Şimdi Ara

God Of War Romanı??

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
13
Cevap
0
Favori
1.675
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • arkadaşlar bir blogda uzun denebilecek bir yazıya rastladım.god of war oyunuyla ilgili olduğuna eminim.çünkü kratosun başından geçen olaylar filan hepsi var bu yazıda.ama kaos filanda geçiyor kaosun elçisi filan entis diye bir adam.yalnız bu yazının nereye ait olduğunu anlayamadım çizgi roman mı yoksa roman hikaye türü bir şey mi?araştırdım bulamadım bir de size sorayım dedim biliyor musunuz diye?



  • Hiç Bilmiyordum İlginç Bilen arkadaslar varsa Bilgilendirmelerinden Mutluluk Duyarım...
  • God of War'un çizgi romanı/romanı çıkacak deniyordu ama tam olarak çıktı mı o konuda bilgim yok.
  • bilen biri yok mu acaba.bide okuduğum yazının linkini verebilir miyim yasak mı daha yeniyim de
  • quote:

    Orijinalden alıntı: MFA54

    bilen biri yok mu acaba.bide okuduğum yazının linkini verebilir miyim yasak mı daha yeniyim de


    Yazının linkini koyabilirsin yasak değil .
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Maximum_Carnage

    God of War'un çizgi romanı/romanı çıkacak deniyordu ama tam olarak çıktı mı o konuda bilgim yok.

    çıkmadı daha çıkacak.. çıksaydı zaten direk duyurulurdu yöneticiler tarafından..
  • bende komple yazıyı taşıyım buraya

    UNUTULMUŞ SAVAŞÇI - BÖLÜM I: YAZGI - Revised
    25-11-2009 ·

    Sarhoştu ve her devirdiği yeni kadehte Dionysus'a şükrediyordu. Hem içiyordu hem de çevresinde içen diğer insanlara küfrediyordu. İnsanların şikayetleri üzerine saçı sakalı birbirine karışmış genci, hancının iki dev adamı, yaka paça tutup dışarı fırlattı. Yağmur yağıyordu ve adamın düştüğü yer çamur batağından başka bir şey değildi. Adam güçlükle ayağa kalktı ve az önce şükrettiği şarap tanrısına küfretmeye başladı. Ardından yeniden yere düştü ve çamurun içinde sızıp kaldı.
    Uyandığında kendini hanın odun duvarına yaslanırken bulmuştu. Güneş açmış ve dün gece yattığı çamur deryası kurumuştu. Helios her yeri, bir şeye çok kızmış gibi kavuruyordu. Gözlerini açtıktan sonra etrafına bakındı. Yanında bir parça ekmek ve şarap duruyordu. Ekmeği boşverip şaraba yeltenmişti. Titreyen elleriyle kadehi tutmaya çalıştı. Ama başarısız oldu. Tüm içki toprağa karışmıştı. İçinden lanetler saydırdı ve ekmeğini kuru kuru ısırmaya başladı. Hem yiyor hem de onu işten atan ustasını düşünüyordu. Pekala içkiyi azaltabilirdi, pis kokuyordu, bunun için de temiz su bulabilirdi. Bir an düşünmeyi bıraktı ve ayağa kalktı. Ekmeğini bitirmişti. Önce hanın kapısını çaldı ve ona ekmek veren hancıya teşekkür etti. Adam ona git dermiş gibi bir hareket yaptı. Entis mesajı aldı ve oradan ayrıldı. Saçları çamurla yoğrulmuş gibiydi. Çamur kuruyunca kafasında bir kütle oluşmuştu ve iğrenç görünüyordu. Sakallarını ova ova ustasının bulunduğu eve doğru gitti. Sakalları da tıpkı saçları gibi çamur içindeydi. Ve onları her ovuşturduğunda yere kurumuş çamur serpiliyordu. Mızrak yapımcısının evine vardığında, kapıyı çalmak ile çalmamak arasında kararsız kaldı. Belki son bir şans olabilir diyerek kapının tokmağını tek bir kez tıklattı Entis.
    Cevap gecikmemişti. Kapının diğer ucundan yaşlı bir ses: "Kimsin ?" dedi, isteksizce.
    "Benim, Entis"
    Yaşlı adam bu iki kelimeyi duyduğunda, daha fazla konuşmadan, odasına geri dönecekti ki yine merakı galip geldi ve kapıyı yüzünü buruşturarak da olsa yavaşça açıverdi.
    "Entis... Seni geçen gün kovmamış mıydım ? Pis keş"
    Kapının ardından Entis başını salladı. Yeniden işe almayacaktı. Israr etmek boşunaydı. Adama cevap bile vermeden oradan ayrıldı. Yaşlı adam da cevap gelmemesine şaşırmıştı. Çünkü Entis en kötü zamanında bile hazırcevap birisi olmuştu. Çamur içindeki adama baktı ve merhamet edercesine: "Entis!" diye seslendi
    Mutlu mutsuz yüzünü geriye çevirdi Entis. Ve olduğu yerden konuştu: "Daha fazla hakaret etmek için mi çağırıyorsun beni ?"
    "İçeri gel, evlat. Konuşalım."

    Entis eve girer girmez pis kokusu dört bir tarafa yayılmıştı. Tahta basamaklardan inip iki oda ve bir banyo bir mutfaktan oluşan küçük kulübeye giriş yaptı. Yaşlı adam ona bir tabure verdi. Bilerek en eskisini seçmişti. Çünkü onu daha sonra atacaktı. Belki de yakardı. Ama onu evinde tutmayacağı kesindi. Derken yaşlı adamda kendine bir tabure çekti ve ikili konuşmaya başladılar.
    "Senden son bir şans istemek için gelmiştim."
    "Kovduğumdan beri pek değişmemişsin Entis, hala pis bir keşsin." Yaşlı adam ona hakaret etmekten hoşlanıyor gibiydi. Ama Entis buna alışmış görünüyordu..
    "Değişebileceğimi düşünüyorum." diyerek, şansını iyiden iyiye zorladı.
    "Bulduğun tüm parayı içkiye veriyorsun Entis. Sen değişemezsin."
    "Başıma gelenleri sen de çok iyi biliyorsun Nortinus."
    "Başına gelen mi? Bunu sen kendi iradenle yaptın Entis. Kendi iradenle karını, sana zenginlik vermesi için Hades'e kurban ettin."
    "Kahin, en sevdiğiniz şeyi tanrılara adayın dedi."
    "Kahin'in canı cehenneme Entis. Buralarda artık kimse tanrıları tanımıyor."
    "Ben hala bana yardım edeceğine inanıyorum yaşlı adam."
    "Yapma Entis, şu haline bir bak. Karının gidişinden sonra hayatın mahvoldu. Pisliğin içine girdin."
    "Ama ondan kurtulabilirim. Bana bir şans daha ver Nortinus."
    "Belki verebilirdim. Ama senden sonra başkasını işe çoktan aldım Entis."
    "Kimi?"
    "Kofel'i" iki gün önce.
    "Yapma, o adam ne anlar mızrak yapmaktan. Balık tutmaya devam etsin o."
    "Üzgünüm Entis. Gerçekten üzgünüm. Ama madem sen para kazanmak istiyorsun. İşte sana bir şans." Adam tabureden kalktı ve diğer odadan ufak bir kağıt getirdi ve Entis'e uzattı. Bu kağıt bir çağrıydı ve ordudan geliyordu. Orduya katılmanın yararlarından söz ediyor ve gençleri kendilerine davet ediyorlardı.
    "Bu kağıt dün elime ulaştı. Kofel'e gelmişti ama o bu çağrıyı reddedince, ben de ziyan olmasın diye saklamaya karar verdim. Bak sen şu işe ki kısmet sanaymış Entis. Kaderler senden bunu yapmanı istiyorlarmış gibi görünüyor."
    Entis elinde bulundurduğu kağıda şöyle bir baktı ve Nortinus'a dönerek:
    "Bilmiyorum Nortinus. Böyle bir zamanda orduya katılmamın hiçbir yararı olmaz. Ben gerçekten bitmiş bir adamım öyle değil mi?"
    "En kötü kişiler bile ikinci bir şansı hakeder Entis. Orduya katılmak senin kaderinde var. Git ve bunu gerçekleştir evlat."
    Paçavralar içindeki adam elindeki kağıtla birlikte tabureden kalktı ve: "O zaman bana müsade Nortinus. Tavsiyelerin için sağol."
    "Müsade senin evlat." Yaşlı adam bir anda insafa gelmiş gibiydi. Ve kendinden hiç beklenmeyecek bir şey daha yapmıştı. "Bu halinden kurtulman için banyomu kullan. Sana ölen oğlumun çamaşırlarından da vereyim."
    Entis çocuklar gibi sevinmişti. Bu, şu anda bulunduğu durumda kendisine yapılan en iyi teklifti. "Sağol yaşlı adam, gerçekten sağol." diyerek karşılık verdi.

    Saatlerce banyoda kaldı. Uzayan sakallarını ve çamur deryasına dönmüş saçlarını temizledi. Yıkanmanın verdiği huzurla temiz kıyafetlerini üzerine giydi. Ona iyilik yapmaktan kaçınmayan yaşlı adama teşekkürlerini sundu ve evden ayrıldı. Yolda nereye gideceğini bilmeden ilerliyordu. İlerlerken de orduya katılmak hakkında düşünmeye başlamıştı. Fazla iri yarı olmasa bile kuvvetli bir fiziğe sahipti. Güneş tenini esmerleştirmişti. Birkaç kez adam öldürmek zorunda kalmıştı, yani bu işte deneyimli sayılırdı. Siyah uzun saçlarını kulaklarının gerisine atmıştı. Sakalı ise favorilerinden başlayarak çenesinde birikiyordu. Burnu sivri bir mızrak gibi düzdü. Kaşları kalındı ve devamlı çatıktı. Karısını kurban ettikten sonra kaşları bu son halini almıştı. Suratı üç aydır hiç gülmüyordu. Konuşmuyordu, karısını düşünüyor, rüyalarında onun sarı saçlarına dokunuyordu.
    Akşam oluyordu. Entis kararını vermişti. Orduya müracaat edecekti ve hayatını böyle devam ettirecekti. Ölmekten korkmuyordu. Çünkü karısına kavuşacaktı, bu da onu mutlu eden başka bir etkendi. Ama Tartarus'a mı yoksa Elysium'a mı gideceği sorusu gelmemişti aklına. Bir anda içine bir umut serpilmişti sanki. Gelen bu umutla ordunun bulunduğu dev ovaya ilerledi. Ordunun bulunduğu mekan Mesina şehrinden epey uzaktı ve Entis buraya ancak gece varabilmişti. Karargah, iri odunlarla oluşturulmuş olan surlarla çevriliydi. İçeride ne olup bittiği görülmüyordu. Entis ana girişin kapısını elinden geldiğince sert bir şekilde yumruklamaya başladı. Bir nöbetçi onun çağrısını duyar duymaz kapının üstünden ufak bir kapak açtı ve Entis ile göz göze geldi. "Ne istiyorsun köylü?" diye sordu Entis'e. Adamın sesi gayet kalındı. Tersi düşünülemezdi zaten.
    "Orduya katılmak için buradayım."
    "Yaa, bu günlerde bunu çok az vatansever yapıyor biliyor musun dostum."
    Entis evet anlamında başını salladı. Daha sonra nöbetçi dev kapının bir tarafını açarak onu içeri davet etti. Askerlerin çıkardığı gürültülere bakılırsa, sabah akşam dinlemeyip hazırlanıyorlardı. Nöbetçi, sesleri duymuş olan Entis'e bakarak: "Acemilerin eğitim yeri en uçta. Oraya gitmeden önce şuradaki demirciye git, gerekli silah ve edevatlarını al. Daha sonra askerlik yemini etmek için beni bul. Bu çok önemli biliyorsun."
    "Elbette, hepimiz aslında Posei-" Adam Entis'in sözünü kesercesine, sert bir şekilde öksürmüştü.
    "Pardon" diyerek tekrarladı Entis: "Zeus" İkinci kez de tahmini bir cevap vermişti. Ama bu kez tutturmuştu.
    Entis nöbetçinin gösterdiği yere girdi. Oradan gerekli zırhı, miğferi, mızrağı ve kılıncı aldıktan sonra yeniden nöbetçiyi buldu. Nöbetçi onu az önce girdiğinden daha büyük bir odaya götürdü. Odanın en önünde Zeus'un heykeli vardı. Entis onun karşısında diz çöktü ve yeminini etti. Daha sonra onu bekleyen nöbetçinin yanına ilerledi. Adam onu güleryüzle karşıladı ve acemilerin bulunduğu karargaha götürdü. Entis onlarla selamlaştıktan sonra biraz sohbet etti ve ardından uykuya daldı.
    Sabah bir anda oluvermişti. Entis'in askerlikteki ilk gününün şerefine midir bilinmez ama yağmur yağıyordu ve yalancı güneş pek fazla ısı vermiyordu. Acemiler yataklarından ister istemez kalktı ve kıyafetlerini giydiler. Ardından artık ezberledikleri eğitim kampına ilerlediler. Burası tüm karargahtaki en geniş alandı. Halka biçiminde oluşturulmuş bir eğitim alanı... Kolezyumları andırıyordu. Alandaki on asker de gladyatörler gibi tek bir sıraya girmiş komutanlarının gelmesini bekliyorlardı. Ortamda sinir bozucu bir sessizlik hakimdi. Komutan yüzünden olsa gerekti. Entis onun iri yarı ve ruhsuz bir adam olduğunu düşünüyordu ve düşünceleri onu yanıltmadı. Odun gibi bir adam sert adımlarla on askerin ortasına doğru ilerledi. Sert bakışlı ve uzun boyluydu. Adam hemen birliğe yeni katılan kişiyi gördü ve yanına doğru ağır adımlarla ilerledi. Daha sonra Entis'in gözlerinin içerisne bakarak, ortamdaki on kişiye seslendi: "Buraya gelenlerinizin bir çoğu zenginlik istiyor. Bir çoğunun hayatı bitik. Diğerlerinin ise sorunları var." Komutanın sesi de görünüşü gibi kabaydı. Ve sadece sesiyle bile askerleri ürkütebiliyordu. Adam devam etti. "Ama hepinizin tek ortak noktası var! Mesina'yı sonuna kadar savunmak! Bunu yapmak için buraya geldiniz! Bunu yapmak için burada duruyorsunuz ve bunu yapmak için gerekirse Tartarus'un dibini boylayacağız." Komutanın her kelimesi acemi askerleri galeyana getiriyordu. Artık hepsi acemilikten kurtulmuş ölmeye hazır Mesina'lı askerler sınıfındaydılar.
    Aradan geçen iki ay içerisinde, yeni gelenlerle birlikte Entis ve dostlarının sayısı yirmi üçe çıkmıştı. Hepsi bir aylık eğitim sürecinden geçtikten sonra sadece on beşi tam anlamı ile orduya katılmaya hak kazanabilmıştı. Aslında bu süre bile yetersizdi. Ama ortada kötü bir söylenti dolaşıyordu. Bu yüzden bu süreyi yeterli görüyorlar ama askerleri çok fazla zorluyorlardı. Bu yüzden ister istemez kazalar oluyordu. Yirmi üç kişinin ikisi henüz eğitim sırasındayken hayatlarını teslim etme noktasına gelmişlerdi. Ve ordudan azledildiler. Ama Entis bu zor görevler silsilesini başarıyla bitirmiş ve iki yüz elli kişiden oluşan mızraklı ordusuna katılmıştı. Bu onun için iyi bir başarıydı. Zira mızrakların dilini iyi biliyordu. Asıl eğitiminde mızrak kullanmasını iyiden iyiye geliştirmişti. O kadardı ki, Entis'e "Ares" lakabını takmıştı askerler. Yeni ismine ilk başlarda alışamamış olsa da sonraları bu isim onun da kulağına hoş gelmeye başlamıştı. Yetenekleri, fiziksel becerileri iyice gelişmişti. Ve kendisini iyi bir muharebede denemeye hazırdı. Üç gün sonra gelen kötü haberler silsilesi pek sevindirmişti Entis'i. Haberler aynen şöyleydi;
    Spartalılar kafayı yediler. Komutanları artık bize karşı çarpışıyor. İleri cephede beş yüz adamımızı kaybettik. Komutanları tek kişilik bir ordu gibi. Onlar durdurulamaz. Kimse onları durduramaz!
    Mesina'nın şehir güvenliğinden sorumlu ordunun bu haberi alması fazla uzun sürmemişti. Spartalılar dosdoğu üstlerine geliyordu ve kadın çocuk ne varsa hiç acımıyorlardı. Zor zamanlar kapıdaydı. Ordunun hemen hazırlanması gerekiyordu. Gerekli silah ve erzak şehirden temin edilmeliydi ve en önemlisi beş bin kişiyi durdurmak için çok fazla askere ihtiyaçları vardı. Entis ve taburu apar topar yataklarından kaldırılmışlardı. Tüm mızraklılar bir tarafa toplanıp beklemeye başladılar. Onların ardından beş yüze yakın piyade geldi. Sonra okçular ve en sonunda da süvari birlikleri. Mesina ordusu kısa zamanda da olsa savaşa hazırlanabilmişti. İki bin kişiydiler ve rakipleri de asker olarak doğan dört bin Spartalıydı. Komutanları ise tek kişilik ordu lakaplı, Savaş Tanrısı Ares'in baş hizmetkarı olan Kratos idi.
    İki ordu Mesina'nın doğu açıklarında karşı karşıya gelmişti. Spartalıların mızraklarını yere vuruş sesleri deprem etkisi yaratıyordu. Mesinalılar ister istemez psikolojik bir bozguna uğramışlardı. Entis'in bulunduğu grup en önde duruyordu. Entis ise en önden arkaya doğru üçüncü sırada bekliyordu. Bir süre sonra Mesina komutanı atıyla birlikte öne çıktı. "Savaş öncesi askerlerine gerçek olmayan şeyler söyleyecek" diye iç geçirdi Entis. Ama onun da galeyana gelmeye ihtiyacı vardı. İlk savaşına göre çok büyük bir rakibi vardı ve bu rakip onun bile gözünü korkutmuştu. Komutan diyeceklerini dedi ve Mesinalılar zafer için haykırmaya başladılar. Bu haykırma birkaç dakika sürdü. Spartalı piyadeler üzerlerine doğru geliyordu.
    Mızrakçıbaşı haykırdı:"Hazırlanın!"
    Piyadeler yaklaşmışlardı. Komutan hala emri vermemişti. Askerler korku ile karışık bir duygunun içinde bekliyorlardı. Piyadeler artık saldırma mesafesine gelince komutan haykırdı: "Şimdi!"
    Beş yüz mızraklının hepsi mızraklarını sürdü. Piyadeler orta karna saldırmışlardı. Mesina komutanı bunu tahmin mi etmişti bilinmez ama en güçlü mızraklıları buraya koymuştu ve üçüncü sırasında da Entis heyecan içinde bekliyordu. Çok geçmeden piyadelerin işi bitmişti. beş yüz mızraklı dokuz-on kayıp vermişti sadece. Spartalılar şimdi de okçularını öne çıkartmışlardı. Komutan tüm orduyu geri çekmeye çalışsa da ilk atış orta bölümde fazla bir kayıp verdirmişti. Okçular, Mesinalılar geri çekildiği için ilerlemişlerdi ve bu hata onların sonu olacaktı. Atlılar, onlar geri dönemeden yarısından çoğunu biçmişti. Okçulardan sonra mızraklılar olduğu için az bir kayıpla atlılar geri çekildi. Mesina komutanı şimdi haykırmıştı: "Piyadeler! Alanın ortasına gidin. Mızraklılar sizde onların arkalarına! "
    Komutan mızraklıları, atlıların olması yüzünden göndermişti. Ama daha sonra buna gerek olmadığını anladı. Bine yakın Spartalı piyade ordudan kopup savaş alanına doğru koşmaya başladı. Yedi yüz mesinalının şimdi işi zordu işte. Çünkü onları ufak bir sürpriz bekliyordu. Bunu anlamak kısa sürmüştü.En öndeki on Mesina'lı tek bir darbe ile parçalanarak yere düşmüşlerdi. Bunu beş Mesina'lı daha takip etti. On dakika sonra, Spartalılar mızraklılara kadar gelmişlerdi. Hepsi sıradan teker teker düşmeye başladılar. Üçüncü sıranın düşme anı gelmişti şimdi. Kratos dev kılınçlarını onlara salladı ve ortadakilerin hepsi parçalanmış bir şekilde yere yığıldı. Kenarda kalanlar ise diğer askerler tarafından Hades'e gönderilmişti. Üçüncü grubundan da düşmesi ile Mesinalılar mızrakçısız kaldı ve okçularına başvurdular. Ama ön saflarda bir gariplik var gibiydi. Kratos'un kılınç darbesini daha almadan bir mızrakçı kendini yere atmıştı. Kalabalıktan yararlanarak sürünmeye çalışmıştı onu bir Spartalı askerin cesedi durdurmuştu. Entis düşünmeye başladı ve kararını verdi. Spartalının miğferini kafasından çıkardı ve kendi kafasına taktı. Ayağa kalkar kalkmaz önündeki Mesina'lı cesetlere kılınç saplamaya başladı. Hala yaralı bir asker olan ordudaki en iyi arkadaşı onun bu yaptığını görmüştü.
    "Entis... Se-"
    Bu sesten irkilmemişti ama duyduğu ikinci ses onu korkutmaya yetmişti.
    "O ismini nerden biliyor?" Kratos sinirliydi.
    Entis, arkadaşına da kılınç sapladıktan sonra Kratos'a döndü ve "Bilmiyorum" dedi. Kratos ona garip garip baksa da, önüne gelen iki Mesina'lı bu kısa diyaloğun sonu olmuştu.
    Artık Entis'in de içinde bulunduğu yedi yüze yakın Sparta'lı, Mesina ordusunu yok etmeye başlamıştı. Okçuların ardından üst düzey savaşçılar ve atlıların ardından bir grup Mesina'lı şehre kaçmıştı. Ertesi gün bir şehir savaşı olacak gibi görünüyordu, ama bu savaş fazla uzun sürmeyecek gibi görünüyordu. Çünkü, Mesinalılar ön cephede çok kayıp vermişlerdi. Şehiri savunmak için yeterli askerleri yoktu. Daha da kötüsü şehri saran bir surları bile yoktu.
    Gece olurken General Kratos ve ordusu, kazandıkları bu yeni zaferi kutlamaya başladılar. Bolca yenilip içildi. Sabah ise yine savaş vardı. Herkesin aksine bir kişi zaferden memnun değildi. Yarın birçok Spartalı, çocukluğunun geçtiği şehri yakıp yıkacaklardı. Evi, çalıştığı dükkan, oyun oynadığı sokaklar... Kısacası her şey, yarın yok olup gidecekti. Katliam, evet bir katliam olacaktı
    Ertesi gün Mesina orduları kalan bir avuç asker ile şehrin belli kısımlarına dağılıp savunma alanı oluşturmuşlardı. Ama onları yıkmak fazla zor olmamıştı. Hades'e günün erken saatlerinde ölü yağıyordu. Kratos ve generalleri kentin en görkemli binasına girip içerdeki herkesi kılınçtan geçirdiler. Sarayın giriş basamaklarından kanlar boşalıyordu. Sanki bu bina kan ağlıyor gibiydi. Aralarında Entis'inde olduğu başka bir grup ise şehrin hazinesini yağmalıyorlardı. Entis kısa zamanda amacına ulaşmıştı. En pahalı hazineler ve Kralın haremindeki en güzel kadınlar onun olmuştu. Ama geçen zamanda farketti ki, gerçek isteği bu değildi. Ne altın ne de kadınlar. Gözlerinin önünde sadece tek bir kişinin silüeti canlanıyordu. Onun neye benzediğini çok ama çok iyi biliyordu ve o HADES'ti.
    Gündüz yerini yine geceye bırakırken, Kratos ve birkaç adamı şehrin dışına çıktılar. Biraz ilerledikten sonra Kratos onları da bıraktı ve yoluna yalnız devam etti. Geldiği yer şehirden epey uzaktı. Yolu kayalıklar ile kesilince durmuştu. Atından indi ve etrafı kolaçan etmeye başladı. Bu birkaç dakika sürmüştü. Kratos düz bir kayalığa yaslandı ve beklemeye başladı. Efendisi onu fazla bekletmemiş gibi görünüyordu. Bir anda gökyüzü yarıldı ve gecenin karanlığının içinden güneş gibi parlayan bir yüz belirdi. Bu güneş değildi elbette; ama Kratos onun kim olduğunu çok iyi biliyordu. Çok beklemeden diz çökerek efendisi Ares'e boyun eğdi. Ardından yüzünü kaldırdı ve efendisi ile konuşmaya başladı.
    "Lord Ares, emrettiğiniz gibi tüm Yunanistan'ın şehirleri birer birer düşmeye başladı."
    "Görüyorum Kratos; ama bu, sana verdiğim güç olmadan da yapılabilirdi."
    "Peki emriniz nedir efendim?"
    "Yunanistan'ı hemen hemen fethettin sayılır."
    "Atina olduğu sürece bu fetih tamamlanamaz efendim."
    "İşte ben de bundan bahsediyorum Kratos. Atina şehrini koruyan, Athena'nın gücü. Ona bu gücü verenler ise senin düşmanların olan onun budala ve ölümlü müritleri."
    "Yani onları yok edersem... Atina... Düşer mi?"
    "Mesina'nın kuzeyine ilerle Kratos. Orada bir köy var. Bu köyün halkı bizzat Athena'ya tapınıyor. Eğer onları yok edersen. Atina da zayıflayacaktır ve saldırıya açık hale gelecektir."
    "Emrettiğiniz gibi köyü yok edip halkını da kılınçtan geçireceğim efendim."
    "Güzel. Hemen hazırlıklara başla Kratos! Zaferimiz buna bağlı!"
    "Derhal efendim!"
    Ares'in silüeti yeniden gecenin karanlığına karışmıştı. Kratos, kafasındaki yeni, şeytani ve kaderini büyük ölçüde etkileyecek planıyla birlikte şehre döndüğünde ise şafak sökmüştü. Gerekli hazırlıklar derhal yapıldı, yemekler yendi ve kılınçlar bilendi. Saldırı için artık her şey hazırdı. Ufak bir köye saldıracağı için Kratos yanına sadece seçtiği elli askeri almıştı.Bu askerlerin birisi de Entis'di. Geceye kadar köye varmayı hedefliyorlardı. Herkesi uykuda yakalayıp, kadın çocuk dinlemeden kılınçtan geçireceklerdi. Elli bir asker köylülerin tarlalarını geçtiler, ayın ışığıyla parlayan başakları eğerek kendilerine yol açtılar. Artık köy gözüküyordu. Sağda ve solda, az aralıklarla boyuna dizilmiş küçük evler oluşturuyordu bu köyü. En sonuncu evlerin hemen ortasında bir tapınak bulunuyordu. Geldikleri adres doğru olmalıydı. Athena'nın rahipleri o tapınakta dua ediyor olmalıydılar. Köye biraz daha ilerledikten sonra Kratos bir meşale alarak askerlerinin önüne geçti ve onlara durmalarını emretti. Onları yapacakları iş için ki, bu iş katliamdan farksız olacaktı, galeyana getirmesi gerekiyordu. Kratos konuşmaya başladı:

    "Onlar bu tapınağı Athena'ya dua edebilmek için yaptılar. Bu köyün tamamı Lord Ares için büyük bir hakaret oluşturuyor. Yakın bu köyü! Hiçbir şey bırakmamak üzere yakın! "
    Entis'in sağındaki asker kolunu evet anlamında kaldırdı. Ve askerler etrafa dağılıp köydeki evleri bir bir basmaya başladılar. Her şey istenildiği ve emredildiği gibi oluyordu. Masum insanların kanı askerlerin üzerine bulaşıyordu. Entis, ister istemez onlara katılmış ve birkaç kişiyi kılınçtan geçirmişti. Ama öldürdükleri genelde yaşlı ve hayattan bir umudu kalmamış insanlardı. Katliama biraz ara verdi ve efendisini izlemeye koyuldu. Diğer askerler halka kıyım uygularken, o orada durmuş tapınağa doğru ilerleyen Kratos'a bakıyordu. Şans mıydı bilinmez ama Entis'in hiç ummadığı anda garip bir şey oldu. Entis şaşkınlığından iyice buz kesilmişti. Tapınağın kapısının sol kenarında bir ışık parlamıştı ve ortaya aniden yaşlı, kısa ve kambur bir kadın çıkmıştı. Kadın dosdoğru tapınağa doğru ilerleyen Kratos'un önüne geldi ve bir şeyler söylemek istedi. Tavrında, onu engellemeye çalışırmış gibi bir hava sezmişti Entis. Ama Kratos kadının sözlerini dinlememiş ve onu önünden itivermişti. Yaptığı bu hareketin bedelinin ne kadar büyük olacağını tahmin bile edemezdi. Artık tapınağın önündeydi. Entis ise hala o kadının kim olduğunu merak ediyordu. Kratos tapınağın kapısını tekmeyelerek açtığında bir gariplik daha yaşanmıştı. Az önce Kratos'un ittiği yaşlı kadın şimdi dosdoğru Entis'e bakıyordu. Entis tam olarak ona baktığını anlamak için, işaret parmağını kendi üzerine doğrulttu. Kadın evet anlamında başını sallayınca, Entis hızlı ve şaşırmış bir şekilde kadının yanına doğru ilerledi. Yanına geldiğinde Entis dayanamadı ve sordu:
    "Kimsin sen?"
    "Ben bu köyün kahiniyim."
    "Peki efendi Kratos'a ne söyledin."
    "O artık geri dönülemez bir yola girdi. Ama senin için hala bir umut var."
    "Umut mu? Bunu nereden biliyorsun" diyecekti ki, onun bir kahin olduğunu hatırladı. Ve kaldığı yerden sözünü tamamladı. "Hayır, ben umudumu kaybedeli çok uzun zaman oldu."
    "Demek tanrılardan intikam alınamayacağını düşünüyorsun. He Entis?"
    "Ama ismimi nası-" Bu soru, sorduktan sonra ona epey aptalca gelmişti.
    "Git buradan Entis git buradan ve sana söyleyeceğim yere ilerleyerek karını kurtarma şansını yakala."
    "Nereye, nasıl?"
    Konuşma ilginçleşiyordu. Köylülerin neredeyse hepsi kanlar içinde yerde yatarken, tapınağın içinden çığlık sesleri yükseliyordu.
    "Ölülerin gittiği yere git Entis."
    "Tartarusa? Ama bu imkansız."
    "Roma'da, Cumae'nın yakınlarında ölülerin mekanına giden gizli bir geçit var, evlat."
    "Roma mı? Cumae'ye gitmek çok zor olur hem ordu-"
    Kahin eliyle tapınağın sol tarafında bulunan yolu göstermişti şimdi ve devam etti:
    "Bu yolun sonunda kanatlı bir at göreceksin Entis, o at seni dosdoğru istediğin yere götürecek."
    "Peki bana neden yardım ediyorsun?"
    "İleride anlıyacaksın evlat ileride anlayacaksın."
    Entis köyün çıkışına doğru, şaşırmış bir şekilde koşmaya başlamıştı. Yolda duyduklarının hayal olup olmadığını sorguluyordu. Ama yolun sonunda duran, alevlerle sarılı Pegasus'u görünce her şeyin gerçek olduğuna kanaat getirmişti. Atın yanına yaklaştı ve ürke ürke de olsa ata zarar veriyor mu diye dokundu. Elinin yanmadığını görünce hiç düşünmeden ata binmişti. İlk başlarda dengesini biraz yitirse de birkaç dakika sonra Pegasus'a alıştı. At önce yerde biraz koştu ve ardından havalandı. Alevlerle Sarılı Pegasus, önce havada birkaç daire çizdi. Ardından tüm gücüyle yol almaya başladı.Çok az bir zaman sonra tapınağın üzerinden geçti. Aşağıdan Kratos'un haykırışlarını duyabiliyordu Entis. .
    Pegasus ile birlikte genç savaşçının orada gördüğü en son şey ise tapınağın köşesinden çıkan küller olmuştu. Küller dosdoğru Kratos'un üzerine gelip vücuduna yapışıyordu. Kahverengi derisinin her bir yanı bembeyaz olana kadar bu işlem devam etmişti. Entis oradan uzaklaşıyordu. Aşağıda ise Kratos bağıra bağıra küfderiyor ve efendisi Ares'e lanetler okuyordu.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi NECO ksk -- 28 Mart 2010; 4:43:14 >




  • Her yer beyazdı. Sanki her yeri kar örtüsü kaplamış gibiydi. Ama bu kar örtüsü gibi görünen beyazlığın içi boştu. Bomboştu.
    Derken uzaklardan bir uğultu sesi, bu saf beyazlığın içerisine dolmaya başladı. Ses gittikçe daha fazla artıyor ve uğultu arttıkça da etrafı kaplamış olan beyazlık daha fazla titriyordu. Uğultu her saniye daha fazla şiddetleniyordu. Ve bu artık dayanılmaz bir hal almıştı. Bu beyazlığın içinde her ne olursa olsun sese fazla dayanamadan ölüp giderdi.
    Ses şiddetini azaltmaya başlıyordu. Ve bunu yaparken de beyazlığın içinde bir karartı oluşturuyordu. Karartı ses azaldıkça daha fazla belirginleşiyor ve gitgide bir şeyin suretini alıyordu. Bu suret bir insana aitmiş gibi görünüyordu. Uğultu tamamen kesildiğinde, nefes aldığını bile anlamayan bir insan belirmişti beyazlığın tam ortasında. Üzeri yırtıklar, kesikler, yaralar içerisinde bir insan, beyazın bütün güzelliğini bozmuştu. Yaşadığından bile habersiz olan bu insan, sonsuzluğun içine hapsolmuş gibi görünüyordu. Bulunduğu yer sanki bir tabut gibiydi. Sanki bu koca alanın içinde en ufak bir boşluk yokmuşçasına, olduğu yerde öylece duruyordu. Ama durum ne kadar kötü de olsa, bu yer ona nefes alıp vermesi için yetiyordu. Bunun bir ceza mı yoksa merhamet mi olduğunu anlamasına ise epey bir zaman vardı.
    Adamın kapalı gözleri birden hızlıca kırpışmaya başlamıştı. Hayatından bazı kesitler görüyor gibiydi.

    "Kovduğumdan bu yana pek değişmemişsin Entis, hala pis bir keşsin."
    "Orduya katılmak için buradayım."
    "Onlar bu tapınağı Athena'ya dua edebilmek için yaptılar! Bu köyün tamamı Lord Ares için büyük hakaret! Yakın bu köyü! Hiçbir şey bırakmamak üzere yakın! "
    "Demek tanrılardan intikam alınamayacağını düşünüyorsun Entis."
    "Safsata. Senin gibi aciz bir ölümlünün Cumae'deki geçiti bulman imkansız."
    "Tanrıça Persephone, ben sizden bir şey istemek için geldim."
    "Hayır kahin. Ben ne yaparsam yapayım bir tanrıçayı yenemem."
    "Senden bir şey istemiyorum Entis. Durumuna bakılırsa sen benden bir şey isteyeceksin."
    "Ben Mesina'lı savaşçı Entis. Buraya sizden yardım istemek için geldim. Yüce Lord Poseidon!"
    "Aaaaa, üzgünüm ama senden önce gelen biri bu ihaleyi çoktan aldı bile."
    "Entis oğluma sahip çık. Senin gibi bir dostu tanıdığım için gerçekten çok mutlu bir şekilde öleceğim!"
    "Evet, Acımasız Savaş Tanrısı Kratos'un ta kendisi. Artık hiç umut yok."
    "Artık kaderime teslim oldum. Benim kaderimde intikam denen bir şey olamaz."
    "Perseus?"
    "Merhamet mi? Bak Entis, istesende istemesende kaderine boyun eğmen gerektiğini sana en son başarısızlığında anlatmaya çalıştık. Ama sen yine vazgeçmedin."
    "Siz kızkardeşler, madem kaderimi değiştirmeyeceksiniz. O zaman bunu ben kendim halledeceğim!"
    "Kurtar beni Entis lütfen kurtar beni!"
    "Hoşçakal İlenya."
    "Hades senin öz baban!"

    Birden gözleri açıldı ve hayata geri döndü. Uyandığında ilk haykırdığı kelime ise "Hades!" olmuştu. Entis yavaş yavaş kendine geliyordu. Fakat bunun bulunduğu yerde hiçbir faydası yoktu. Çünkü hiçbir şekilde kıpırdayamıyordu. Bulunduğu yerden etrafını seyretmekle yetiniyordu. Ve bu ona sonszuluk hissini biraz daha fazla hissettiriyordu. Yardım istemekten başka çaresi olmadığını anlamakta fazla gecikmemişti. Hatta fazlaca erken olduğu bile söylenebilirdi. "Kimse yok mu?! Sesimi duyan birisi, sadece birisi bile yok mu?!" Bağırmak yararsızdı. Çünkü hapsolduğu yer hiçlikti. Ve bu hiçlik büyük boş bir beyazlıktan başka bir şey değildi. Entis'in bu zaman dilimindeki hali sekteye uğradığı için dünyadan silinmişti. Ölmemişti belki ama şu an içinde bulunduğu durum ölmekten daha beter gibi görünüyordu.
    Ölmediği için Hades'te değildi. Uzaklarda kayıkçılar da gözükmüyordu. Gidebileceği tek bir yer varmış gibi görünüyordu. Hiçlikmiş gibi görünen fakat içinde her şeyin barındığı bir boşluk "KAOS"
    Ne kadar zaman geçerse geçsin, Entis acıkmadığının uykusunun gelmediğinin ve bilimum ihtiyaçlarının gelmediğini anlamıştı. "Hiç değilse uyuyabilseydim." diye aklından geçirdi. Ama bunu ne kadar çok denediyse o kadar hüsrana uğradı. Bu hapishaneden de başka bir şeydi. Hades'ten bile daha acımasız bir yerdi. Her gün işkence fikri, giderek kulağa daha hoş gelmeye başlamıştı Entis'in aklında.
    Bütün umutlarının tükendiği bir anda, bulunduğu yerde her şey sallanmaya başladı. Ve bu olay o kadar şiddetli oluyordu ki Entis'in hafızasında gidip gelmeler yaşanıyordu. Yeniden geçmişini seyreden Entis, yaptığı ahmaklıkları, kazadığı zaferleri ve en önemlisi sevdiği kadını bir kez daha görebilmişti. Deprem hala devam ediyordu. Ve her yerdeki beyazlık da depremle beraber parçalanmaya başlıyordu. Beyazlığın arkasından karanlık görünüyordu. Karanlığın içerisinde yıldızlar parlıyordu. Işıltılarındaki zarafet o kadar güzeldi ki, Entis'i geçmişini seyretmekten dahi alıkoymuşlardı. "Neler oluyor?" diye sordu kendi kendine. Bütün beyazlık yok olduğunda ise kulakları sağır eden şiddetteki bir ses konuşmaya başlamıştı. Ve bu ses Poseidon'un sesinden bile daha korkunç ve daha gürültülüydü.
    "Seni unuttuğumu mu sanıyordun yoksa!?"
    "Zeus, Hades, Kronos?"
    "Hayır ölümlü. Hiçbiri!"
    "Peki kimsin sen?"
    "Ben KAOS'um!"
    "Yani şimdi sen... Onca zamandır canlı mıydın?"
    "Ben herşeyi başlatanım ölümlü. Fakat bunu kendi isteğim doğrultusunda yapmadığımı da itiraf etmem gerekiyor!"
    "O kadar şeyi yaratacak kadar gücün vardı. Ve sen bu gücü istemeden kullandın, öyle mi?"
    "Ben Titanlar veya Tanrılar gibi bir surette yaratılmadım maalesef. Sadece tek bir yaratılma amacım vardı o da, hayat vermek!"
    "Gücünün kontrolünün elinde olmadığını söyledin. Peki ya şimdi?"
    "İçimden bazı şeyler ayrıldıktan sonra yavaş yavaş kendi kontrolümü de kazanmaya başladım. Önce konuşabilmeyi öğrendim ve bundan fazlası. Kalan ve gitgide gelişen gücümü artık kontrol altına almaya başladım!"
    "Peki ben, benim burada ne işim var?"
    "Uzay zaman sürekliliğinde yapmış olduğun bir hata sonucu kendi kendini yok ettin ölümlü. Ama ölmediğin için Hades'e gitmedin ve özüne yani bana geri döndün!"
    "Nasıl bir işkence sürecinden geçeceğim peki? Hareket etmeden sonsuzluğu izlemek çok sıkıcı"
    "İşkence mi? Hayır ölümlü hayır, bana yardım edebilecek birine neden kötü davranayım ki!"
    "Yardım mı? Sana... Nasıl?"
    "Kontrol bende değilken benden giden bütün her şeyi geri almam gerekiyor ölümlü. Ancak bu şekilde düzeni sağlayabilirim. Aksi halde benden gidenler kendi kendilerini yok ederek gücümü etkisiz kılacaklar!"
    "Her şeyi geri aldın diyelim. O zaman ne olacak?"
    "Dünyayı baştan yaratacağım. Ve bu sefer ne olimposlular ne de titanlar olacak ölümlü! Ben tek kural koyucu ve hakim olarak dünyayı ve bütün evreni yöneteceğim!"
    "Sana yardım etmek karşılığında benim kazancım ne olacak peki?"
    "Yaptıklarını gördüm ölümlü ve açıkçası seni karşıma almak istemem. Bunun yerine seni yanımda görmeyi yeğlerim. Eğer bana yardım edersen, sana söz veriyorum ki benden sonraki en rütbeli kişi sen olacaksın. Ve bu da seni dünyanın yöneticisi yapacak. Ayrıca ölümsüzlük gibi bir gücü de elinde bulunduracaksın!"
    "Kulağa hoş geliyor. Olimpossuz bir dünya... Peki ne yapmam gerekiyor?"
    "Öncelikle benim de olimposlular ve titanlar gibi bir surete bürünmem gerekiyor! Ve bunun içinde, senin bana bir titan ve bir olimposlu cesedi getirmen gerekiyor! Ancak bu şekilde oluşumum tamamlanabilir!"
    "Bu günlerde bildiğin gibi bir titan ve bir olimposlu bulmak dünyadaki en zor şey Kaos. Bunu yapabilmem için bana yardım etmen gerekiyor."
    "Yardım mı?!"
    "Evet onları nerede bulabileceğimi bana söylemen gerek."
    "Pekala ölümlü, titan soyundan gelen bir dişi var. Ve sen onu iyi tanıyorsun. Son savaşında senin talihsizliğin neticesinde ölümden kurtulmuştu. Ve senden sonra oraya gelen ölümlü, o ve onun kardeşini aynaların arkasına hapsetti. Bu da onları dünyanın herhangi bir köşesine gönderdi!"
    "Lakhesis ve Atropos."
    "Evet. Ve onlar şu anda Yaradılış Adasını aramakla meşguller. Orayı bulmadan önce onları yok etmen gerekiyor ölümlü!"
    "Peki Kaos dediğini yapacağım. Fakat bildiğin gibi geçen sefer bazı güçlerim vardı. Ve dinçtim. Şimdi ise hiçbir gücüm yok ve daha da yaşlandım."
    "Peki ölümlü, sana kendi özümden bir güç vereceğim. Bu güç ile, sende Olimposlular kadar güçlü olacaksın! Şimdi gözlerini kapat!"

    Entis gözlerini kapadı. Hareketsiz vücudunun üzerine her renkten sıvılar geliyordu. Ve bu sıvılar, sanki onu mumyalıyor gibiydi. Boşluğun içerisinde ortaya çıkan bu renk kargaşası o kadar hızlı bir şekilde oluyordu ki, ona kim bakarsa baksın. Bu göreceği son şey olurdu. Sıvılar Entis'i iyice sarmaladıktan sonra hepsi aynı anda kendilerini Entis'in zıttı yönüne doğru gerdiler. Entis acıyı, hüznü, zevki, öfkeyi ve bunun gibi duyguları birbiri ardına yaşamaya başlamıştı. Ne olduğunu görmüyordu belki ama duyguları içinde birbirlerini yok etmeye çalışıyordu sanki.
    Renk sıvıları o kadar gerilmişti ki, hepsi aynı anda Entis'ten kopmak zorunda kalmışlardı. Entis'in üzerinde kalan sıvılar ise, renk değiştirdiler ve hepsi yavaş yavaş mavi rengi almaya başladılar. Entis'in üzerinde oluşan bu mavi örtü şimdi içine işlemeye başlamıştı. Bittiğinde ise Entis gözlerini birden açmak zorunda kalmıştı.
    "Nasıl hissediyorsun?!"
    "Farklı, görünüşüm aynı fakat içimdeki güç çok fazla. Gençliğimden daha dinç hissediyorum kendimi!"
    "Güzel! Şimdi al bunu!"
    Gökten, hala hareketsiz şekilde duran Entis'in sağ koluna üzerinde yılan figürü olan altın bir bileklik takılmıştı şimdi.
    "Nedir bu?"
    "Öldürdüklerinin cesedini bana kadar taşıyacağını düşünmüyorsundur heralde!"
    "Yani şimdi bu bileklik, öldürdüklerimi sana mı gönderecek?"
    "Evet ölümlü. Bilekliği öldürdüklerinin üzerine tutman yeterli olacaktır!"
    "Yardımların için teşekkürler Kaos. Şimdi sana yardımlarının karşılığını sunmamın zamanıdır!"
    "Seni onları bulabileceğin en yakın yere göndereceğim ölümlü! Şimdi gözlerini tekrar kapat!"
    Entis gözlerini bir kez daha kapadı birkaç zaman bekledi ve ardından bir anda ve yeniden isteksizce açıverdi. Önce üzerini başını yokladı. Giysileri yenilenmişti. Üzerindekiler daha kalın gözükseler de bunun tam aksine oldukça hafif ve rahattılar. Kemerinin olduğu yerde ise gözüne ilk ilişen şey sağında ve solunda olmak üzere iki adet kının içinde bulunan kılınçları olmuştu. Kaos Entis'e beklediğinden fazlasını vermiş gibi görünüyordu. O da anlaşmaları gereği, Kaos'u hayal kırıklılığına uğratmamalıydı. İlk işi boynunda asılı duran kolyesini eline alması olmuştu. İstediği şeyleri kafasından geçirdi ve kolyenin parlamasını bekledi. Kolyede en ufak bir parlama olmamıştı. Artık işe yaramıyor muydu yoksa? Kolyenin çalışmaması üzerine, yerini saptamak için kolları sıvadı. Bulunduğu yer bir kumsaldı. Etrafta en ufak bir medeniyet belirtisi bile görünmüyordu. Entis mavi deniz ile biraz bakıştıktan sonra gözlerini uzaklara çevirdi. Maviliğin ilerisi o kadar da uçsuz bucaksız görünmüyordu. Çünkü bir sis bulutu bir yerden sonra denizin tümünü belirsiz yapıyordu. Yaradılış Adası orada olmalı diye geçirdi aklından. Bu düşüncesiyle birlikte geride bıraktığı İlenya ve geçmişteki kendisinin ne yaptığını merak etmeye başladı. Karısını notu okuduğu halde öldürmüş olabilir miydi? Bunu yapamazdı herhalde çünkü notun gelecekten geldiği kesindi.
    Düşüncelerin arasına dalmışken boş boş kumsaldaki kumları inceliyordu. İşte bu anda bir şey farketti. Fakat düşüncelere o kadar fazla dalmıştı ki, görmezlikten gelerek diğer kumları seyretmeye devam etti. Bir yengeç görmüştü. Yengeç yan yan ilerleyerek onu inceleyen Entis'in yanına geldi. Kıskaçları olmasa son derece zararsız bir yaratık gibi görünüyordu bu ufak canlı. Derken düşüncelere dalmış olan adamın, çizmesinin ön kısmını kıskaçların arasına aldı ve sıkmaya başladı. Entis dünyaya geri dönebilmişti nihayet. İlk işi yengece garip garip bakmak olmuştu. Ardından yengecin yapıştığı sağ ayağını kaldırdı ve denize doğru savurdu. Yengeç havada döne döne suyun dibini boylamıştı. "Aptal hayvan." diyerek gözüne az önce ilişen şeye yönelmişti şimdi. Kumların sarılığından ayrılmış bir beyazlık bütünü bozuyordu. Yamuk bir küreselliği olan beyaz şeyi kumların içerisinden çıkardığında, bunun bir kemik olduğunu ancak anlayabilmişti.
    Kemiğin kime veya neye ait olduğunu düşünecekken denizden gelen dev bir dalga, Entis'in bütün vücudunu sırılsıklam etmişti. Sular geri çekildiğinde ise dağılan kumlar arasından sıyrılan beyazlıklar Entis'in gözleri önüne serildi. Ve o, bunların birer kemik olduğunu biliyordu. Küfürler içerisinde denize döndüğünde, kelimeleri boğazına düğümlenmişti. Az önce denize attığı ufak yengecin, iki metrelik bir versiyonu tam önünde duruyordu. Dev kıskaçları olmasa gerçekten de zararsız bir yaratık olacak gibi görünüyordu. Entis bir kez daha yanılmıştı. Dev yengeç, o kadar şiddetli bir şekilde su fışkırtmıştı ki, sahilde bulunan tek adam havada bir kez dönerek yere yıkılmıştı. Yerden küfürler eşliğinde kalkması biraz zor olmuştu. Kalktığında ise küfürleri hala devam ediyordu. Kılınçların ikisini de zıt kınlarından çekerek dev yengecin üzerine doğru koşmaya başladı. Yengecin su püskürtmelerinden kurtularak, iki metreden daha fazla bir sıçrayışla yaratığın arkasına inmeyi başarmıştı. Hiç düşünmeden kılınçlarını yengecin derisine geçirmeye çalışmıştı. Fakat sonuç hüsran olmuştu. Yengecin derisi o kadar kalındı ki kılınçlar içeri geçmek yerine ancak yaratığın derisine çizik atabilmişlerdi. Dev yengeç yan yanda olsa arkasını döndüğünde sinirli olduğu her halinden anlaşılıyordu.
    Kıskaçları ile Entis'in gırtlağını kapmaya çalışmıştı fakat o da Entis kadar başarısızdı. Yengecin bu hamlesinden eğilerek kurtulan savaşçı ise yaratığın gövdesine çizikler atabilmekle yetinmişti. "Senden ve tüm yengeçlerden nefret ediyorum!" sözünün ardından geri çekilen Entis, ne yapması gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Bu yaratığın her yeri taştan yapılmış gibiydi. Ama sadece bir yeri insanvari bir özellik taşıyordu. Gözleri... Yengeç, savaşçının üzerine üzerine geliyordu. Kıskaçlarını kullanacak gibi görünüyordu. Fakat yine yanıltmıştı. Kaos'un Savaşçısı aynı numarayı ikinci kez yutarak kumlara serilmişti. Ellerini öne doğru atmış bir şekilde içerisinden ardı arkası kesilmeyen küfürler ediyordu. İşte bu anda garip bir şey olmuştu. Ettiği küfürlerin işe yaradığını düşünmüştü ilk başta, fakat bu kadar aptalca bir şeyi düşündüğü için kendisine sinir olmuştu. Tam kendisine de küfür edecekti ki, üzerinde yılan kabartması olan altın bileklik parlamaya başladı. Bu ışık ondan gitgide uzaklaşıyordu. En son geldiği yer ise bir kemiğin üstüydü. Bilekliğin bozuk olduğu düşüncesine kapılmasına sebep olan bu olayla, bir sırrı daha çözmüştü. Etraftan gelen kemikler teker teker bu tek kemiğin üzerinde toplanıyordu. En son olarak gelen kafatası ile iskelet tamamlanınca, Entis bunun bir insana ait olduğunu anlamıştı.
    Şaşırtıcı bir şekilde ayağa kalkan kemik yığını dev yengecin üzerine korkusuzca atılmıştı. Kıskaçlar tarafından paramparça edilinceye kadar işkence görse de yılmadı ve toplanarak yeniden saldırdı. Entis olanları ağzı açık bir şekilde garipseyerek izliyordu. Bir an kumlara oturma fikri ile başbaşa kalsa da, onun için savaşan birini yüz üstü bırakamazdı. Bu bir iskelet bile olsa. Kendini toparladı ve yaratığın gözlerini çıkarmak için savaşa geri döndü. Yine bir takla ile arkaya geçti. Bunu yaparken yengecin başına vurmayı denemişti. Başarılı da olmuştu fakat hiçbir zarar verememişti. İskeleti parçalayan yengeç ise şimdi arkasını dönüyordu. Dönüşünü tamamlayamadan, Entis yaratığın boğazına atılmıştı tek eliyle. Diğer eliyle de gelecek saldırılara karşı kendini savunacaktı. Boğazına götürdüğü eliyle yengecin gözlerini aradı ve bulduğunda ise hiç düşünmeden tüm parmaklarını yengecin gözlerinin içerisine soktu. Dev yengeç bu saldırının şoku ile Entis'in diğer kolunu kıskacı ile kapmıştı. Zafer sarhoşu savaşçı ise bunu hemen anlayamamış ve kıstırılan kolunun kopmasının verdiği acı ile kendisini yerde bulmuştu. Canı ne kadar çok yansa da toparlanmasını bilmişti. Bunu az önceki iskeletin cesareti sayesinde kazanmıştı belki de. Tek koluyla kılıncını kavradı ve kör yengecin hareketlerini kollamaya başladı. İskeletin üzerinden geçtiğini bile anlamayan yaratık sahilin yukarısına doğru ilerliyordu. İskelet yeniden toparlanmaya başlamıştı şimdi. Entis onun yanından hızlıca geçti ve kaçtığını anlamayan yengecin tam önüne dikildi. Gözlerinin üzerindeki beyni hedef almıştı şimdi. Kopan kolunu hiç düşünmeden yaratığın üzerine koştu ve kılıncını yaratığın kör gözlerinin yukarısına doğru sokuverdi. Bununla da kalmayıp kılıncı içeride tam tur çevirerek beyni paramparça etti. Yengeç yere düşerken son bir hamle ile Entis'in diğer kolunu da kopartmıştı.
    Nihayet zorlu düşmanını öldürmüştü. Onu öldürmüştü öldürmesine fakat düşmanı da Entis'in iki koluna maal olmuştu. Ne yapacağını bilemeyen savaşçı gözlerini yukarıya dikti ve "Kaos!" diyerek haykırdı. Bu haykırıştan sonra gayet açık olan gökyüzünde bulutlar toplanmaya başlamıştı. Ve sonrasında ise Kaos'un o doğal hali olan öfkeli sesi Entis'in kulaklarında yankılanmıştı.
    "Evet ölümlü!"
    "Gördüğün gibi bu yaratığı öldürdüm. Fakat bir sorunum var Kaos!"
    "Görebiliyorum. Peki benden neden yardım istiyorsun anlayamadım?"
    İskelet, Entis'in kiminle konuştuğunu merak ediyordu. Belki de delirmiş olmalıydı. Kendisini kolsuz bir şekilde hayal edemiyordu. Onun durumunda olsa kendisini öldürürdü büyük ihtimalle.
    "Kollarım, Kaos. Onlarsız sana yardım edemem. Bana yardım etmelisin!"
    "Sana bir olimposlu kadar güçlü olduğunu söylemiştim ölümlü. Tek yapman gereken onlar gibi yapmak. Kollarının geri gelmesini istemek!"
    "Nasıl yani? Şimdi bunu deyince-"
    "Sadece dene ölümlü ve bir daha beni böyle şeyler için rahatsız etme!"
    "Afedersiniz. Bir daha olmayacak."
    Gökyüzü yeniden eski, açık görünümüne kavuşurken Entis: "Kollarımın geri gelmesini istiyorum." diyerek aptalca gibi görünen bir şey yapmıştı. Mantıken aptalcaydı fakat oluşan mucizeyi gördüğünde o da iskelet de gözlerine inanamadı. Kolları omuzlarından başlayarak yeniden büyüyordu ve üzerlerinde en ufak bir yara izi bile yoktu. Kollarına yeniden kavuşmanın verdiği mutlulukla Entis'in yüzünde bir gülümseme oluşmuştu. Ama bu gülümseme boynundaki kolyenin parlamasıyla yerini öfke ve sinire bırakmıştı. Lakhesis ve Atropos yaklaşıyor olmalıydı.

    Amuletin üzerindeki ışık gitgide artıyordu. Kendisini bir an önce toparlamalıydı. İlk önce kılınçlarını aramaya koyuldu. Birisini kendisi bulmuştu. Ötekini ise, artık yakın arkadaşı olan iskelet getirmişti. Onun bu davranışını garip bir yüz ifadesiyle karşılayarak "teşekkürler" dedikten sonra gözlerini sahilin üst taraflarına dikti. Fakat hala bir şey görünmüyordu. İçinden, "bulunduğum yerden çok çok uzakları görmek istiyorum" diye geçirdikten sonra, tekrar sahilin ilerisine baktı. Sahilden en uzakta bulunan bir köyü bile görebilmişti. Fakat kızkardeşlerden hala eser yoktu. Kumu tekmelemeye başlamıştı şimdi. O bunu yaparken de iskelet onun yanına geldi ve omuzuna, kemik parmakları ile dokunuverdi. Entis ilk başta oralı olmamıştı. Bunun üzerine iskelet elinin kopmasını bile göze alarak, az önce ona bakmayan adama bir şey göstermek üzere, Entis'in omzunu yumruklamaya başladı. Sinirli gözlerle kendisine döndüğünü görünce sağlam olan eli ile gökyüzünü gösterdi. Entis yukarıya garip garip bakarken o da kopan elini takmaya çalışıyordu.
    İskeletin ikinci kez yardımı ile sinirleri bir hayli gergin olan Entis, kızkardeşlerin nerede olduklarını sonunda saptayabilmişti. Gökyüzünde biri çirkin öteki güzel olan iki kızkardeş adanın yerini uçarak bulmaya çalışıyorlardı. Ve adanın yerinin bulduklarında Kratos ve diğer herkes için büyük bir katliam başlatacaklardı. Ama bunun ne olimposlular ne de titanlar farkında değildi. Bilmeden de olsa tek umutları Entis'miş gibi görünüyordu. Sahildeki savaşçı içinden yeni bir dilek daha geçirmişti. Ve bu dileğin sayesinde gökyüzüne dev bir yıldırım göndererek güzel olanı tam karşısına düşürmüştü. Ne olduğunu anlamayan Lakhesis elektriğin verdiği kuvvetle hala titriyordu. Lakhesis'in düştüğünü gören Atropos da şimdi onun yanına inmişti. Öfkeli bir şekilde, kardeşini düşüren kişiyle konuşmaya başladı. Sesi de tipi kadar iğrençti.
    "Sen... Sen... Senin ölmüş olman gerekirdi!"
    Entis gülümsedi: "Benden bir boşluğa düşürerek kurtulacağınızı sanmıyordunuz öyle değil mi?"
    Lakhesis şimdi doğrulmuştu. Diğer kardeşinin tam aksine sesi daha güzeldi. "Bu nasıl olabilir? Senin düşüşünü seyrettim. Ve tamamen karanlığın içine gömüldün. Şimdi nasıl oluyor da karşımda oluyorsun?"
    "Şu ördüğünüz ipler, en aşağılara düştükçe sıklaştı ve böylece ölmekten kurtuldum. Ben ölmekten kurtuldum, ama size şunu söylemeliyim ki, aynı şey sizin için geçerli olmayacak!" Çirkin olan yeniden araya girdi. "Oradan kurtulmuş olabilirsin ölümlü! Ama bu sefer elimizden kurtulamıyacaksın!" Lakhesis devam etti: "Bizi tehdit etmenin bedelini hayatın ile ödeyeceksin seni lanetli yaratık!" Bu sözün ardından Lakhesis elinde tuttuğu asasını öne çıkardı. Asanın ucundan çıkan güçlü yeşil bir ışık Entis'in göğsüne isabet etti ve onu yere yıktı. Ama yeniden doğrulması fazla uzun sürmemişti. Yavaşça ayağa kalktı ve üzerindeki kumları silkeledi. O bunu yaparken kızkardeşleri büyük bir şaşkınlık sarmıştı. Zira o ışığın bu savaşçıyı çoktan Hades'in derinliklerine göndermesi gerekiyordu. Ama beklenen olmamıştı ve düşmanları hiçbir sıyrık bile almadan bu darbeden kurtulmuştu. "Size bunun sebebini uzun bir süre açıklayamacağım için üzgünüm kızkardeşler." "Neden uzun bir süre?" dedi, çirkin olan. "Çünkü gittiğiniz yere gelmeyeceğim!" Entis kılıncını çekti ve kızkardeşlerin üzerine doğru koşmaya başladı. Onlar da onun üzerine doğru hızlı bir şekilde uçmaya başladılar. Üçlünün çarpışması kumsalda dev bir yarık açmıştı. Etrafa saçılan kumlar iskeleti tamamen toprağa gömmüştü. Ama o şimdiden yukarı doğru çıkmak için debelenmeye başlamıştı bile.
    Çarpışmanın etkisi ile Lakhesis yere yığılmıştı. Atropos ise dev tırnakları ile Entis'in doğaüstü olduğu belli olan kılıncını geri bastırmaya çalışıyordu. Garip bir şey oldu ve savaşçı çirkin kızkardeşin arkasına doğru bir takla attı. Düşmanı bunu görmüştü ve doğal olarak arkasını dönmüştü. Ama işin garip yanı, az önce geri bastırmaya çalıştığı savaşçı hala yerinde bulunuyordu. Ortada kalan Atropos önce arkasından aldığı darbe ile yere yığıldı. Ardından çok vahşice denecek bir şekilde katledilmeye başladı. Lakhesis ayağa kalktığında kardeşinin kanlar içinde hareketsizce yattığını görmüştü. İki Entis tek bir yerde birleşti ve düşmanının vücudunu süzdükten sonra ona doğru koşmaya başladı. Lakhesis tüm öfkesi ile öne çıkmıştı ki yaptığı hata onun da sonu olacaktı.
    Entis fazla ilerlemeden geri doğru takla atmış ve üzerine gelen Lakhesis'e doğru şimşekleri seri bir şekilde saydırmaya başlamıştı. Son şimşek darbesi ile Lakhesis de kardeşi gibi yere yığılmıştı. Kalkmaya meyillendi, ancak kafasına giren bir kılınç ile öylece kalakaldı. Önce gözlerinin beyazlığı gitti, ardından da kendisini korkunç bir titreme aldı. Entis kılıncını düşmanının beyninden çıkardı ve ardına bakmadan ilerlemeye başladı. Şimdi geldiği nokta sadık dostu iskeletin yanınydı. Sağ kolundaki, üzerinde yılan desenli bilekliği kavradı ve ardından ölmek üzere olan Lakhesis'in üzerine doğrulttu. İlk başta bir şey olmadı fakat sonrasında Lakhesis'in tüm vücudundan çıkan mavi perde bilekliğe doğru akın etmeye başladı. Tüm gücü alınan Lakhesis tıpkı bir ölümlü gibi kıvranmaya başlamıştı.
    Yaralı kadına son darbeyi indirmek için yanına ilerlediğinde Lakhesis'in ölmüş olduğunu görmüştü. Emin olmak için kılıncını yerde yatan cansız bedenin kalbine sapladı. Hiçbir fark olmamıştı. "Numara yapmıyormuş." diyerek Atropos'un yanına doğru ilerlemeye başlamıştı şimdi. Çirkin kadının bütün yaraları çoktan iyileşmişti bile. Ama nedense hareketsiz bir şekilde yerde yatıyordu. Entis onun üzerine bilekliği doğrulttuğunda yine ilk baştaki gibi hiçbir şey olmamıştı. Ama bekleme süresi uzadıkça, savaşçı bu duruma sinir olmaya başlamıştı. Çirkin yaratığın yanına gitti ve ölü mü yoksa canlı mı olduğunu öğrenmek için kadının karnına şiddetli bir tekme geçirdi. İlkinde hiçbir tepki gelmemişti. Fakat Entis ikincisini vurmaya hazırlandığında Atropos sivri tırnaklarını savaşçının ayak bileğine çoktan saplamıştı bile. Neye uğradığını şaşıran Entis, bir anda sürüklenerek kendisini yerde buldu. Neyse ki kumsal yumuşaktı. Ama bu daha başlangıçmış gibi görünüyordu. Atropos, savaşçının ayak bileğinden yakalayarak göğe doğru yükselmeye başlamıştı. "Lakhesis'i öldürdün seni lanet ölümlü! Ama aynı yer, senin de mezarın olacak!" Atropos yeterince yükseldikten sonra Entis'i aşağıya bırakmıştı.
    Düşüşe geçen savaşçı aşağıya tek başına düşmeme fikrini kafasına çoktan koymuştu bile. Eline bir şimşek yerleştirdi ve gökyüzünün bütün güzelliğini bozan, çirkinlik kaynağına bu şimşeği fırlattı. Atropos bu şimşekten kurtulabilmişti fakat ardı arkasına gelen şimşek akınından kurtulamadı ve o da aşağıya doğru düşüşe geçti. Atropos, Entis'ten daha ağır olduğu için aşağıya ondan daha hızlı bir şekilde düşüyordu. Ve en sonunda savaşçıyı da geçerek ilk sıraya yerleşti. Bu sırada Entis cesurca bir hareket yaptı ve Atroposun uzunca olan kollarından sağdakine tutundu. Kılıncını çekti hiç duraksamadan tuttuğu kolu kesmeye başladı. Atropos hiçbir tepki vermeden aşağıya düşüyordu. Kolunun tamamen koparılması sırasında biraz da olsa titreyebilmişti fakat bu onun bilincini açmaya yetmemişti. Entis ise kol ile birlikte aşağıya düşüyordu.
    Çirkin yaratığın kumsala düşmesinin hemen ardından gelen savaşçı aşağıya düşerken hoş bir sürpriz ile karşılaşmıştı. Düşüşünü yumuşatmak için iskelet onu tam aşağısında bekliyordu. Asıl amacı belki de onu yakalamaktı ama bunun olamayacağını, o da Entis de çok iyi biliyordu. Düşüş tamamlandığında etrafa saçılan sayılarca kemiğin arasında kalan Entis doğrulmaya çalışıyordu. Kemikler ise çoktan hareket etmeye başlayıp birbirlerini birleştirmeye başlamışlardı bile. Birkaç kütürdemenin ardından Entis, sağlam bir şekilde sekerek de olsa yeniden doğrulabilmeyi başarmıştı. Vakit kaybetmeden Atropos'un yanına gitti ve bilekliğini kavrayarak, çirkin yaratığın üzerine tuttu. Bir ışık parıltısının ardından Atropos'un üzerindeki mavi perde çekilmeye başladı. Tüm perde bilekliğe çekilinceye dek, ne Entis ne de Atropos hareket etmemişlerdi. Bileklikle görevini tamamladığında ise, kılıncını çekti ve can çekişen yaratığın çirkin yüzüne son bir kez bakarak, gülümsedi: "Hala beni öldürebileceğini sanıyor musun Atropos?"
    Atropos zorlukla cevap verebildi: "Bu kadar gücü almanın mutlaka bir bedeli olacaktır Entis. Ve o an geldiğinde, artık geri dönüş olmayacak. Çünkü biz, biz... hayat ipliklerini bir daha asla öremiyeceğiz."
    "Ben geçmişimle hesaplaşmamı çoktan tamamladım Atropos! Bana göre artık sen, kendi hesaplaşmanı düşünmelisin."
    Ve kılıncı çirkin yaratığın kalbine hiçbir vicdan azabı duymadan sapladı. Kaderin Kızkardeşleri'nin tüm efsanesi artık bitmişti. Bundan sonra geçmiş bir daha örülemeyecekti. Entis bunu biliyordu ve buna ihtiyacı da yoktu.

    Geceyle birlikte kumsal soğumaya başlamıştı. Dalgaların güçleri artmış, ortada gözüken kemik sayısı da bu sayede fazlalaşmıştı. Dolunay sahilin tam tepesinde bulunuyordu. Dolunayın hemen altından iki küçük yıldız kaymıştı. İskelet bu güzel anı yeni gözleriyle izlemenin keyfini fazlasıyla çıkarmaya çalışıyordu. Sahilde yaktığı ateşin başında bulunan Entis de eserini izlemekten mutluluk duyuyordu. İskelete iki çift göz ve güzel bir zırh vermişti. Vücudunda gittikçe büyüyen deri hücreleri de cabası. Entis'in bu küçük canlısı, ilerde ona iyi bir yardımcı olacakmış gibi görünüyordu. Aslında o, yaptıkları ile bunu fazlasıyla hak etmişti.
    Bu güzel an hep böyle sürüp gitmeyecekti elbette. Denizin artan dalgaları bir anda azalmaya başlamıştı. İlk başta ikisi de ne olduğunun farkına varamamıştı. Fakat hemen ardından hiç dalga olmayışı ikiliyi endişelendirmeye başlıyordu. Çekilen deniz geride gitgide büyüyen bir su tepeceğine katılıyordu. Ve bu tepe her eklenen yeni bir su yoluyla büyüyüşüne devam ediyordu. Entis ve İskelet şaşkın gözler ile olan biteni seyredip anlamaya çalışırlarken, su tepeceği denizden ayrıldı ve gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Entis kılıncını çekti ve savaşa hazır bir pozisyon alarak ne ile karşılaşacağını beklemeye başladı.
    Neyse ki sandıkları şey olmamıştı. Bu yeni bir düşman değildi. Tam aksine şu an ona en yakın kişi olan Kaos'un bir büyüsüydü sadece. Halka şeklindeki su topluluğunda bir ağız oluşmaya başladı. Bu olurken denize dökülen sular ayın ışığıyla birlikte harika bir görüntü oluşturuyordu. İskelet belki de hayatının en güzel gününü yaşıyordu. Büyü suları aşağıya döküle döküle konuşmaya başladı:
    -Öncelikle seni tebrik ediyorum Entis. Senden birinin gücünü istedim. Ama sen ikisininkini de almayı başardın.
    -Teşekkürler Lord Kaos.
    -İkinci görevini az çok tahmin ediyor olmalısın. Değil mi?
    -Bir olimposluyu şu anda nereden bulacağımı, itiraf etmeliyim ki çok fazla merak ediyorum Yüce Lord Kaos.
    -Düşüncelerle kendini yorma Entis. Çünkü gücüne hiç olmadığın kadar ihtiyacın olacak!
    -Bana görevimi verin ve sizin için yerine getireyim Efendim!
    -Olimposlu dendiğinde ilk akla gelenin bir Tanrı olduğunu biliyorum Entis. Ama onların kanından olan birisi de Olimposlu sayılır.
    -Bir Tanrının oğlundan mı söz ediyorsunuz Efendim?
    -Evet Entis. İsmi Herakles ve güçlü, çok güçlü.
    -Herakles...
    -Zeus'un en sevdiği oğlu. Onu yok et. Ve görevini tamamla.
    -Emredersiniz Lord Kaos! Peki ona nasıl ulaşacağım?
    -Ben konuşmamı bitirdiğimde bu büyü sana bir kapı açacak. Kapıdan geçtiğinde ona çok yakın bir yerde, bulunuyor olacaksın Entis. Güçlerini boş yere harcama çünkü bu senin son görevin olmayacak!
    -Tavsiyeleriniz için teşekkürler Lordum. Görevime hazırım. Ve tamamlayacağıma emin olabilirsiniz!
    -Umarım Entis, umarım dediğin gibi olur!


    Kaos'un konuşmasının bitmesiyle, su küresi bozulmaksızın denize doğru alçalmaya başladı. Denizle birleştiğinde ise yeniden bir tepe görünümünü almıştı. Derken hayret verici bir olay yaşandı. Tepeden çıkan bir ışık sahile kadar olan suları iki yana ayırdı. Bu ışık o kadar parlaktı ki, ikilinin bir anlık körlüğüne bile yol açmıştı. Yeniden görme yetilerine kavuştuklarında ise önden Entis ardından yavaş yavaş deriyle kaplanan İskelet ikiye ayrılmış denizin ıslak kumlarına basarak kapıya doğru ilerlemeye başladılar. Kapıdan geçtiklerinde ışık kesildi ve deniz yavaş yavaş eski görünümünü aldı. Geride kalan ise, sahildeki üç adet ceset olmuştu.


    Her şey bir, oldu bittiye gelmiş gibiydi. Anlayamadığı bir şekilde bir yerden başka bir yere göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda geçiş yapmışlardı. Geldiklerinde arkalarındaki kapı hemen kapanmış ve hiçbir işaret bırakmamıştı. Bulundukları yer ise yüksek bir dağın küçük bir tepesinden ibaretti. Gece olduğu için fazla risk almadılar ve uykuya daldılar. Uçurumdan düşüp bir anda her şeyi mahvetmek doğru olmazdı. Sabah uyandıklarında hiç vakit kaybetmeden buradan inmek için yollar aramaya başladılar. Bu çabaları fazla sürmeden meyvesini vermişti. Önlerinde duran ufak bir keçi yolu vardı. Yolun bitiminde tepeden aşağıya inmiş ve dümdüz bir çayıra ayak basmışlardı. Sıcak bahar rüzgarı yüzlerini okşuyor, arkalarında bıraktıkları dağ manzarası göz zevklerini arttırıyordu. Arkalarını döndüler ve çayırın üzerinde ilerleyerek uzakta görünen kasabaya doğru yol almaya başladılar.
    Kasabaya olan yolculuk sanılandan daha uzun sürmüştü. Gün batımında kasabanın girişine ancak varabilmişlerdi. Burası küçük bir yerdi ve evleri yukarıdan bakıldığında bir çember oluşturacak şekilde dizilmişlerdi. Bu çemberin yanlarında ise meyve, sebze ve buğday tarlarları yer alıyordu. İkili aç oldukları halde tarlaları yağmalamamış ve kasabaya doğru yol almışlardı.
    Girişe geldiklerinde onları şişman, bodur ve saçları dökülmüş bir adam karşılamıştı. Güneşin kendisini esmerleştirdiği bu adam dost canlısı birine benziyordu.
    "Kasabamıza hoşgeldiniz efendim."
    "Hoşbulduk."
    Köylü Entis'in yanındaki garip yaratığa bakıp gülümsedi: "Dostunuz mu?"
    "Evet veya hayır. Bunun şimdi ne önemi var ki?"
    "Olmaz olur mu efendim. Buraya böyle garip yaratıklar ilk defa gelmiyor."
    Entis bu duydukları karşısında biraz heyecanlanmış gibiydi. Ses tonunu biraz daha nazikleştirdi ve konuşmasını sürdürdü: "Burası duyduklarımdan da ilginç bir yermiş öyleyse."
    "Size her ne söyledilerse doğrudur efendim. Gün geçmiyor ki bir gariplik daha yaşamayalım. Sadece yaratıklar gelse iyi. Ama bu yaratıklar çok fazla sorun teşkil ediyor. Gelirken diğer kasabaları görmüşsünüzdür."
    Entis evet anlamında başını salladı. Adam iskelete dönerek devam etti: "Ne kadar büyük olduklarına hiç şüphe yok. Bir de bize bakın. Her gün yeni bir dert ile karşı karşıyayız. Centaur'u biter Troll'ü gelir. Troll'ü biter Styx'i gelir. Bu yüzden yanınızdakinin zararsız olduğuna kanaat getirmeniz gerekiyor efendim."
    Entis eserine döndü. Ve daha sonra gülümseyerek adama baktı: "Bu sadece bir iskelet bayım. Size karşı bir zararı olabileceğini sanmıyorum. Ama olursa emin olun ki. Bu yapacağı son şey olacaktır."
    Adam: "Teşekkürler efendim. Kasabamıza niçin teşrif etmiştiniz acaba?"
    Entis yalan bulmakta gecikmedi ve hiç sekteye uğramadan konuşmasını sürdürdü: " Ben Girit'li bir koleksiyoncuyum. Kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak değişik parçalar satın alıyorum."
    Adam Entis'in görünümünü şöyle bir süzdü. Gerçekten de soylu bir görüntüsü vardı. Kıyafetleri yeni ve temizdi. Yanındaki garip yaratığa bir anlam veremese de bu adam doğruyu söylüyordu. Ve ona yardımcı olmak geliyordu içinden. "Bu gün de artık öldü efendim. Size kalacak bir yer bulmamız gerekiyor."
    "Haklısın." Adam yalanı yutmuş gibi görünüyordu.
    "Yeterince büyük olmasa da mütevazi bir hanım var. Size oradan iki yataklı bir oda veririm. Hem de hiçbir ücret almadan."
    Adamın misafirperverliği İskeletin de dikkatini çekmişti. Entis: "Teşekkürler. Fakat ücret almadan bu işler olmaz. Ve beni tanımıyorsunuz bile."
    "Kasabamıza hergün böyle soylu kimseler gelmiyor efendim. Lütfen bu ricamı kırmayın." Entis adamın isteğini hoşnutsuzca kabul etti. Zira yarın kendisinin gerçek yüzünü öğrendiğinde bayağı bir küfür savuracağa benziyordu.
    "Peki" dedi. Adamın yüzü de bu kelimeyle birlikte gerilip gülümsedi. "Han hemen şurada" diyerek, işaret parmağıyla kasabanın sol tarafını gösterdi. Ve ardından birlikte hana doğru yol aldılar.



    Odunların üst üste konulmasıyla yapılan bu mütevazi han, insana evinde olma sıcaklığını veriyordu. Hanın girişinin hemen solunda ufak iskemleler ve yuvarlak bir masa bulunuyordu. Bu sohbet alanının tam karşısında, resepsiyon yer alıyordu. Bu iki alanın ortasından ilerleyerek merdivenlere ulaşılıyor ve oradan da odalara varılıyordu. Hancı ikiliye iki yataklı bir oda verdi ve onları odaya kadar takip etti. Girişe gelip büyükçe anahtarı kapıya soktu ve kulak tırmalayan bir gıcırtıyla kapıyı açtı.
    "İşte kalacağınız yer."
    "Düşündüğümden de iyi görünüyor."
    Hancı "iyi geceler" dedi ve odadan ayrıldı. Kapının arkasından örtülmesi görevini ise iskelet gerçekleştirmişti. Entis onun uykuya ihtiyacı olup olmadığını bilmiyordu. Ama kapıyı kapattıktan sonra onu yatacağı yere davet etti. İskelet hiç yadırgamadan ve düşünmeden kendi yatağına oturdu ve ardından boylu boyunca uzanıp hareketsiz kaldı. Efendisi ise yatağının üzerinde bağdaş kurmuş onun yatışını izliyordu. Vücudundaki etler gitgide yüzünü kaplıyordu. Tamamen şekil alması ise fazla bir zaman almayacakmış gibi görünüyordu. Sabah olduğunda Entis, İskelet'i hiç rahatsız etmeden aşağıya inerek kahvaltısını yaptı. Ardından yukarı çıktı ve uyanmış halde bulduğu hizmetkarını da yanına alarak handan ayrıldı.
    Güneş en tepeye doğru yükselişine devam ediyordu. Altında bulunan canlılara her gün bu iyiliği hiç üşenmeden yapıyordu. Birden Entis'in aklını kara bulutlar kaplamıştı, "Acaba güneşin bu yaptığından haberi var mı?" diye düşünmeden edemedi. Galiba bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Düşünceleri birer birer silindi ve yeniden asıl görevine odaklanmaya başladı. İlk işi köyü gezip Herakles hakkında bilgi toplamak olmalıydı. Ardındaki iskelet ile birlikte köyü dolaşmaya başladılar.
    Evler köyün etrafını daire biçiminde sarıyorlardı. Bu dairenin tam ortasında ise bir çeşme bulunuyordu. Ve çeşmenin üzerinde de birisinin figürü var gibi görünüyordu. Entis uzaktan epey iyi görebildiği halde yanılmamak için çeşmenin yanına doğru ilerlemeye başladı. İskelet de onun ardından geliyordu. Çeşmenin başına geldiğinde Entis'in gördüğü manzara gerçekten ilginçti. Figür Yıldırım Tanrısı Zeus'a aitti. Ve bu figür sağ elinde aşağıya doğru eğk bir testi tutuyordu. Sol eliyle ise testiden çıkan suya yol veriyordu ve onun etrafındaki daireye akmasını sağlıyordu. Asıl gariplik ise, testiye hiçbir su akışı gitmeden devamlı bir şekilde çeşmenin akabilmesiydi. Entis şaşkınlığını geçiştirip sudan bir yudum almak için eğildiğinde ufak bir çocuk sesiyle irkildi. Arkasını dönüp kılıncını çekti ve kılıncı çocuğun boynuna dayadı. Küçük çocuk hiçbir tepki verememişti. Sadece devamlı bir şekilde Entis'e bakakalmıştı. Yaptığı hatayı anlayıp kılıncını yerine soktu ve çocuğun kıvırcık saçlarını okşayıp, ona zararsız olduğunu göstermek için ufak bir sohbet başlattı.
    "Söyler misin? Bu çeşmenin suyu..." Entis'in sözü yarım kalmıştı. Çocuk cevabı anında yapıştırdı. "Bu çeşme Lord Zeus'un oğluna ve bize armağınıdır. Zeus Olimpos'ta hüküm sürdüğü müddetçe akmaya devam edecekmiş."
    "Kesilişi yakındır"
    "Efendim? Sizi duyamadım."
    "Demek oğlu için."
    "Ve de bizim."
    "Peki merak ettim, kimdir bu Zeus'un oğlu? Burada mı yaşıyor?"
    "İsmi yüce Herakles efendim. Ve evet kendisi burada yaşıyor. Babamın yakın arkadaşıdır."
    "Beni ona götürebilir misin peki?"
    "Tabi ki."

    Küçük çocuk çeşmenin tam karşısında bulunan eve doğru ilerlemeye başlamıştı. Biraz ilerledikten sonra, duraksayıp ardına bakarak Entis'in gelip gelmediğini öğrenmeye çalıştı. Orta yaşlı adam onu takip ediyordu. Kütüklerden bozma evin önüne geldiğinde Entis çocuğa teşekkür etti ve ona burada beklemeye gerek kalmadığını söyledi. Çocuk iyice uzaklaştıktan sonra Entis evin kapısını yumruklamaya başlamıştı.
    Kapının arkasından gelen tartışmalı konuşmalar eşliğinde, bir kadın kapıyı isteksizce açtı. Güzel kadın aynı isteksizlikle Entis'e doğru baktı ve: "Buyrun" dedi.
    "Merhaba bayan, ismim Entis ve ben bir kolleksiyoncuyum. Duyduğuma göre şu karşıdaki çeşmeyi Zeus bu evde oturan oğlu için yaptırmış."
    Siyah saçlı kadın, kaşları çatık bir şekilde: "Evet, Lord Zeus onu kocama armağan etti."
    "Böyle bir şeyi uzun zamandır görmemiştim. Ve daha önce Zeus'un hiçbir oğluyla konuşmamıştım."
    "Denk gelmemiş olmak büyük şanssızlık bayım." Entis gülümsedi. Kadın ise aynı halinde kalmak konusunda ısrarcı davranmıştı. "Eğer kocamla görüşmek istiyorsanız lütfen buyrun."
    "Teşekkürler bayan." diyerek Entis evden içeriye daldı. Girişin solundaki ufak mutfağı geçerek oturma odasına doğru ilerledi. İçeriye girdiğinde onu ufak bir çocuk karşılamıştı. Buna pek karşılama denemezdi ama, Entis bacağına dolanan bu ufaklıktan çok hoşlanmıştı. Gülümseyerek onu yerden alarak kucağına kaldırdı. Bebekle birlikte odanın genişlediği sol bölüme gitti. Ve sonunda uğruna çeşmeler yapılan, bebekken iki yılanı öldüren, Savaş Tanrısı Ares'i yaralayan ve oğlunu öldüren Yüce Herakles ile karşılaştı. Entis boşta olan sağ elini ayakta bekleyen Herakles'e doğru uzatmıştı. O da karşılık vermekte gecikmedi ve ikisi birlikte el sıkıştı. Ardından ev sahibi, Entis'i ceylan derisi koltuklardan birine buyur etti. O da önce çocuğu yere bırakıp siyah saçlarını okşadı ve ardından kendisine gösterilen yere oturdu. İkili çok geçmeden konuşmaya başlamıştı.
    "Anlatılarını zevkle dinlediğim Herakles ile sonunda karşılaşabildim. Hatta onunla konuşabiliyorum da... İsmim Entis"
    Herakles isteksizce gülümsedi. Ardından "Memnun oldum" diyerek yeniden Entis'i dinlemeye devam etti: "Bir Tanrının oğluna göre gerçekten çok mütevazi bir ev." Herakles: "Olimpos'taki parıltılı yaşam bana göre değil. Ve orada hala beni istemeyen kişiler var."
    "Tanrıların Efendisinin Oğlu'nu istemeyen kim olabilir ki?"
    "Anlatılar size nasıl aktarıldı bilmiyorum ama bunca macerayı yaşamamın en büyük sebebi doğduğum andan beri beni öldürmek isteyen Tanrıça Hera'dır." Entis duraksadı ve ardından odanın ortasında gezinen çocuğa bakarak konuşmaya devam etti: "Peki bu kin... Hala devam ediyor mu?" "Beni istemeyenler olduğunu, size daha önce söylemiştim." "O zaman hala tehlikedesiniz demek oluyor bu." "Hera'nın bana yaptıklarını oğluma da yapabileceğini biliyorum. Ama bunun için gerekli önlemleri aldığıma emin olabilirsiniz." "Zeus size hala yardımcı oluyor mu peki?" "Babamla uzun zamandır konuşamıyorum. Ama duyduklarıma göre durumları pek de iç açıcı değilmiş. Şu savaş manyağı..."
    "Kratos..." diye, Herakles'in sözünü iteledi Entis.
    "Kratos, Spartanın Hayaleti ya da herneyse, Olimpos'taki kuralları çiğnemiş ve üstüne üstlük gidip Kızkardeşler'i yok etmiş. İnanabiliyor musunuz? Şu an hepimizin hayatı tehlike altında." Entis bilmemezlikten gelerek, büyük bir başarıyla çaresizlik havasına bürünmüştü. Artık konuyu değiştirme zamanı gelmişti ki, hızlıca içeriye Herakles'in karısı Deianeira girmişti. Yüzünde derin bir endişe vardı. Entis ise o kadar tedbirliydi ki az daha kılıncı kınından çıkaracaktı. Ama sadece Herakles ile birlikte ayağa kalkmakla yetindi. Herakles: "Deianeira?"
    Kadın, Entis'i gördüğünden daha da sinirli görünüyordu. Öfkeli bir sesle Herakles'e seslendi:"Köye yine onlardan biri geldi... Acil olarak seninle konuşmak istiyor! "

    Üçlü dışarıya bir hışımla çıktığı için çocuk evde yalnız kalmıştı. Ya da Herakles gerçekten de iyi tedbir almıştı. Dışarı çıkma sebepleri olan garip ucube ise onları çeşmenin yanında bekliyordu. Üçlü birlikte bir yere kadar yürüdü. Daha sonra Deianeira'yı arkada bırakıp çeşmenin yanına doğru sadece Herakles ve Entis ilerledi. Daha sonra onlara karşıdan gelen olgun bir erkek daha katıldı. Birlikte çeşmenin yanına varmışlardı. Herakles hemen söze girdi: "Evet Centaur!"
    "Olimpos'tan geliyorum Herakles! Zeus yolladı beni ve yardımına ihtiyaçları var!"
    "Yardımıma mı?"
    "TİTANLAR!!" Centaurun bu haykırışı halkın üzerinde bir tedirginliğe neden olmuştu. Ama pek fazla kimse korkmuşa benzemiyordu zira insanları yaratanlar onlardı.
    Olgun adam söze karışmıştı. "Bu mümkün olamaz Herakles, Titanlar Büyük Savaşta o büyük kasırga ile yokedildiler." Adamın yüzü nedense Entis'e çok ama çok tanıdık gelmişti.
    "Ortadan kaybolmaları yok olduklarını göstermez Entis"
    Koleksiyoncu kılıklı adam büyük bir şok yaşamıştı. Çünkü Herakles'in yanındaki bu adam, geçmişte karısını emanet ettiği kendisiydi. Şaşkınlıkla dolu bir sesle: "Entis mi?"
    Herakles ve yakın dostu aynı anda ona doğru dönmüş, az önce şaşkınlıktan donakalan koleksiyoncuya bakıyorlardı.
    "Sadece bir isim benzerliği" diyerek geçiştirmişti. Ve geçiştirmesi de gerekiyordu. .
    "Herneyse" deyip devam etti Herakles: "Orada bir savaş oluyorsa Olimpos'a yardım etmem gerek."
    "Titanlar'dan bahsediyoruz Herakles. Bu daha önce yaptığın hiçbir göreve benzemeyecek. Geri dönemeyebilirsin."
    Herakles düşünceli bir şekilde toprağa bakıyordu. Bir karara varması gerekiyordu ve bu karar Olimpos'un çıkarları lehine olmalıydı.
    "Pekala... Gö-...!"
    Herakles'in sözü yarım kalmıştı. Çünkü misafiri olan kişi Centaur'un boğazından yakaladığı gibi kafasını gövdesinden ayırmıştı.
    "Buna izin veremem Herakles!"
    "Sen... Sen! Sen ne yaptığının farkında mısın?"
    "Gayet. Senin canını Titanlar'ın değil benim almam gerekiyor."
    "Hain olduğunu biliyordum."
    "Kapıdaki bağırışmalarınızdan belli oluyordu zaten. Ama güven bana sadece seni öldüreceğim. Bu köyden bana zarar vermedikçe hiçkimseye dokunmayacağım!"
    Herakles: "Onun sen olduğunu söylediklerinde Hera'nın bir oyunu olduğunu düşünmüştüm dostum. Ama bu Centaur'un gelişiyle durum gerçekten kişisel gibi görünüyor."
    Dostu kılıncına sarıldı ve Herakles'e bakarak: "Birlikte mi saldıracağız ?"
    "Hayır Entis. Bu benim meselem. Onunla tek başıma ilgileneceğim!"
    Koleksiyoncu, yine ellerini çapraz biçimde kılınçlarına götürdü. Öfkeden kudurmuşçasına hakırdı: "Hadi gel Zeusun Oğlu! Hadi!"
    Köylüler meydanı hızlıca boşaltıyorlardı. Herakles, dostu Entis'ten aldığı kılınç ile onu öldürmek isteyen kişinin üzerine doğru yürüyordu. Düşmanı ise onun üzerine doğru ilerlemesine seyirci kalmadı ve güçlü bir şimşek topu ile Herakles'in yana doğru savrulmasını izledi. Kendisi çok hızlıydı ve hiçbir yara almadan ayağa kalktı. Şimdi ona doğru koşan kişi Entis'ti ve aklına onu yoketmeyi koymuş gibi görünüyordu. Az önce evde arkadaşça sohbet eden ikili şimdi birbirleri ile ölümcül bir kılınç dalaşına girmişti. Savaşçılar ilk başlarda güçlerini çok fazla sarfetmeden birbirini yoklamışlardı. Bir galip çıkmayınca Entis geri çekildi ve düşmanının üzerine doğru güçlü bir şimşek yağmuru başlattı. Tehlikeden çeviklikle kurtulamayacağını anlayan Herakles yukarıya doğru sıçradı ve büyük bir güçle kılıncını Entis'in üzerine savurdu. Ama o, Herakles daha yukarıya doğru sıçradığında bunu anlamış ve inişe geçerken geri çekilmişti. Kılıncını boşa savuran Herakles güçlü bir şimşek topu ile yere devrildi. Aldığı acının etkisiyle yerden sinirli bir şekilde kalktı ve şimşek toplarının açık hedefi haline geldi. Herakles acı çekiyordu.
    Entis içinden: "Bir kuş kadar hafif olup uçmak istiyorum" sözünü geçirdiğinde birden havalandı ve gözünü köyün merkezindeki çeşmeye dikti. Hiç tereddüt bile etmeden çeşmeyi yerle bir eden Entis suların kaynağınından düzensiz bir şekilde etrafa saçılmasına tanıklık ediyordu. Herakles şimdi toparlanmıştı ki, ayaklarına çeşmenin suyunun değmesiyle ikinci bir şokun daha kurbanı olmuştu. Entis suyun iletkenliğinden yararlanarak Herakles'i acılar içinde bırakmıştı.
    Son bir gayret ile kendisini acı yağmurundan kurtaran Herakles, yerden kaldırdığı dev bir kayayı düşmanının üzerine doğru savurmuştu. Kaya o kadar devasa büyüklüklerdeydi ki, Entis kaçmaya bile gayret gösteremeden kendisini yere düşerken bulmuştu. Ama düşeceği sırada Herakles onu havada yakaladı ve büyük bir çeviklikle kendisini yere fırlattı. Çarpışmanın etkisi o kadar güçlüydü ki Entis yerkürenin diplerine saplanmıştı. Biraz daha ilerlese yeraltı dünyasına bile geçebilirdi.
    Entis'in dibe gönderilmesiyle Herakles soluklanma şansı bulmuştu. Düşmanının ölmüş olacağına ise kesinlikle emindi. Yanına ilk koşan yakın dostu Entis olmuştu: "İyi misin dostum?"
    "Bu nasıl oldu bilmiyorum ama o manyak sendin Entis."
    "Görünüş olarak doğru ama kişiliklerimiz kesinlikle farklı."
    "Artık öldüğüne göre asıl sorunumuza dönsek iyi olacak. Olimpos'a gitmem gerekiyor Entis. Bunun için de Pegasus'a ihtiyacım olacak."
    "Öyleyse beklemenin bir lüzumu yok!"
    Herakles ve Entis koşarak köyün ilerisindeki keçi yoluna doğru ilerlemeye başladılar. Muhtemelen daha önce Koleksiyoncu ve İskeletin buraya geldiği dağa doğru ilerliyorlardı. Köyün merkezi ise yavaş yavaş normale dönüyordu. Köylüler temizliğe başlamış, ölü Centaur'un cesedini Herakles'in açmış olduğu dev çukura atmışlardı. Çeşmenin tamiri ile uğraşacakları zaman gelmişti ki, her yer titremeye başladı. Halk korkuyla evlerinden dışarıya fırlamıştı. Ama bu yaptıkları şey, yapmaları gereken en son şeydi. Yerin dibine geçen Entis yeryüzüne o kadar ölümcül bir güçle dönmüştü ki, bütün köy yerlebir olmuştu. Yerçekimi bile bir anlığına ortadan kaybolmuş ve harabeler Entis'in etrafında dönmeye başlamıştı. Ölümcül güce kavuşan savaşçı geri gelmişti haykırışları ise Olimpos'tan duyuluyordu: "HERAKLES!!!"

    Herakles ve yakın dostu gün batımına doğru, daha önce öldürdüğünü sandığı düşmanının aşağıya indiği dağın önüne nihayet gelebilmişti. Dostu gökyüzüne baktı ve: "Gün kararıyor."
    "Evet."
    "Kamp kuracak mıyız? Yoksa..."
    "Bundan sonrasına kendim devam edeceğim Entis. Sen dönüp köyün sorunlarıyla ilgilenmelisin."
    Entis hiç yadırgamadan: "Emin misin?"
    "Evet."
    "Pekala..."
    Herakles ve yakın dostu birbirleriyle vedalaştılar. Bunu sanki son kez yapıyormuşçasına bir hisse kapılmıştı Zeusun Oğlu.
    Entis güneşle birlikte batarken, Herakles de ay ile birlikte dağa tırmanışa geçmişti. Önce ufak bir keçi yolunu geçti. Ardından dağa kalan bütün gücüyle birlikte tırmanmaya başladı. Herakles o kadar çevikti ki, dostu köye varamadan, kendisi dağın zirvesine gelebilmişti. Heryer taşlık, sert ve soğuktu. Pegasus'u zaman kaybetmeden çağırmalıydı. Aksi halde burada donabilirdi. Çok geçmeden cebinden alev rengi bir flüt çıkardı. "Bu son şansım." diyerek flütü ağzına götürdü. Flütten çıkan garip melodiler dağın zirvesinde yankılanıyordu. Herakles flütü bir süre çalmaya devam etti. Ta ki, dağın zirvesindeki her toprak tanesi titreyinceye kadar.
    İlk başta ne olduğunu anlayamamıştı. Kendine geldiğinde bedenini bir kayaya geçirilmiş vaziyette bulmuştu. Güçten düşmüş ve umutsuzluğu hat safhalara çıkmıştı. İçindeki bu umutsuzluk önüne doğru ilerleyen kişiyi gördüğünde, kendisini tamamiyle esir almıştı. "Bu kadar etkili olacağını düşünmemiştim." dedi Entis eline bakarak. "Neden? Neden bunu yapıyorsun? "
    "Hepimizin hizmet ettiği birileri var, öyle değil mi?"
    "Bu güçle, Olimposlulara değilse kime-"
    Entis, Herakles'in kulağına eğildi ve usulca "K-A-O-S" dedi.
    "Kaos mu?" Herakles gülümsemişti. "Yapma, o canlı bile değil."
    Entis'in suratını birden bir ciddiyet kaplamıştı. "Sence de... Sence de, Zeus'un oğlu. Dünyayı son zamanlarda bir karışıklık ele geçirmedi mi? Bütün bu olanlar: savaşlar, ölümler, gariplikler... Sence de ilginç değil mi? Bence dünya yeniden huzura kavuşmak istiyor. Ve bize bunu verebilecek tek şey-"
    "Kaos mu?"
    "Tam üzerine bastın. Ama her şeyin bir ilki olduğu gibi, bunun da bir ilki olması gerekiyor."
    "Yani?"
    "Yani, Zeus'un Oğlu. Öncelikle Kaos'un geri gelmesi gerekiyor. Ve bunun için."
    "BENİ ASLA ÖLDÜREMİYECEKSİN, SENİ RUHSUZ!" Bu sözlerden sonra Herakles kendini toparlamış ve onu çevreleyen kaya kütlesinden kurtulmuştu. Haliyle bu olay üstteki kayaların aşağıya devrilmesine ve Herakles'in dikkatinin dağılmasına sebep olmuştu. Fırsattan yararlanan Entis ona saldırmış ve Herakles'i, karnından ağır bir şekilde yaralamıştı. Ama, efsanevi savaşçı, henüz pes etmiş gibi görünmüyordu. Can havliyle Entis'in üzerine atlamış, ama başarılı olamadan kendisini dağın soğuk karları üzerinde bulmuştu.
    "Keşke, keşke başka bir yolu olsaydı Herakles! Üzgünüm!"
    "Üzgün mü? Seni cani!" Zeus'un Oğlu son bir sıçrama daha yapmıştı ki, kendisini düşmanının kılıncının soğuk ve pek acılı kucağında bulmuştu. Entis kılıncını Herakles'in bedeninden çekti ve yavaşca kınına yerleştirdi. Yere düşen adamın vücudunun dört bir yanından kanlar boşalıyordu. Bu kadar kanı kaybetmesine rağmen hala yaşayabiliyor olması Entis'i şaşırtmıştı. Ayaklarının ucuna gelen kan nehri, onu iyiden iyiye bir caniye dönüştürüyordu. Bu işten zevk almaya başlıyordu sanki. Kafasındaki bu düşüncelerden kurtulması gerekiyordu. Çünkü o, bu işi hobi olsun diye yapan bir cani değildi.
    Derhal sağ elindeki altın bilekliği Herakles'in üzerine doğrulttu ve üzerindeki mavi perdenin bilekliğe doğru çekilmesini bekledi. Tam bu sırada daha önce hiç karşılaşmadığı bir durumla karşılaşmıştı. Herakles'in üzerindeki o mavi perde görünmüştü; fakat, Entis'in bilekliğine gitmemek için adeta direniyordu. "Pes et Herakles! Senin işin bitti!" Entis sağ kolunu geriye doğru çekmeye çalışıyordu ama bu konuda pek başarılı olduğu söylenemezdi. Bağlantıyı kesmek zorundaydı. Aksi halde avcı değil avlanan olabilirdi. İşte burada bir sorun daha ortaya çıkıyordu. Bağlantının nasıl kesileceğine dair en ufak bir fikri yoktu.
    Ne olduğunu bile anlamadan kendisini dağın sarp kayalarında bulmuştu. Başı çok fazla ağrıyor ve az önce ne olup bittiğini hiçbir şekilde hatırlamıyordu. Hemen doğrulmalı ve bıraktığı işi bitirmeliydi. Kalktı ve bulunduğu yerden dağın aşağısına baktı. Az önce dövüştüğü yeri görebiliyordu. Ama bir sorun vardı. Herakles artık orada değildi. Hemen oraya doğru inişe geçti ve etrafı koloçan etmeye başladı. Bulabildiği tek şey, kolunda olmayan bileklikti. Bilekliğin gittiğini daha yeni farketmesine olanak vermeden, suratına aldığı ölümcül pençe darbesiyle kendisini dağdan aşağıya düşerken bulabilmişti Entis.
    Suratındaki et kemiklerine kadar sıyrılmıştı ve o aşağıya doğru düşüyordu. Yediği pençe darbesinin kime ait olduğunu çok iyi biliyordu. Atropos'un gücü bir şekilde bileklikten dışarıya çıkmıştı. Ve şu an Herakles'in elinde bulunuyordu. Böyle bir varlığı nasıl yeneceğini düşünürken, yüzündeki derinin yeniden oluştuğunu görmüştü. Bu her şeyin düzelmeye başladığının bir işareti olabilir miydi?
    Dengesini düzeltti ve zirveye doğru uçuşa geçti. Çok geçmeden Herakles'in az önce bulunduğu yere varabilmişti. Gücü boşaltılmış haldeki bileklikte oradaydı. Bilekliği hemen yerden aldı ve sağ koluna yeniden taktı. Ardından etrafta Herakles'i aramaya koyuldu. Adamın gittiğini anlaması kısa bir zamanını almıştı. "Pegasus... Gelmiş olmalı." Entis gökyüzüne baktı. Uçsuz bucaksız bir alanda, Herakles'in nereye gittiğini nasıl bilebilirdi ki? Bir an durdu, ufak bir sessizliğin ardından yüzünü şeytani bir gülümseme aldı. Bunun akabinde sağ eli boynunda asılı duran amulete gitti. Yavaş yavaş yükseldi ve gökyüzünde istikrarsız bir şekilde uçarak kolyenin parlamasını bekledi. En ufak bir ışıltı ona yeniden umut verecekti.
    Uzun bir arayışın sonu büyük bir hiç olmuştu. Hem Herakles hem de Atropos'un sihri avucundan uçup gitmişti. Amulet en uzaktaki şeylerin yerini bile, az da olsa parlayarak belli edebiliyordu. Ama aynı şey nedense bu sefer gerçekleşmemişti. Bunun tek bir nedeni olabilirdi. Herakles dünyadan ayrılmıştı.
    Herakles'in gidebileceği yerleri düşünmekle işe koyulan Entis, cevabı bulmakta fazla gecikmemişti. Zeusun Oğlu, elindeki güç ile birlikte Olimpos'un yolunu tutmuştu. İşte tam bu noktada yeni bir sorun baş gösteriyordu. Olimpos'a giden geçit nerede olabilirdi? Daha fazla zaman kaybetmeden amuleti sıkıca kavradı ve gitmek istediği yeri, birkaç kez tekrar etti. Altın kolye pek zaman geçmeden parlamaya başlamıştı. Ama asıl parlaklığını Entis gideceği yolu bulabildiğinde alabilmişti.
    Kaosun Elçisi dağların zirvelerindeki karları arkasına katarak çok hızlı bir şekilde geçide doğru ilerliyordu. O kadar hızlıydı ki geçidi görmesi pek uzun sürmemişti.
    "Atina mı?" Amulet alabileceği en yüksek parlaklığı almıştı. Entis geçidin hala kapanmamış olmasını umuyordu. Daha önce elinde dev bir kılınç tutan Athena heykelinin yanından geçti ve geçidin olduğu altından kapıya doğru inişe geçti. Yunanistan'daki en yüksek dağının tepesindeki geçide varabilmişti varabilmesine ama ortada ne Herakles vardı ne de ondan bir iz.
    Gök birden yarıldı. Etrafı dev şimşekler kuşatmıştı. Yaralarını kısa bir zaman önce sarmaya çalışan Atina halkı gördükleri karşısında adeta şoke olmuştu. Dev şimşekler şehrin dört bir tarafını dağlıyordu. Etraftan yine daha önce olduğu gibi çığlık sesleri geliyordu. Bu şehir bu kadar işkenceyi çekmek için nasıl bir suç işlemişti ki?
    Ege denizine ardı ardına düşen yıldırımlar, dehşetin boyutlarını sergileyebiliyordu. Yukarıda birileri çok kızmıştı ve birileri bunun cezasını çekmeliydi. Denize düşen yıldırımlar devam ederken, acı çeken sudan, dev bir kütle yukarıya doğru yükselişe geçmişti. Yükseldi, yükseldi... Entis'in karşısına gelinceye kadar yükselmeye devam etti ve sonunda durdu.





  • "Lord Kaos?"
    "Beni hayal kırıklığına uğrattın Entis"
    "Denedim, Herakles'i yok etmeyi gerçekten denedim. Ama o... O çok güçlü."
    "Sana verdiğim inanılmaz güçlerden sonra, bu dediğin çok ucuz bir bahane, Entis. Herakles çoktan Olimpos'a ulaştı ve kapı senin gördüğün gibi çoktan kapandı ve tabi Atropos da onunla birlikte."
    "Başka bir çözüm yolu olmalı."
    "Çözüm mü?" Kaos'un sesindeki sertlik yerini çok ilmi bir seslenişe bırakmıştı.
    "Evet efendim."
    "İşin aslı Entis. Kaos'tan sadece Titanlar ve Olimposlular çıkmadı."
    "Bu..."
    "Sadece dinle. İrademin olmadığı zamanlarda ne kadar yaratığa can verdiğimi aslına bakılırsa tam olarak bilemiyorum. Ama onları hissedebiliyorum. Bazılarını kontrol dahi edebiliyorum. Ve şu an üç büyük güç merkezi bulunuyor."
    "Üç büyük güç merkezi mi?"
    "Biri çok çok kuzeyde bulunuyor. Bir diğeri ise onun tam zıttına çok sıcak bir yerde. En zayıf hissiyatı onlardan alıyorum. Ama var oldukları gün gibi ortada. Son olarak, bunların tam ortasında, Olimposlular bulunuyor."
    "Bize ne gibi yardımları dokunabilir ki?"
    "Asgard ismini daha önce duymuş muydun Entis?"
    "Hayır efendim."
    "Hmm. Buradan çok çok uzaklarda, insanların gidemeyeceği kadar uzakta, bir yer var. Orada, hiçbir insanın yaşayamayacağı yerlerde tıpkı Olimposlular gibi bir ırk yaşar. Eski söylentilere göre onların efendisi, yaşlı ama gazabı hala korkunç olan Odin'miş."
    "Odin mi?"
    "Odin'in birbirine zıt olan iki oğlu var. Bunlardan birisi çok güçlü bir silaha sahip. Bu silah o kadar güçlü ki, dağları yerlerinden söker, denizleri birbirinden ayırır. Hatta ve hatta gücü bu dünyayı koca bir mezarlığa çevirmeye bile yeter."
    "Peki böylesine güçte bir silah, bana Olimpos geçidini aşmama yardım edebilecek mi Yüce Kaos?"
    "İnsan yapımı silahlar da geçidin kapısını aşabilir. Ama arka alanda görecekleri tek şey boşluk olacaktır. Oysa Thor'un Çekici o kadar hızlı ve güçlüdür ki kapıyı paramparça edecek ve sana geçidin yolunu açacak. Ama bir sorun var. Çekici Thor'dan başkası kaldıramıyor. Ancak onun kadar güçlü ve kudretli biri o çekici bulunduğu yerden söküp alabilir."
    "Oraya gitmek benim için fazla bir zorluk teşkil etmiyor Efendim. Ama oraya gidip de elim boş dönmek. Evet işte bu büyük bir sorun."
    "Bu aşılamayacak büyüklükte bir problem olmayacak Entis. Thor'un işini bitirdiğinde bilekliğin onun gücünü emip sana verecektir. Başka bir şeyse Entis. Kuzeyin Hakimleri güvenliklerine oldukça düşkün oluyorlar. Oraya tek başına gitmek gibi bir hata yapmaman için sana yeterince büyük bir ordu oluşturacağım. Askerlerin en küçüğünden en büyüğüne kadar, senin emrinde olacaklar. Ama bunun olabilmesi için, sana vereceğim kara işareti onların görebilmesi lazım."
    Entis: "Kara işaret mi?" bile diyemeden, etrafında bir karartı oluşmuştu. Karartının dört bir tarafından elleri oraklı, yaşayan cesetler fırlamıştı. Normal insanların onları görür görmez öleceğinden hiç şüphe yoktur. Ama Entis, üzerine doğru gelen ve hiç dost canlısı görünmeyen bu yaratıklarla bile savaşmayı gözüne kestirmişti. Buna tam yeltenecekti ki, yerin dibinden çıkan dört kelepçe, savaşçının kollarına ve ayak bileklerine dolandı. Bu kelepçeler dünya üzerinde bulunmayan bir metalden, Adamantium'dan yapılmıştı. Tıpkı Thor'un Çekici'nde olduğu gibi.
    Entis kıpırdayamıyordu. Yapacak fazla bir şey de yok gibi görünüyordu. Cesetler için bulunmaz bir fırsattı bu. Hiçbirinin gözünde en ufak bir acıma duygusu dahi yoktu. Oraklarını çektiler ve Entis'i vahşice katlettiler. Silahlarını o kadar gaddarca kullanıyorlardı ki oraklar Entis'in sırtından dışarı fırlıyorlardı. Göğüs kafesi delik deşik olana dek katliama devam etmişlerdi karanlıktan gelen cesetler.
    Yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgide yolunu kaybetmiş olan Entis, bir an bile olsa çektiği acılardan kurtulmaya başarmış ve hayaller alemine kestirme bir yoldan giriş yapmıştı. Ama ne yazık ki orada tek bulabildiği şey yine acı olmuştu. İlk gördüğü hayalinde eski dostu Perseus, Acımasız Kratos tarafından katlediliyordu. Kendisi ise bu vahşete sadece seyirci kalmakla yetiniyordu. Ne yapıp edip o hayalden kurtulmanın bir yolunu bulmuştu. Şimdi gördüğü anı daha acı vericiydi. Savaşın tam ortasında ölmemek için taraf değiştiriyordu. Ardından, kamp arkadaşını hiç düşünmeden katlediyordu. Bu anıdan da zorlukla dahi olsa kurtulmayı başarmıştı. Ama Entis'in beyni en güçlü kozunu en sona saklamıştı.
    Gecenin bir yarısında, buğday başaklarının arasında hiç ama hiç düşünmeden, karısını, babası olacak iğrenç yaratığa kurban etmişti. Peki ama niçin? Cevabı basit ve tek kelimeden oluşuyordu: Hiç, Koca bir hiç!
    Beyni Entis'e oyunlar oynuyordu. Ama o, aklını öyle bir yerinden yakalamıştı ki, zihni pes etmek zorunda kaldı. Entis değil miydi, her şeyi eski haline döndüren, olan olayların hepsini baştan yazan? Bu gerçek onu bir anda cesaretlendirmişti. Aklının kontrolünü yeniden ele geçirmişti ve hiç olmadığı kadar büyük bir güçle hayata geri dönüyordu.
    Karalar içindeki kudretli bir beden, eğik durduğu yerden yavaşça ama bir o kadar da hırsla doğruluyordu. Etrafındaki karartıdan şimşekler fırlıyordu. Bazıları üzerine bile değiyor ama ona hiçbir etkileri olmuyordu. Karalar içindeki bu kişi o kadar kudretli bir hale gelmişti ki, karşısında, dev titanlar bile durmaya çekinirlerdi.
    Adamantiumdan yapılmış eşi benzeri olmayan siyah bir miğfer ve türevleri Entis'in tüm bedenini sarmalamıştı. Onun üzerinide etrafında bir gölge gibi duran, pelerini andıran ama tüm vücudunu kaplayan parlak siyah bir kumaş.
    Entis hayata tamamiyle geri dönmüştü. Gözlerini bir anda açıverdi ve kendine bir göz gezdirdi. "Bana... Bana ne oldu?" Sesi başındaki miğferden dolayı yankılı geliyordu. Ama yeterince cürretkar gibiydi. Hala etrafta bulunan Kaos cevap vermekte gecikmedi.
    "O dev orduyu yönetebilmek için Kara İşareti vücuduna nakşetmemiz gerekiyordu. " "Aslında dayanamayacağını sanmıştım. Ama sen beni bir hayli şaşırttın. Güçlü Savaşçı.!"
    "Neden duygularımda sürekli kin ve nefret hissediyorum?"
    "Kara İşaret, o seninleyken daha güçlü olacaksın aynı zamanda bu senin görünüşüne ve duygularına da etki edecek ve bundan sonra Entis adlı kişi tarih olacak. Sen artık Kaosun Habercisi'sin. (Mouth of Kaos)
    Kaos sonunda tam anlamıyla dünyadaki hizmetkarını yaratabilmişti. Tıpkı kendisi gibi; soğuk, karanlık ve ürkütücüydü. Efendisi ona işlerinde yardımcı olabilmesi ve görünümünü tamamlayabilmesi için, müthiş bir ulaşım aracı tahsis etmişti. İskandinavya'dan çıkagelen dev bir ejderha, pullarını hiçbir el yapımı kılıncın yaramayacağı kadar korunaklı, gücüyle koca krallıkları yokedebilecek, dev bir ejderha: NIDHOGG!
    Dev ejderha göğü yararak Entis'in üzerine doğru ilerledi. Ama Kaosun Habercisi o kadar soğukkanlıydı ki kıpırdamamıştı bile.
    "Nedir bu?" diye isteksizce sordu.
    "Senin yeni maceranda yol göstericin olacak yüce yaratık Nidhogg. Öncesinde seni ordunun bulunduğu yere götürecek ve ardından Norse Tanrılarının Mekanı'na doğru yola çıkacaksınız."
    Ejderha, Entis'in tepesinde çember çizerek turluyordu. Kanatlarını çırparken çıkardığı rüzgar o kadar şiddetliydi ki, denizin üzerinde dalgalar oluşturuyordu. Ejderha zamanının geldiğini anladı ve Entis'in üzerine doğru bir hamle daha yaptı. Ama bu Entis için savuşturulması bir hayli kolay olan bir hamleydi. Ejderha başı önde saldırya geçtiğinde, savaşçı olduğu yerde bir takla atarak Nidhogg'un boynunda bulunan ve kendi için hazırlanmış olan eğere oturmuştu. Bunu yaptıktan sonra yüzünü Kaos'a döndü ve şöyle dedi: "Çabalarınız karşılığını bulacak Efendim!"
    "Bu sefer beni hayal kırıklığına uğratma Entis!"
    "Zafer bizim olacak efendim. Bundan hiç ama hiç kuşkunuz olmasın!"
    Böyle demişti. Başarıdan kesin bir şekilde emindi. Kendini zafer için feda etmeyi göze almış bir şekilde Nidhogg'un dev halatlardan oluşan yularını sert bir şekilde pullarla kaplı derisine çarptı. Dev ejderhanın çıkardığı ses inanılmazdı. Birden gökyüzüne dümdüz bir şekilde şahlandı. Bulunduğu yerde birkaç kez turladı - Bunu her uçuşundan önce yapardı - ve yola koyuldu. Rüzgar gibi belkide ondan daha hızlıydı. Dev yaratık kısa bir süre içerisinde Balkanları geçmiş ve Avrupa'nın ortalarına doğru giriş yapmıştı. Çok geçmeden Orta Avrupa'ya varmışlardı. Şimdi ise yönlerini kuzeye vermişlerdi. Ve ilerledikçe havanın soğuduğunu dolayısıyla da ağaçların şekillerinde değişmeler gözlemlemişlerdi. Avrupa'nın kuzeyine geldikleriklerinde Entis'in gördüğü manzara gerçekten ürkütücüydü.
    O sadece insanlardan oluşan basit bir ordu bekliyordu. Çünkü işin büyük bir kısmını yine kendisi yapacaktı. Ama beklediği gibi olmamıştı. Onbinlerce irili ufaklı yaratık toprağın üzerinde yeni bir katman oluşturmuş gibiydi. Hepsi de gökyüzünde Entis'i görünce çığlığı koparmıştı. Gördüğü manzaradan sonra duyduğu ses Kaosun Habercisi'nin hayretini ikiye katlamıştı. Böyle bir orduyla tüm dünyayı fethedebilirdi. Ama söz konusu tanrılar olunca, böylesine büyük bir ordu bile yetersiz kalabilirdi.
    Nidhogg efendisinden aldığı kudretle, ordunun ön saflarına doğru ilerliyordu. O gittikçe Entis yeni yüzleri görme şansına erişiyordu. Nihayet uzun ama bir o kadar da hızlı geçen yolculuğun sonuna gelmişlerdi. Nidhogg kanatlarını savurmayı kesti ve kendisini gökyüzünden aşağıya bıraktı. Gövdesi yerin çorak topraklarının üzerine gelinceye dek bu inişini sürdürdü. Daha sonra yere değmeden, yeniden kanat çırptı ve biraz yükseldi. Ardından inişini güzel bir şekilde gerçekleştirdi. Başını öne eğdi ve efendisinin üzerinden inmesini bekledi. Bu dev yaratık düşmanlarına karşı pek ölümcüldü ama efendisine karşı çok nazik ve asildi.
    Kaosun Habercisi, adamantium miğferi içerisinde bulunan gözleriyle etrafı önce bir süzdü. Yüzü görünmediği için ön saftakiler efendilerinin yüzündeki ifadeyi göremiyorlar ve efendilerinin gördükleri karşısında ne hissettiğini merak ediyorlardı. Entis, ejderhanın üzerinden indi ve ordunun ön saflarına doğru ilerledi. Bastığı toprak miğferin ağırlığından içeri geçiyordu. Sanki toprak bile korkup kaçıyordu bu savaşçıdan. Haberci, safların önüne geldiğinde, öndekilerden başlayarak arkaya doğru bir yaygara kopmuştu. Bütün yaratıklar, en ufağından, en irisine kadar hepsi, Kaosun Habercisi'ni selamlıyorlardı. Ama bu, Entis'in durumuna hiçbir yarar sağlamamıştı. Döndü ve: "Generaliniz öne çıksın!" diye haykırdı. Sesi ürkütücüydü. O bunu der demez ön saflar yarıldı ve içlerinden Kara bir Süvari çıkageldi.. Üzerindekiler, Entis'in üzerindekilere benziyordu. Ama daha hafif ve daha inceydiler. Atı ise kapkaraydı. Gözleri ise al al idi.
    Kaosun Habercisi sesini daha da ürkünçlerştirerek sordu: "Demek emirleri sen veriyorsun?"
    "Artık değil efendim. Siz geldikten sonra değil" Süvarinin sesi biraz korkmuş gibi gelse de, bir komutanınki kadar kabaydı. "Güzel" dedi Entis. "Peki amacımızı biliyor musun?"
    "Ne pahasına olursa olsun Thor'un birliklerini yok etmek" diye cevapladı, kaba sesiyle süvari. "Ama bir sorunumuz var" diyerek eklemede bulundu.
    "Nedir?"
    "Thor'un birlikleri bizden önce başka bir orduyla çarpışabilirler."
    "Bu güzel olur. Onlar orduyu zayıflatır, bizlerde delip geçeriz."
    "Keşke öyle olabilseydi efendim. Ama asıl sorun bu. Yol güzerhımızda Thor'un düşmanlarıyla karşılaşmamız çok büyük olasılık. Bunun yanında biz onlarla savaşırken Thor fırsattan yararlanıp savaşa dahil olabilir."
    "Sayı olarak kim daha üstün?"
    "Ucubeler sürüsü, beş bin kişi kadar olacaktır. Thor'un ordusu ise üç bin kadar."
    "Peki ya biz?"
    "Bizler ise yaklaşık on iki bin kişiyiz."
    "Sayı olarak ikisinin iki katını dahi yok edebilecek güçteyiz."
    "Görünüşte öyleyiz efendim. Ama Thor'un ordusu çok, çok güçlü. Ayrıca Valkyrielere sahip?"
    "Val- ne?"
    "Valkyrie efendim. Thor'un ve tüm kuzeyin en üst düzey muhafızları. Onlardan tam 500 tanesi bile 5000 kişilik herhangi bir orduyu yok edebilir."
    "Bu doğru olabilir ve geçerli de olabilir. Ama bundan önce yok ettikleri kişilerin başında ben yoktum öyle değil mi?"
    "Efendim araya sıkışırsak çok zayıflarız. Bırakalım birbirlerini yok etsinler."
    "Tartışma bitmiştir!" dedi Entis, kesin bir dil ile. "Hemen şimdi yola çıkacağız ve yemek hariç hiçbir yerde ve şekilde durmayacağız. Bu işin hızlı bir şekilde son bulmasını istiyorum."
    "Emredersiniz efendim."
    "Emrettiğim gibi olsun*"

    Kaosun Habercisi ejderhasına doğru ilerlerken Kara Süvari de emirlerine askerlerin üzerine yağdırmaya başlamıştı. Entis tam eğere oturmaya kalkışacakken birden dikkatini gökyüzüne çevirdi. Gök bir anda kararmış ve büyük bir hızla yarılmıştı. Yarılan kara gökten dışarı fırlayan ise bir hayli tüyler ürperticiydi. Kara süvarinin atından bile daha karanlık olan ve üstelik sekiz bacağı olan korkunç bir at. Üzerindeki kişi ise bütün kuzeyin yöneticisi olan Kudretli Odin'di.
    Bütün askerlerin morali bir anda alt-üst olmuştu. Böyle bir şeyi en ufakları bile beklemiyordu. Kaosun Ordusu'nu büyük bir korku kaplamıştı. Komutan gökyüzüne bakarak haykırdı: "Onun uyuyor olması lazımdı!" O bunu söylerken yanına Kaosun Habercisi ulaşmıştı. "Demek ki biraz daha yorulması gerekiyor" diyerek alaycı bir şekilde Süvariye gülümsedi. Tabi o bunu görememişti. Süvari panik halinde şunları söyledi: "Onu bir şekilde durdurmalıyız efendim. Eğer düşündüğüm şeyi yaparsa, ordudan hatta sizden bile eser kalmaz! "
    Odin sekiz ayaklı atı "Sleipnir" ile birlikte göğü yardırarak aşağıya iniyordu. Derken sağ elini yukarıya kaldırdı ve elinde dev bir mızrak belirdi. Bu mızrak, Zeus'un yarattığı Olimpos Kılıncı'na benziyordu. Tek farkı ise mızrak olmasıydı. Bu efsanevi silahtan dışarıya, akıl almaz derece büyük yıldırımlar fırlıyordu. Odin yarattığı dev mızrağı hiç düşünmeden Kaosun Ordusu'nun üzerine savurmuştu. Silah o kadar hızlı bir şekilde aşağıya iiyordu ki, düşüşünü kimse göremiyordu. Bir kişi hariç, Entis o daha mızrağı fırlatmadan, gökyüzündeki yerini almıştı. Ve atıldıktan hemen sonra silahın önüne geçmişti. Amacı mızrağı yakalamaktı ama işler yolunda gitmeyecekti.
    Entis denemişti. Mızrağı elleriyle yakalar gibi olmuştu. Ama silah ondan daha hızlıydı ve dosdoğru aşağıya inmeye devam etti. Ta ki Nidhogg kendini feda edinceye dek. Evet, Nidhogg kendini feda etmişti. Çarpışmanın şiddeti çok büyük olmuştu. Önce büyük bir gürültü kopmuş, ardından dev ejderha paramparça olmuştu. Ejderhanın cesedinin parçaları yağmur damlaları gibi Kaosun Ordusu'nun üzerine düşüyordu. Ve hepsi de birer patlayıcı niteliğini taşıyordu. Zavallı yaratıkların bunu anlamaları biraz geç olduğu için ordunun sadece yarısı sağ kalabilmişti.
    Entis böylesine bir gücü daha önce hiç görmemişti. Onu cehenneme fırlatıp atan Hades'ten bile kat be kat üstündü. Bir mızrak darbesi ordunun yarısının sonu olmuştu. Nidhogg kendini feda etmiş olmasa, ortada ordu namına hiçbir şey kalmayacaktı. Nidhogg'un gidişi, Kara Haberciyi bir hayli öfkelendirmişti. Kendini daha fazla tutamadı ve Odin'in yanına dek yükseldi. Onunla savaşmayı gözüne kestirmişti. Odin ise ulu ve yankılı sesiyle onu uyardı: "Git buradan yabancı! Ucubelerine de alıp git buradan! Burası dünyanın başından beri bize ait!"
    "Siz de! Bu topraklar da! Kaos'dan gelme. Ve şimdi o verdiklerini geri istiyor!"
    "Peki neden kendi gelemiyor da, seni ve şu hasta yaratıkları karşıma çıkarıyor?"
    "Zamanı geldiğinde o da olacak! Ama sen o kadar uzun yaşayamayacaksın. Kuzeyin Efendisi!"
    Entis yol boyunca kafasında tasarladığı, iki dev kılıncı oyuna sokmaya hazırlanıyordu. Onlar çelikten değil, tıpkı miğferi gibi adamantiumdandı. Keskinlikleri konusunda ise hiçbir şüphe yoktu. Onlara Kaosun Dişleri adını vermişti. Ve şimdi onlarla Kuzeyin Efendisi'nin üzerine doğru hamle yapmıştı. Entis çok hızlıydı. ve Odin'i hazırlıksız yakalamıştı. Kuzeyin Efendisi kılıncını dahi çekemeden kolunu kaybetmişti. Ama bu onun için fazla sorun olmayacaktı.
    Bir anda her yeri kasırgalar, fırtınalar ve bilimum doğal afetler sarmıştı. Entis böyle bir saldırıyı gerçekten beklemiyordu. Daha da kötüsü Thor ve Ordusu aşağıdan bindirme yapmış ve katliama başlamıştı. Bu apaçık bir tuzaktı ve Entis bunu görememişti. Tuzaklar silsilesi bununla da kalmayacaktı elbet. Gök bir kez daha yarılmış ve Loki, yeşil miğferi ve korkun. beyaz gözleriyle belirmişti. Kendisiyle birlikte pek çok muhafızını da yanında getirmişti. Normalde ne Odin'i ne de Thor'u önemserdi. Ama Asgard'ın tehlikeye girmesi, kendi yaşamının da tehlikeye girmesi demekti. İşte bu yüzden o da ittifaka katılmak zorunda kalmıştı.
    Entis'in etrafı sarılmıştı. Ordusunun işi ise bitmek üzereydi. Odin onun ne durumda olduğunu bildiği için teklifini yaptı: "Teslim ol, seni karanlık hizmetkar!"
    "ASLA!"
    Kaosun Habercisi bir hayli öfkelenmişti ve bu öfkenin açığa çıkaracağı güç inanılmaz boyutlara varacaktı. Birden bütün vücudunu karanlık kaplamıştı. Gökyüzünde bulunan siyah bir nokta gibiydi. Ve vücudundan dışarıya saçaklarlar fırlamıştı. Üzerine doğru harekete geçen iki muhafız, saçaklar tarafından parçalanarak can vermişti. Diğerleri ise ya onlara yakalanmış veya yakalanmamak için bir hayli uğraş veriyorlardı. Ama bu onlar için yeterli olmayacaktı.

    AYNI ANDA BAŞKA BİR YERDE

    Gözlerini açtığında tüm vücudunun çıplak olduğunu görmüştü. Ve bu utanç vericiydi. İlk söylediği söz "Neredeyim ben?" olmuştu. Ama bunu içinden söylemişti. Çünkü konuşamıyordu. Etrafı ise yine Kaosun Salonları'ndaki gibi bembeyazdı. Ama bu sefer hareket edebiliyordu. Kısa bir zaman sonra etrafta kimsenin olmadığını görünce utanmanın yersiz olduğunun farkına varmıştı. Ama kendisine sormadan edemiyordu. Buraya nasıl gelmişti? Ölmüş müydü?
    Sonsuz beyazlığın içinde hareket etmeye devam etti. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri olmadan. Gittiği her yer ona aynı geliyordu. Yere bastığını hissetmekten başka hiçbir duyusu çalışmıyordu. Ne konuşuyor ne de düşünebiliyordu. Birden altındaki katı tabaka yok oldu ve aşağıya doğru düşmeye başladı. Entis düştü, düştü... Derken bir noktadan sonra başı aşağı doğru eğik bir şekilde havada asılı kaldı. Aşağısındaki beyazlık ise birden silinip gitti. Entis artık bazı şeyleri anlamaya başlıyordu. Aşağıda kendisini (?) ve etrafında katledilen zavallı Loki Muhafızları'nı gördü. Tüm vücudu ve miğferi tek bir karanlıktan oluşan kendi, askerleri o kadar acımasızca katlediyordu ki, Eski Savaş Tanrısı Ares'in yaptıkları bile bunun yanında hiç kalırdı. Vücudunun farklı noktalarından fırlayan saçaklar katliamın oluşumunda en büyük katkıyı sağlıyorlardı. Aşağıdaki kişi bir insan değildi artık. Bir yaratığa dönüşmüştü o.
    Odin ve Loki çoktan saraylarına geri çekilmiş. Thor ise olaya Valkyrieleri eklemek zorunda kalmıştı. Savaşı kaybedecekleri gün gibi açıktı. Ama o hala savaşmak konusunda ısrar ediyordu. Bu arada katliam şiddetini epey arttırmıştı. Kaosun Habercisi bölgeye o kadar çok korku yaymıştı ki, yerin dibinden de tıpkı kendi vücudundan çıkan, dev saçaklar püskürüyordu.
    Çok az zaman sonra Valkyrieler uzaklardan göründü. Hepsi parlak beyaz miğferlerini kuşanmışlardı. Bindikleri atlar da tıpkı kendileri gibi asildi. Renkleri tıpkı Valkyrie miğferleri gibi bembeyazdı. İyiliği sembolize ettikleri epey belli oluyordu. Valkyrielerin başında ise İskandinav Savaş Tanrısı olan Tyr bulunuyordu. Aslında böyle bir şeyi yapmazdı, çünkü onun da kendi rahipleri ve savaşçıları vardı. Ama Odin onların yetersiz kalacaklarını düşünmüş olacak ki, Valkyrielerin başına Tyr'ı görevlendirmişti. Tyr tıpkı Ares gibi iri cüsseliydi. Giydiği turuncu miğfer tüm vücudunu kuşatıyordu. Kızıl miğfer güneş gibi parlıyordu. Bu parlaklık Kaosun Askerleri'nin gözlerinin bulanıklaşmasına sebep olmuştu. Tyr ve Valkyrieler bundan faydalanıp katliama dahil oldular. Ama göremedikleri bir şey vardı. Saçaklar... Toprağı yara yara ilerliyorlardı. Ne Kaosun Ordusu, ne Thor, önüne kattığı her şeyi silip süpürüyordu saçklar. Tyr atından atlayamasaydı, parçalara bölünmesi içten bile değildi. Ama onun nasibini arkasındaki birkaç Valkyrie üstlenmişti. Her ne kadar üst düzey muhafız olsalar da çığlıkları bir kadınınkiyle eşdeğerdi. Evet Valkyrieler kadındı.
    Tyr etrafında oluşan birkaç saçağı Valkylerin de yardımıyla geçiştirebildi. Ama bu bile yeterli olamıyordu. Kaosun Habercisi gökyüzüne baktı ve bir şeyler fısıldadı. Tam o anda Entis aşağıdaki kendisiyle göz göze geldiğini sanmıştı. Ama bu yanılgıdan başka bir şey değildi. Gökyüzünde ve yükseklerde yaşayan ne kadar ucube yaratık varsa, hepsi Tyr ve Valkyrielerin başına binişti. Valkyrielerin birkaçı iyi bildikleri büyüleri yaparak Tyr ve kendilerini koruma altına aldı. Ama Thor'un başı biraz sora ciddi bir şekilde derde girecekti.
    Valkyrieler ve Tyr, uçuşan ucubelerle uğraşa dursun, tüm saçaklar katliamı bir anda durdurmuştu. Thor ve yanında sağ kalmayı başaran birkaç savaşçı bunu dinlenme fırsatı olarak görmüşlerdi. Geldikleri andan beri ne kadar zamandır savaştıkları hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Ama epey yorgunlaşmışlardı. Güçleri Olimpos Tanrıları gibi değil, epey sınırlıydı. Ayrıca tam anlamıyla da ölümsüz değillerdi. Bu yüzden hayatlarının kıymetini iyi bilmek zorundaydılar.
    Saçaklar irili ufaklı hallerde Thor'a doğru dönmeye başlamıştı. O bunu görmüş olacaktı ki, savaşçılarına tetikte olmalarını emretti. Hepsi birden Thor'un etrafını sardı. Bir süre sonra Thor ortada görünmüyordu. Savaşçıların hareketlenmesiyle, saçaklar da hareketlenmeye başladılar. Şimdi hepsi gerginleşmeye başlımaştı. Binlerce savaşçı doğramalarına rağmen hala keskin ve parlaktılar.
    Diğer tarafta ise, Tyr ve Valkyrieler, kanatlı sürüsünün hakkından gelmişlerdi. Ve şimdi onlarda gözlerini saçaklara dikmişti. Etrafta kılınçtan yapılma bir ahtapot vardı sanki. Ve bu ahtapot şimdi gözüne Thor'u kestirmişti. Tyr ve Valkyrieler de Thor'un askerleri gibi yapıp Odin'in biricik oğlunun etrafını sardılar. İyi bir savunma yapacaklarmış gibi görünüyordu. Kaosun Habercisi bu sefer mağlup olacak mıydı peki?
    Kara Habercinin onlara farklı bir sürprizi olacağı, hangisinin aklına gelmişti peki? Saçaklar Thor'a doğru dönmüştü. Çünkü Thor'un tam ardında güneş yeniden parlamaya başlamıştı. Gerilmişlerdi, çünkü böylece güneşten çok daha fazla enerji emiyorlardı. Ve aldıkları bu korkunç enerji ile, yer altında düşmanları için çok hain bir tuzak hazırlamışlardı. Thor, Tyr ve arada kalan birkaç Valkyrie dışında tüm herkes, yerden çıkan binlerce sivri ve ölümcül kazığın onları deşmesi sonucu can vermişlerdi. Saldırıdan sadece Thor yara almadan kurtulabilmişti. Tyr'ın ise tek kolu kopmuştu ve asil kanı kazıkların üzerine fışkırıyordu.
    Kaosun Habercisi saldırıdan kurtulmayı başaran Thor'a, yüzeyde bulunan saçaklarla bir hediye hazırlamıştı. Ama o bundan bile sağ kurtulmayı başarabilmişti. Her şey elindeki çekiçle oluyordu. O çekiç defalarca efendisinin hayatını kurtarabilmişti. Peki aynı şey şimdi de geçerli olabilecek miydi? Daha fazla saldırıya maruz kalmadan, Thor, Kaosun Habercisi'nin üzerine doğru yürümeye başladı. Siyah miğferinde yer yer delikler vardı. Sarı saçı ve sakalı ise kandan dolayı kıpkırmızı olmuştu. Başındaki tüylü kasketi de yere düşmüştü. Thor her şeyi arkasında bırakarak, Entis'in üzerine yürüdü, yürüdü. O ise dev kılınçlarını her zamanki gibi ellerini zıt kınlara götürerek çekti ve iki üstün savaşçı, meydanda tek başlarına çarpışmaya başladılar.

    Yukarıda, hala baş aşağı asılı duran Entis savaşı tüm dikkatiyle izliyordu ki, ufak bir çocuk sesi işitti. Sesin sahibini veya nerden geldiğini görebilmek için etrafına bakında ama sonuç nafileydi. Ses ona şöyle fısıldadı: "Öyle durmak zorunda değilsin" Entis şaşırmıştı ve birden dili çözülerek: "Sende kimsin?" diye haykırdı. Çocuk bu soruyu duymaksızın, az önce dediğini tekrar etti: "Öyle durmak zorunda değilsin" Sesi yankılı geliyordu ama etrafta kimse yoktu. Entis delirdiğini hissediyordu ama çaresizliği onu kahrettiğinden, sesten yardım istemek gibi bir aptallığa soyunmuştu. "Peki nasıl kurtulacağım?" Ses ona tıpkı daha önce Kaos'un söylediği şeyi söylemişti: "Sadece kendine öyle durmak istemediğini söyle" Entis denileni yaptı ve saydam bir maddenin üzerine kafa üstü çakıldı. Canı yanmıştı, başı acıyordu ama hiçbir fiziki hasar yok gibi görünüyordu. Entis doğrulmakta fazla güçlük çekmedi. Doğrulurken aşağıdaki savaşın gidişatını da görmüştü.
    İki savaşçı da birbirlerinin üzerine çok güçlü büyüler gönderiyorlardı. Saçakların sonu ise Odin'in gönderdiği iki dev kurtla sona ermişti. Bu kurtlar metal yiyyorlardı. Ve her yediklerinde biraz daha irileşiyorlardı. Kaosun Dişleri, Thor'un Çekicine karşı üstün gelemiyordu. Bu yüzden aşağıdaki Entis yeni ve daha güçlü bir kılınç yaratmak zorunda kalmıştı. Yerden Nidhogg'un bir pulunu kavradı ve içinden bir şeyler fısıldadı. Ufacık pul tanesi bir anda güneş kadar parlak bir kılınca dönüşmüştü. Dünyadaki tüm demircileri imrendirecek kadar muhteşem bir kılınç. Altın ve Adamantium karışımı olan bu yeni silah ile, Kara Haberci durumu eşitlemiş gibi görünüyordu. Ama Odin'in kurtları yine bu eşitliği bozmuş görünüyorlardı. İkisi birden Habercinin yarattığı kılınca hücum ettiler. Dişleri o kadar sağlamdı ki, savaşçı kılıncı onlara bırakmak zorunda kalmıştı. Ya da onlara çok kötü bir tuzak kurmuştu. İki kurt da kılınçtan birer parça koparıp yuttukları anda, kendi kendilerine debelenmeye başlamışlardı. Çok geçmeden meydandan iki korkunç gürültü geldi ve kurtların parçaları etrafa yayıldı. .

    Yukarıda ise, az önceki öneriyi dikkate alarak Entis kendisine giyinmek istediğini söylemişti. O bunu der demez etraftaki tek renk olan beyazdan bir örtü geldi üzerine. Ses yeniden ama farklı bir şey söylemişti şimdi: "Kaos kazancak gibi görünüyor" Entis sinirleniyordu. Ama aşağıya bakmadan edemiyordu. Thor'un miğferinden dışarıya kanlar akıyordu. Kurtların yemeye çalıştığı yanan kılınç Odinin Oğlu'nun üzerinde büyük bir yara açmıştı. Kılıncın yanıcı etkisinden dolayı, Thor'un damarları zarar görmeye başlamıştı. Bazı yerlerde damarları patlamış ve iç kanamaya yol açmıştı. Thor içinin çekildiğini hissediyordu sanki. Can çekişmenin arifesinde bile olsa, Kaosun Habercisi'nin üzerine doğru yürüdü ve çarpışmaya devam etti. Bu haliyle Herakles'i andırıyordu.
    Entis aşağıda yapılan büyük savaşı izlerken birileri de kendisini izliyordu. Ve bu onu iyiden iyiye çileden çıkartmıştı. Beyaz bezler içindeki daha fazla dayanamadı ve haykırdı: "Kimsin sen?" Ümitsizce ve budalaca. "Kaos?"
    "Burası artık onun mekanı değil Entis. O buradan çok uzun zaman önce ayrıldı. Ama hala kendine bir beden bulamadı. Şimdilik seninki ile idare ediyor. Ama gücü o kadar çok artacak ki, bu seni ister istemez yok edecek."
    "Yani aşağıda savaşan Kaos mu?"
    "Gücünün onda biri bile değil. Ama senin beceriksiz olduğuna inandığı için işe el koydu."
    Entis hararetli bir şekilde haykırdı: "Peki ya ben!?"
    "Başladığın yere dönmüş oldun Entis. Artık istesen de istemesen de yeni çizilmiş olan kaderine hem tanıklık edecek hem de boyun eğeceksin."
    "Ne demek istiyorsunuz? Hem siz kimsiniz?" Bu soruyu üçüncü soruşu oluyordu. Yine bir cevap beklentisi yoktu. Ama bu sefer yanılmıştı.
    "Bizler, -Kaos'un Yaratıcısıyız- Entis."
    "Bunu kabullenemem. Bunu- Bunu kabul etmem münkün değil!"
    "Er ya da geç bu gerçeği anlayıp kabulleneceksin Entis. Ve işte o zaman, bize şu an olduğundan daha fazla ihtiyacın olacak!"
    "Buradan çıkmam gerek! Buradan kurtulmam gerek! Çıkarın beni! Çıkarın! Çıkarın!"

    Entis gözlerini açtı ve kendisini yine siyah miğferinin içerisinde buldu. Büyük çapta bir baş ağrısı onun yere yıkılmasına sebep olmuştu. Ama kendisini toparlaması fazla zamanını almamıştı. Ayağa kalktığında ve kontrolünü tam anlamıyla sağladığında, hemen karşısında Thor'un cesedinin olduğunu gördü. Kaos veya onun ufak bir kopyası görevin zor kısmını halletmişti. Şimdi geriye kalan, çekici alıp Atina'ya geri dönmekti. Çekiç, cesedin hemen yanı başında bulunuyordu. Çekici almadan önce etrafına şöylece bir bakındı. Koskoca meydanda tek başınaydı. Harabeye dönmüş koca bir mekanda Thor'un cesediyle göz gözeydi. Olimpos tanrılarının aksine onların havaya uçmadıklarının farkına varmıştı. Bu ona az önce konuştuklarını aklına getirdi. Bu varlıklar da yeterince beşeriydi. Ve önünde öylece boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Eceli olan bir varlık nasıl her şeye hükmedebilirdi ki? Sorulardan kafası bulanan Entis'in içine yeniden öfke tohumları ekilmişti. Yüreğinde yine aynı katılık oluşuvermişti. Kaosun Habercisi geri dönmüştü, eskisinden daha öfkeli olarak.
    Sağ kolunu siyah cüppesinden çıkardı ve üzerinde yılan işlemesi bulunan bilekliğini cesedin üzerine doğrulttu. Ta ki istediğini alıncaya kadar. İşlem bittiğinde ise derhal çekice yöneldi ve onu kolayca kaldırıverdi. Artık kendisine Thor'un kudreti de eklenmişti. Kendisi bilmiyordu belki ama bu bileklikte görünenden fazlası vardı. Dev çekic ufak bir oyuncak kadar hafifti ama gücü hala yerindeydi. Önceki sahibine çok büyük yararları dokunmuştu. Entis bunu düşününce, içine birden bir iyimserlik geldi ve Thor'un cesedine doğru ilerledi. Kaos'un kendisine karşı savaş verebilen adamın cesedini şöyle bir süzdü. Kurumuş bir ağaç gibi görünüyordu. Derisi ise bembeyaz kesilmişti. Boğazı kesilerek öldürülmüştü. Ama oradan çıkan kanlarda birden kurumuştu. Yas tutmak ona göre değildi ama Entis, Thor'a gerçekten büyük saygı duymuştu.
    Derken çekiçle birlikte yükselmeye başladı. Yükselirken hala yerde yatan mağrur cesede bakıyordu. "Umarım onu alırlar" diye iç geçirdi. Ama yükselirken, uzaklarda gördüğü ucube topluluğu bu düşüncesinin gerçekleşmeyeceğini gösteriyordu. Ucubuler harabe biçimindeki düzlüğe akın ediyorlardı. Bunlar Thor'un ve tüm Norse Tanrılarının belalıları olmalıydı. Kendilerinden çok emindiler. Ayakları yere sağlam basıyordu ve bu sefer kazanacaklarmış gibi görünüyorlardı. Çünkü Odin geç bile kaldığı derin uykusuna dalmıştı. Thor ise hayatını yitirmişti. Loki kendisine saklanacak bir delik bulmuş olmalıydı. Peki ya Tyr, can çekişen Tyr nereye kaybolmuştu?
    Asgard savunmasızdı ve düşecekti. Ragnarok (Kıyamet) onların tam burunlarının dibindeydi. Böyle bir orduya karşı koymak artık imkansızdı. Kaosun Habercisi'nin içerisini şimdide bir endişe kaplamıştı. Nereden geldiğini bilmediği bir endişe, onun tüm vücudunu titretmişti. Dünya bu yaratıklara mı kalacaktı? Bu muydu? Barış böyle mi sağlanacaktı. Dünyanın kuzeyi huzura bu şekilde mi erecekti? Öfkesi giderek artıyordu, bastıramadığı öfke tüm bedenine nüfuz etmişti. Sanki Entis üzerinden iki büyük güç savaşıyor gibiydi.
    Entis yükseldi yükseldi. Ardından gidebildiği kadar hızlı giderek Avrupa ve Balkanları kuzeyden güneye, Nidhogg'dan daha hızlı bir şekilde geçiverdi. Atina'ya vardı ve Thor gibi heybetli bir şekilde Yunanistan'ın en yüksek dağına inişini gerçekleştirdi. İndikten sonra dengesini sağladı ve doğruldu. Çekice ufaktan bir bakış attı. Çekice bakarken aklına yine aynı sorular hücum etmişti. Gerçekten Kaos'un da bir yaratıcısı olabilir miydi? Düşüncelerine set çekti ve dev çekici tüm öfkesiyle altın oymalı geçide fırlattı. Çekiç o kadar hızlı fırlatılmasına rağmen, geçidin eşiğine gelince durdu ve boşlukta kendince dönmeye başladı. Döndü, döndü... Sonra birden geçidi paramparça etti ve içeriye geçti.
    Entis başarmıştı! Olimpos'a izinsiz girebilen ilk ölümlü ünvanını da eline geçirmişti. Parçalanan kapının hemen önünde saydam bir tül bulunuyordu. Aslından tülden çok yukarıdan aşağıya doğru dökülmeden duran bir su tabakasını andırıyordu. Entis'in vücudunu şimdide bir heyecan kaplamıştı. Çünkü daha önce hiç Olimpos'a gidememişti. Ama hayallerinde hep orasının muhteşem bir yer olduğunu düşünmüştü. Som altından yapılmış parlak binalar. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan değişik türden bitkiler. Yine dünyanın hiçbir yerinde olamayacak berraklıkta sular. Yiyecekler ve dahası. Olimpos onun için mükemmeliyeti simgeliyordu. Ama küçükken kuruyordu bu hayalleri. Ve geçmişteki bir macerasında Persephone'un Sarayını bir beşerin yaptığını aklına getirdiğinde yine her şey birbirine girivermişti. Pekala Tanrılar gibi, insanlar da mükemmel binalar yapabilirlerdi. Öyleyse aradaki fark neydi? Boşlukta çocuğun ona söyledikleri Entis'in beynini iyiden iyiye kemirmeye başlamıştı. Bu saplantıdan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı ama nasıl?
    Kafası sorularla bunalmış bir şekilde geçide ilerledi ve perdeden geçerek Olimpos'a ilk adımını attı. Karşılaştığı manzara içler acısıydı. O dev parlak binalar, yıkıntıya dönmüştü. Güzelim basamaklar kan gölünden farksızdı. Nehirlerden su yerine kan dökülüyordu. Etrafta medeniyet namına hiçbir şey kalmamıştı. Birisi veya birileri tanrıların sonunu getirmiş gibi görünüyordu.
    Entis bir anda olsa asıl planından saptı ve Herakles'i arayacağı yerde, onu unutup, çocukluğunun hayallerini süsleyen şehri kimin bu hale soktuğunu merak ederek, sorumluyu aramaya koyuldu. Yıkıntıların arasından ilerlerken ileride çekicini görmüştü. Hemen yanına ilerledi ve fazla bir gayret göstermeden çekici, altın merdivenlerden söküverdi. Bu silah onun Thor'a olan saygısının bir göstergesiydi. Ve onu hayatının sonuna kadar elinde bulunduracaktı.
    Çekici de bulduğuna göre artık sıra sorumluyu aramaya gelmişti. O kişi her kimse Herakles'i de katletmiş olmalıydı. Harabelerin arasından yavaşça yükseldi ve yıkık kentin en üst seviyesine çıkıncaya kadar bu yükselişini sürdürdü. Tepeden bakıldığında hala bir yaşam belirtisine rastlayamamıştı. Derken en tepedeki, en görkemli yapının önüne geldi. Bu bina da her ne kadar diğerlerinden farksız olsa bile biraz tamir edilmiş gibiydi. Tamiri yapan ya çok sorumsuzdu veya çok fazla yorgundu. Ama şu bir gerçekti ki, saraydan içeriye girdiğinde, en büyük tahtta oturan birisiyle elbet karşılaşacaktı.
    Entis delme çatma yapılmış ve hiç şık durmayan kapıya sert bir tekme geçirdi ve altın kapının paramparça oluşunu izledi. Ardından içeriye daldı. İç kısmın durumu da dışarıdaki harabelerden farksızdı. Altın duvarlarda yer yer çatlaklar, yerlerde kan lekeleri ve kafaları kesilmiş cesetler bulunuyordu. Ayrıca ileride sadece ayakları kalmış mavi bir heykel yıkıntısı da bu harabeler topluluğuna dahildi. Entis hol boyunca ilerledi ve başsız cesetlerin ne kadar canice katloluşuna tanıklık etti. Bunu yapan insan olamazdı. Kendinden biliyordu.
    Kara Haberci ilerledi, ilerledi ve sonunda dev tahtın önüne vardı. Kapının parçalanma sesi onun uykusunu bölmüştü. Tahtın yeni sahibi yüzünü avucundan çekti ve gözlerini Entis'e doğru dikti. Oldukça sinirli görünüyordu. Entis ise şaşkınlıkla karışık bir ifadeyle onun kim olduğunu hatırlamaya çalışıyordu ki ufak bir tarama sonucunda bakıştığı adamın kim olduğunu hatırladı.
    Olimposun Yeni Efendisi, kara zırhlar içindeki adamın görüntüsünden hiç hoşnut olmamıştı. Yok ettikleri yetmezmiş gibi birde şimdi başına bu zırhlı budala çıkmıştı. Kim oluyordu da Olimpos'un Efendisinin önüne bu kadar cürretkar bir şekilde çıkabiliyordu. Dayanamadı ve kaba sesiyle sordu:
    "Kimsin sen?!" Sesinde kabalıktan ziyade bir şaşkınlık vardı.
    Entis hiç düşünmeden cevap verdi: "Merhaba Kratos..."


    alıntı yaptığım sitede olan bölümler bunlar başka yok yayınlanırsa eklerim




  • verdiğim linkteki yazıyı koymuşsun.ama bunun ne olduğunu biz anlayamadık nerden yazdığını yazan kişinin
  • büyüksün hacı bu romanı türkçeye çevirmediler diye bende üzülüyordum bunu okumak lazım.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: MFA54

    verdiğim linkteki yazıyı koymuşsun.ama bunun ne olduğunu biz anlayamadık nerden yazdığını yazan kişinin

    bende ilk mesajımda yazanı sonuna kadar okuyabildim geri kalanınıda okuyacağım bende bilmiyorum nerden eklendiğini ama büyük ihtimal god of war romanını birisi hayrına türkçeye çevirmiş yanlız romanın tamamı yok sanırım
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.