi stalingradda yine milyonlarca yoksulun can vermesi yeterli olmamış.
    yorumları okuyunca adamın hitler olası ve en başta da, insanlığını hala bulamamış kişileri sabun edesi gelir heralde.
  • Kimse mükemmel değildir, Herkes hatalar yapabilir,


    Biz hataları almayalım, Doğrularını alalım.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: dasdasq

    anlaşılan alman tekelleri için 4 milyon sivilin öldürülmesi stalingradda yine milyonlarca yoksulun can vermesi yeterli olmamış.
    yorumları okuyunca adamın hitler olası ve en başta da, insanlığını hala bulamamış kişileri sabun edesi gelir heralde.



    ben bunu üstüme alırım bide üstüne sinirlenirim arkadaş...
    herhangi bi konu hakkında tam bir bilgisi olmadan böle ahkam kesen insanlar yokmu insanı deli ediyo
    iki cümlede çözdün demi ölümü, savaşları, sorumluları aferim sana. biz hitlerden bahsederken dava adamı işte hırslı azimli diyoruz örnek olsun mücadelesi bizimkilere diyoz. kısacası biz kararlı mücadeleci hitlere hayranız, insan sevgisi ile dolu bu arkadaşımız ise sabuncu hitlere hayran-aklına ilk o geldiğine göre.




  • hitlerin bulduğu çözüm yolu enteresan
    kafayı taktığı bir ırkı toplayıp imha etmek
    yöneticilerini ve ileri gelenlerini değil, çoluk çocuk ne varsa
    cazayire giren hristiyanların orada yaptıkları gibi

    sultan abdülhamitte yahudilerden çok çekti
    adamlar osmanlıyı ve kendisini yedi bitirdi
    oda kafayı takmıştı ama hitler gibi yapmadı
    yoksa yapamadımı?
    arkasında hitler gibi bir kitle desteği olsaydı yaparmıydı?
    asla yapmazdı, zaten atalarıda yapmamıştı
    bundan ne çıkar?
    çok beğenilen avrupalıyla hiç beğenilmeyen osmanlı arasındaki küçük bir fark çıkar
  • quote:

    Orjinalden alıntı: C4

    hitlerin bulduğu çözüm yolu enteresan
    kafayı taktığı bir ırkı toplayıp imha etmek
    yöneticilerini ve ileri gelenlerini değil, çoluk çocuk ne varsa
    cazayire giren hristiyanların orada yaptıkları gibi

    sultan abdülhamitte yahudilerden çok çekti
    adamlar osmanlıyı ve kendisini yedi bitirdi
    oda kafayı takmıştı ama hitler gibi yapmadı
    yoksa yapamadımı?
    arkasında hitler gibi bir kitle desteği olsaydı yaparmıydı?
    asla yapmazdı, zaten atalarıda yapmamıştı
    bundan ne çıkar?
    çok beğenilen avrupalıyla hiç beğenilmeyen osmanlı arasındaki küçük bir fark çıkar





    Abdülhamit in hayatına baksak neler bulacağız acaba?O gerileme döneminde dahi 30 yıl padişahlık yaparak bir karış toprak vermemiştir.Museviler Abdülhamit e Kutsal toprakları saydıkları bugün kü İsrail için servet teklif etmişlerdir,"zinhar"(asla) diyerek kabul etmemiştir.(Ayrıca İspanyol zulümünden kaçan yahudilere de yine kol kanat geren Osmanlı dır.İşte Osmanlı nın da farkı burda..)İnce siyasi manevralarla Osmanlı devleti ni ayakta tutmuştur.Ondan sonra gelen padişahların basiretsizlikleri tartışılır.Adolf Hitler den elbette birşeyler öğrenilebilir,özellikle kitleleri etkileme üzerine ama insanlık üzereine öğrenilebilecek birşey olduğunu sanmıyorum.Kendi amacı uğruna binlerce soydaşını orda burda öldürmedi mi ?ne elde etti sonuçta; doğu ve batı Almanya yı mı:)dünyayı ele geçirse ne olcakatı?Yahudiler den sonra sıra kime gelecekti?Şuan Almanya da ki Türk düşmanlığına ne diyorsunuz?Hitler şimdilerde Almanya yı yönetiyor olsaydı sizce ilk kimden başlardı sabunlaştırmaya?Kendimize örnek aldığımız insanlar eğer böyleyse yandık alimallah:)yaptıklarını tasvip etmeseniz de Hitler in burada övülmesi bu tür insanlara ödül dür diye düşünüyorum..Ben Hitlerin hayatına bakarak nelerin yapılmaması gerektiği dersini çıkarırdım:)


    Saygılarımla,



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Steinberger -- 6 Aralık 2005, 10:25:42 >




  • 2.Dünya savaşı bir çoğumuzun yakın tarih olması sebebiyle ve sürekli oyunlar, filimler vs. ile popülaritesini korumasıyla ilgisini çekiyor. Ama bizim uzak tarihimizde de ilgiye değer hadiseler ve eserler var tabi ki. Mesela Sokullu Mehmet Paşa gibi kudretli bir devlet adamı olan Nizamülmülk. Kısmet olmadı ama devlet düzeni ile ilgili tespitlerinin olduğu Siyasetnamesi'ni bulursam okuyacağım.

    Okumadım ama tavsiye ederim.
  • resimler gerçekten çok vahim
  • bana da ozel mesaj olarak atarmisin dostum yada email olarak?
    altanulas05@hotmail.com
  • National Gegraphic'de bu aralar mükemmel bir belgesel yayınlanıyor.

    Hitlerin ideolojisini oluşturan ,özelliklede Arian ırk teorilerinin oluşumunu sağlayan efsanelerin,mitolojilerin,öğretilerin nasıl harmanlanıp Nazizme ilham kaynağı oluşturduğunu detaylarıyla,gerçek görüntüleriyle önümüze seriyor.
    İzleyince ne kadar manyak olduklarını göreceksiniz ve hatta kanınız donabilir.
    Anladığım kadarıyla sadece Yahudiler değil , Atlantisten(!) kurtulan safkan arian ırklar dışında kalan ırklarhakkında da pek iyi şeyler düşünmüyorlarmış.

    Özellikle Tibetlilerin, bu bir zamanlar tüm dünyayı kontrolleri altına alan büyük arian imparatorluğunun izlerini taşıdığını ve Almanlarla olan akrabalıklarını araştırmak için Shcafer isimli bir bilim adamı önderliğinde defalarca bilimsel ekip göndermişler.Yüzlerce kafanın kalıbını çıkarmışlar.Hatta yetinmeyip kafatası örnekleri bile alınıyor.

    Sadece Tibet değil bu gelişmiş ırkın And dağlarında da kalıntılarını arayıp durmuşlar.
    Hatta Mısır piramitlerini bile Almanların atası olan bu çok gelişmiş arian ırkının tam 14 bin yıl önce inşa ettiğini iddia ediyorlar.
    O kadar çılgınca fikirleri var ki; zaten bu kadar çok ilgi çekmelerinin bir diğer nedenini de bu mistizmle yoğrulmuş öğretilerden,insan zihnini psikolojik olarak etki altına alabilecek sembollerden oluşmasına bağlayabiliriz.

    Örneğin Nazizmin sembolü olan gamalı haç,Tibet mistisminin en önemli sembolü,evrensel gücü temsil ediyor.
    Tibetlilerin atlı geçit törenlerinde kullandıkları miğferlerden tutun flamalara kadar aynen Nazi birliklerinin o büyük gösterişli geçit törenlerinde kullanılmış.

    Bunları da büyük oranda Hitlerin has adamı Himmler organize ediyor ki bu adam da Hitler gibi mistik Thule derneğinin üyesi,büyülere mistizme korkunç derecede meraklı bir adam.
    Hatta Himmler SS birliklerini oluştururken seçtiği kuru kafa sembolünü bile Tibetten alıyor.Nazi SS subaylarının yakalarında ve şapkalarında kesinlikle bu kuru kafa sembolünü görürsünüz.
    Hatta zırhlı birliklerin armaları bile bu efsanelere dayanarak seçiliyor.

    Anlat anlat bitmez,inanılmayacak derecede büyüyle,mistizmle karışmış gerçekten karanlık ve korkutucu ama itiraf etmeliyim bu nedenle de çok fazla ilgi çeken bir ideoloji.

    Fakat kesinlikle özenilecek bir tarafları yok.Ahlaki yönden son derece zayıf ve aşağılıklar.Irk teorilerini ispatlamak için yaptıkları korkunç deneyler bile bu karanlık ideolojiden uzak kalınmasını yeterli kılıyor.

    Amerikalılar Nazilerden kalan ve arşivlerinde özenle sakladıkları belge ve görüntülerin tamamını açsalar daha neler çıkacak acaba,insan merak ediyor.Ama çoğu ilginç bir şekilde gizlenmeye devam ediyormuş
    Bu belgeselde de ilk defa yayınlanan görüntüler vardı mesela ve gerçekten şaşırtıcıydı.




  • Evet bu mistizim gerçekten garip şeylerle dolu, Mu dan, Atlantisten, ilk iki ırktan, arta kalanlardan , soylardan ve simgelerden vsvs o kadar çok şeyden bahsediyor ki, yeter! dedim, Ne kadar doğru ne kadar uydurma ? Özellikle bir arkadaşım vardı, çokta dindar bir insandı, (kafanızda saçma sapan kalıplar oluşturmayın lütfen, imam demiyorum ) o işi artık resmen zıvanadan çıkartmıştı. Bizim arkadaşlar arasında elf dediğimiz ( hani 3 harfli demek uzun oluyor ) kavramlarıda olayın içine katarak anlatıyordu. Tabi peygamberleri ayrı tutmak olmaz, özelliklede süleyman peygamberi. Ve bir kaç ta tesadüf sınırlarını zorlayan olaylardan örnekler veriyordu.

    Kafa ondan sonra artık basmıyor. Basmaktan vaz geçiyor. Ama genede kıyıda köşede bir yerde bunların bulunması lazım. Gerçekten içinden biir şeyler çıkarılabilir. Belki de bir kısmı, doğru olabilir..




  • her türk gencinin mutlaka okuması gereken bir eser...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: feylesof
    Hitlerin ideolojisini oluşturan ,özelliklede Arian ırk teorilerinin oluşumunu sağlayan efsanelerin,mitolojilerin,öğretilerin nasıl harmanlanıp Nazizme ilham kaynağı oluşturduğunu detaylarıyla,gerçek görüntüleriyle önümüze seriyor.


    Aryanlar ayrıca tee eski tarihlerde hindistanı işgal edip hindu kast sistemini kuran ırktır, isim benzerliği değil sanırım...
  • quote:

    Orjinalden alıntı: feylesof

    National Gegraphic'de bu aralar mükemmel bir belgesel yayınlanıyor.

    Hitlerin ideolojisini oluşturan ,özelliklede Arian ırk teorilerinin oluşumunu sağlayan efsanelerin,mitolojilerin,öğretilerin nasıl harmanlanıp Nazizme ilham kaynağı oluşturduğunu detaylarıyla,gerçek görüntüleriyle önümüze seriyor.
    İzleyince ne kadar manyak olduklarını göreceksiniz ve hatta kanınız donabilir.
    Anladığım kadarıyla sadece Yahudiler değil , Atlantisten(!) kurtulan safkan arian ırklar dışında kalan ırklarhakkında da pek iyi şeyler düşünmüyorlarmış.

    Özellikle Tibetlilerin, bu bir zamanlar tüm dünyayı kontrolleri altına alan büyük arian imparatorluğunun izlerini taşıdığını ve Almanlarla olan akrabalıklarını araştırmak için Shcafer isimli bir bilim adamı önderliğinde defalarca bilimsel ekip göndermişler.Yüzlerce kafanın kalıbını çıkarmışlar.Hatta yetinmeyip kafatası örnekleri bile alınıyor.

    Sadece Tibet değil bu gelişmiş ırkın And dağlarında da kalıntılarını arayıp durmuşlar.
    Hatta Mısır piramitlerini bile Almanların atası olan bu çok gelişmiş arian ırkının tam 14 bin yıl önce inşa ettiğini iddia ediyorlar.
    O kadar çılgınca fikirleri var ki; zaten bu kadar çok ilgi çekmelerinin bir diğer nedenini de bu mistizmle yoğrulmuş öğretilerden,insan zihnini psikolojik olarak etki altına alabilecek sembollerden oluşmasına bağlayabiliriz.

    Örneğin Nazizmin sembolü olan gamalı haç,Tibet mistisminin en önemli sembolü,evrensel gücü temsil ediyor.
    Tibetlilerin atlı geçit törenlerinde kullandıkları miğferlerden tutun flamalara kadar aynen Nazi birliklerinin o büyük gösterişli geçit törenlerinde kullanılmış.

    Bunları da büyük oranda Hitlerin has adamı Himmler organize ediyor ki bu adam da Hitler gibi mistik Thule derneğinin üyesi,büyülere mistizme korkunç derecede meraklı bir adam.
    Hatta Himmler SS birliklerini oluştururken seçtiği kuru kafa sembolünü bile Tibetten alıyor.Nazi SS subaylarının yakalarında ve şapkalarında kesinlikle bu kuru kafa sembolünü görürsünüz.
    Hatta zırhlı birliklerin armaları bile bu efsanelere dayanarak seçiliyor.

    Anlat anlat bitmez,inanılmayacak derecede büyüyle,mistizmle karışmış gerçekten karanlık ve korkutucu ama itiraf etmeliyim bu nedenle de çok fazla ilgi çeken bir ideoloji.

    Fakat kesinlikle özenilecek bir tarafları yok.Ahlaki yönden son derece zayıf ve aşağılıklar.Irk teorilerini ispatlamak için yaptıkları korkunç deneyler bile bu karanlık ideolojiden uzak kalınmasını yeterli kılıyor.

    Amerikalılar Nazilerden kalan ve arşivlerinde özenle sakladıkları belge ve görüntülerin tamamını açsalar daha neler çıkacak acaba,insan merak ediyor.Ama çoğu ilginç bir şekilde gizlenmeye devam ediyormuş
    Bu belgeselde de ilk defa yayınlanan görüntüler vardı mesela ve gerçekten şaşırtıcıydı.




    Bilgilendirme için tşk ederim.Yayın saati ve günü hakkında bilginiz varsa yazabilirmisiniz?:).Gün boyu televizyon başında kalmak can sıkıcı oluyor:)


    Saygılarımla,




  • 
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.