Şimdi Ara

Yarım Hikaye (Fantastik)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
4
Cevap
0
Favori
1.403
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Geçen sene yazmıştım, okuması keyifli derseniz devam ederim



    BİRİNCİ BÖLÜM
    KARŞILAŞMA


    "Bütün sıradan masalcılar, öykülerine uyanan biri ile başlarlar" dedi. "Sen sıradan bir masalcı değilsin" dedim, "zaten anlattıkların da öykü değil." Paltosunun iç cebinden piposunu çıkardı, yaktı, bir iki nefes çekti ve "yanılıyorsun" dedi "öykü ile gerçeği ayıran bir şey varsa o da zamandır ve anlattıklarım..." Başını öne eğerek, piposunu tekrar dudaklarına götürdü ve derin bir nefes çekti "gerçekten uzun zaman önceydi". "Biliyorum" dedim. "Doğru" dedi başını sallayarak "Başlayalım o halde".

    Yüzünü yakan güneşle ve boğazındaki acı susuzlukla uyandı. Alnındaki kurumuş tuzu, gözlerini açmadan sildi. Elleriyle yüzüne gölge yaparak gözlerini açtı. Kısık gözleriyle zar zor etrafına bakabiliyordu, heryer güneşti. Kumsal ve deniz birer ayna gibi yansıtıyorlardı güneşi, bu ona acı veriyordu, bu ona kendisini aciz hissetiriyordu. Sol tarafında epeyce uzakta, ufak bir karınca yuvası gibi görünen rıhtımı fark etti. Ayağa kalktı, üzerindeki kumları silkeleyip, matarasında kalan suyu hararetle kafasına dikti ve yürümeye başladı.

    Rıhtıma ulaştığında vakit öğleye yaklaşmıştı. Farekent adını hak edercesine leş gibi kokuyordu. Biran önce güneşin altından kurtulup, gölge bir yerde boğazını serinletmek istiyordu. Rastgele birisine bir şeyler içebileceği bir yer sordu. Adamın tarifine göre bir süre yürüdükten sonra Yeltaşı Hanı'na ulaştı. İçerisi muhtemelen gündüz olduğu için sessiz, sakindi. Ahşap masalardan birine geçip oturdu, ortalıkta kimseler görünmüyordu. "Hancııı" diye seslendi. Tıknaz hancı hızlı adımlarla yaklaştı. "Bal likörü ve yiyecek bir şeyler getir" dedi "ayrıca bir oda istiyorum. Dışarıya, meydana baksın." Jest yapar gibi bir edayla kafasını sallayarak "Hayhay" dedi hancı ve geldiği gibi yine hızlı adımlarla uzaklaştı. Yemeğini yiyip, likör ile boğazını serinlettikten sonra odasına gidip derin bir uykuya daldı, gece muhtemelen yorucu olacaktı.

    Uyandığında hava kararmıştı. Pencerenin önüne geçip dışarıya bakındı. Farekent kalabalığı, iradesi olan pis bir canlı gibi görünüyordu. Bağıran satıcılar, köşe başlarında orospular, birbirleriyle küfürleşen serseriler ve sürekli hareket halindeki insan kalabalığı. Buradaki insanların hepsinin, aralarında gizli bir anlaşma varmış gibi ayakkabıları çamurlu, saçları yağlı, kıyafetleri kirli ve dişleri sarıydı. Pek çok yer görmüştü ama gördüğü yerler içerisinde en pisi, kesinlikle Farekent olmalıydı. Bu pisliğin insanları rahatsız etmemesi şaşırtıcıydı ama öyle ki insan herşeye alışırdı, rıhtıma ilk geldiğinde burnunu rahatsız eden o pis koku şimdiden yok olmuştu bile.

    Aşağıya, hanın holüne indi. Gündüze göre çok daha farklı görünüyordu. Şömine, mumlar, gaz lambaları, içerisi ışıl ışıldı ve masaların büyük çoğunluğu dolmuştu. İnsanlar kendi aralarında hararetli sohbetlere girmiş, alkolün etkisiyle şimdiden sesleri yükselmişti. Merdivenlerden inerken başta hanımlar olmak üzere, kalabalığın büyük bir bölümünün gözleri onun üzerine çevrildi hatta ortamdaki uğultu bir anda yavaşça azaldı. Bunun başlıca nedeni gittiği her yerde dikkatleri üzerine çeken çok güzel bir yüzü olmasıydı. Tek bir güzel söz söylediği için bohçasını alıp evden kaçan kızlar, tek bir gece geçirmek için çil çil altınlar veren nüfuz sahibi adamların eşleri, kızıyla evlenmesi için dönüm dönüm tarlalar vaad eden babalar onun için sıradan hale gelmiş şeylerdi desem sanırım yakışıklılığını bir nebze anlatabilmiş olurum. İstifini bozmadan yürümeye devam edip kenarda boş bir masaya oturdu. Kadınlar tarafından gördüğü bu ilgiyi pekte umursamıyormuş gibi görünüyordu, gerçi genel olarak her şeye karşı umursamaz görünen bir mizacı vardı.

    Bal liköründen ikinci yudumunu içerken, hafif etine dolgun yirmili yaşlarında bir kadın masasına yanaştı. Yüzüne bakıp gülümsedikten sonra “yalnızsın galiba” dedi “eşlik edebilir miyim? Bu gece çok sıkıcı burası.” Kıyafetine, aşırı makyajına ve rahat tavırlarına bakılarak müstehcen yollardan para kazandığı anlaşılabiliyordu. Biraz sohbet iyi gelebilir diye düşündü içinden ayrıca işini kolaylaştıracak bir kaç bilgi de öğrenebilirdi, ne de olsa orospular pek çok şey bilirlerdi. “Buyurun” dedi kibar ama soğuk bir ses tonuyla.

    “İsmini söylemedin yakışıklı” dedi kadın. “Kara” diye cevap verdi. “Ay ne hoş isim” bir süre kıkırdadıktan sonra “benimkini sormayacak mısın?” dedi. “Her halükarda söyleyemeyecek misin”. “Söylemem belki kim bilir” dedi ve tekrar kıkırdamaya başladı. “Diana,” dedi elini uzatarak "memnun oldum". Elini hafifçe sıkarken “ben de” dedi Kara.

    Bir kaç likörün ve alelade sohbetle geçen –ki çoğunda Diana konuşmuştu- yaklaşık otuz dakikanın ardından “Gangplank ismini duydun mu?” diye kayıtsızca sordu Kara.
    “Aman ha, o ismi ortalık yerde yüksek sesle söyleme canım! Duydum tabii ki onun ismini Bilgewater’da yaşayıpta duymayan yoktur.”

    Bir sır verecekmiş gibi yaklaştı, sesini alçaltarak “Buralarda bilinen en gaddar kişidir ayrıca her yerde adamları vardır.” Sesini daha da alçaltarak “İnsanlar daha canlıyken derilerini yüzüp, kemiklerine şekiller çizdiğini duydum” gözleri kocaman açılmıştı “Aman ha canım! Uzak dur, başına bela alırsın.”

    Diana daha yeni sözünü bitirmişken, dört kişinin masaya doğru geldiğini gördü Kara. Yüzlerinde sanki tekinsiz olduklarını belli etmek istercesine bir ifade vardı ve doğrudan Kara’ya bakıyorlardı.

    En önde yürüyen adam Diana’ya doğru ağzından tükürükler saçarak “kızım biz buradayken başka masaya gitmeyeceksin demedik mi sana” dedi kızgın bir ses tonuyla. Diana’nın sesinden korktuğu anlaşılıyordu, “görmedim sizi” dedi. “Ne demek görmedim, göreceksin. Bak hala oturuyor, kalk!” diye gürledi adam. Diana apar topar kalkarken, Kara sakince “kız istediği yere oturur” dedi.

    Diana Kara’ya doğru bakıyor, kaşlarını hafifçe yukarı kaldırarak hayır anlamında bir işaret yapıyordu. Adamlardan ikisi kılıçlarını yarı yarıya kınlarından çıkardı, teki sırtındaki topuzu eline aldı. En öndeki adam Kara’ya bakarak sinirden köpürmüş ama sakin olmaya çalışıyormuş gibi bir tavırla “Eceline mi susadın sen!” dedi sesi giderek yükselerek “bu kız, bu han hatta bu şehir bizim malımızdır, biz ne istersek o olur anladın mı piç?” sözünü bitirdiğinde Han’dan çıt çıkmıyordu, herkes kıpırtısız bir şekilde olanları izlemekteydi. Kara’nın yüzünden bir hiddet belirdi ve Yeltaşı Hanı’ndaki bütün ışıklar titremeye başladı...


    İKİNCİ BÖLÜM
    ÇOCUK


    Şimdi buraya geri dönücez ama sanırım hikayenin daha iyi anlaşılabilmesi için kısaca başka bir hikayeden daha bahsetmem gerek” dedi adam, uzaktan kömür gibi görünen uzun, gür ve siyah sakallarını kaşıyarak. Ellerimi arkaya doğru uzatıp, gerinerek “vaktim çok” dedim. “Pekala öyleyse” dedi piposunu dişlerinin arasında ısırarak “başlıyorum...

    Anlatılanlara göre bundan çok zaman önce, uzak bir köyde, geçimini çiftçilikle sağlayan sıradan bir ailedei bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Ailenin ilk çocuğu. Herşey normal, herkes mutluymuş lakin bebeğin doğumunu takip eden kırkıncı günün sabahında aile uyandığında, içinde bebeğin uyuması gereken beşik boşmuş. Bütün evi aramışlar, köye haber salmışlar, civar tarlaları, dağları, komşu köyleri talan etmişler ama bebeğe dair tek bir iz bile bulamamışlar sanki bir gecede bebek, yer yarılmış içine girmiş! Anne gözü yaşlı, perişan. Baba bedbaht. Bu arayış yıllarca devam etmiş. Aile duruma alışmış, gündelik yaşamlarına devam etmeye başlamışken, tam bebeğin altıncı yaş günün sabahı tuhaf bir şey olmuş. Anne uyanıp salona gittiğinde, yatakta kendi çocuklarının olması gerektiği yaşta bir çocuk uyuyormuş. Saçları gece kadar siyah, teni bir ölününki kadar beyaz bir çocuk!

    Anne şaşkın halde, koşmuş babayı uyandırmış. İkiside salona gelip bir müddet çocuğu izledikten sonra, baba yavaşca çocuğun yanına yaklaşıp uyandırmış. Çocuk kocaman ve saçları gibi simsiyah gözlerini zar zor açmış. Baba “kimin çocuğusun sen?” demiş. Çocuk şakın şaşkın etrafına bakınmış bir süre ve “bilmiyorum” demiş. “Nasıl geldin buraya?” “Bilmiyorum” “Adın ne peki?” “Bilmiyorum” “Kaç yaşındasın?” “Bilmiyorum”

    Anne içten gelen bir dürtü ile çocuğa sarılmış ve ağlamaya başlamış. Baba olan bitene anlam veremiyormuş. O gün aile hiç dışarı çıkmamış ve kendi aralarında uzun uzun konuşmuşlar. Anne kendi çocukları olduğu konusunda ısrarlı, baba ise temkinliymiş. Anne o gün bildiği bütün güzel yemekleri yapmış, yılların verdiği özlemle çocuğun sürekli saçlarını okşamış, sarılmış, öpmüş, koklamış.

    Gün öylece geçmiş, anne mutluluktan havalara uçuyormuş. Lakin hava karardığında fark ettikleri şey karşısında ailenin üzerine ağır bir korku ve kasvet çökmüş. Önce inanamamışlar, bir kaç denemenin ardından babanın bile elleri titremeye başlamış, anne bile çocuğa yanaşamaz olmuş. Çocuğa belirli bir mesafeden fazla yaklaşan her ışık sönüyormuş! Olanlar karşısında görünüşe göre çocukta şaşkınmış.
    Anne baba ele ele tutuşup, köyün ileri gelenlerine danışmaya gitmişler ve olayları olduğu gibi anlatmışlar. Köylü, toplanmış çocuğun yanına gitmiş, herkes biraz şaşkın, herkes biraz korkuyormuş. O gece sabaha kadar dualar okunmuş, çocuğun üzerine kutsal sular dökülmüş, türlü türlü şeyleri çocuğa zorla yedirmeye çalışmışlar lakin nafile çocuğa yaklaşan her ışık sönmeye mahkummuş.

    Köylü kısa sürede toplanıp, kararını vermiş. Çocuk kesin suretle köyden gitmeliymiş. Çünkü daha kötü şeylerin habercisi olabilir, bütün köye bela ve müsibet getirebilirmiş. Anne perişan halde karşı çıkmış köylüye, düzelebileceğini iddaa etmiş ama başarılı olamamış nitekim daha çocuğun kendisine ait olduğunu dahi kanıtlayamıyormuş. Köyden geçen ilk kervana parasını fazlasıyla ödeyerek çocuğu bindirmişler. Kervancıya çocuğun lanetinden bahsetmemişler tabii ve kervancıdan çocuğu rahipleriyle ünlü Ismar şehrinin manastırına teslim etmesini söylemişler. Anne, çocuk ayrılmadan önce gözlerinde yaşla son bir kez bakmış çocuğa ve içinde en ufak korku olmadan bütün gücüyle sarılmış.

    Tabii çok geçmeden kervanda da çocuğun meziyeti anlaşılmış ve bütün kafilede bir huzursuzluk baş göstermiş. Kervancı mecbur, ilk uğradıkları şehir olan katil ve hırsızlarıyla ünlü Toluen’e bırakmış çocuğu. Yanına yaklaşan her ışığın söndüğü, altı yaşında bir çocuk hayal et, belki de Dünya’nın en tehlikeli şehrinde bir başına!

    Toluen’de kimsesiz bir sokak çocuğunu dövmeniz için bir nedene gerek yoktur. Bir şeylere sinirlenmişsinizdir, dövebilirsiniz. Eğlenmek için, dövebilirsiniz. Dövebildiğiniz tek kişi olduğu için, dövebilirsiniz. Kısacası Toluen’de sokak çocuğu dövmek, kimsenin hakkında konuşmadığı ama hemen hemen herkesin uyguladığı bir ritüeldir. Üstelik sokak çocukları da kendi aralarında sürekli kavga etmektedir ve bu kavgalar bıçakla yaralama, kırık şişe ile yüz kesme, taş ile kafa ezme raddesine kadar gelebilmektedir.

    Tahmin edebildiğin gibi bizim çocuğun Toluen’deki ilk yılları gayet üzücü geçmiştir. Üstelik hayatta kalabilmesi için hırsızlık yapmaya da başlamış ve özellikle ilk zamanlarda pek çok kere yakalanmıştır. Normalde nedensiz yere sokak çocuklarını döven insanların, bir de hırsızlık yaparken yakalanan çocuklara attıkları muazzam dayağı düşün. Hırsızlık konusunda zamanla kendini geliştiren çocuğun özellikle ışıkları söndürme özelliği epey bir işine yarasa da bu durum bir süre sonra bütün şehirde duyulmaya başlanmış ve sanki bir kara kedi kovalar gibi şehirdeki tüm esnaflar, muhafızlar, satıcılar bizim şansız ufaklığı gördükleri yerde ellerinde sopalarla, arkasından “iblis” diye bağırarak kovalar olmuş.

    Uzun uzun bu üzücü olaylardan bahsedecek değilim. Pek çok kere şans eseri ölümden döndüğünü, vücudunda yanlış kaynamış kemiklerin bulunduğunu, sayısız kere kaşının, dudağının patladığını, gecelerce aç, üşümüş, ıslanmış ve hasta halde uyumak zorunda kaldığını söylesem bir nebze çocuğun yaşadıklarını anlamana yeterli olur diye düşünüyorum.

    Çocuğun hırsızlıkta işlerini kolaylaştıran, gündüzleri ise çoğu kez dayak yemesine neden olan bir özelliği daha vardı. Gözleri ışığa çok hassastı. Bu yüzden gündüzleri gözleri sızlar, doğru düzgün odaklanamaz ve iyi göremezdi. Kaçarken yanlış yola sapar, yakınlarda ki bir muhafızı ya da düşman bir sokak çocuğu çetesini fark edemez ve buda onu kaçınılmaz sona sürüklerdi, lakin karanlıkta işler değişirdi. Işığa olan bu hassasiyet çocuğun karanlıkta normal bir insana göre çok daha iyi görmesine neden olur, bu da hırsızlık yapmasını kolaylaştırırdı hele ki ışıkların kendiliğinden söndüğünü de hesaba katarsak.

    Haliyle yıllar geçtikçe çocuk, usta bir hırsız olup çıkmış hatta ufak çapta bir birikim bile yapmıştı. Hala arada sırada dayak yese de artık açlık, üşüme, ıslanma gibi eski dertlerinin pek çoğundan kurtulmuştu, gerçi hala şehrin gözünde “iblis” olarak bilinse dahi Toluen’de para için iblislerle de iş yapabilecek pek çok insan bulunmaktaydı.


    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
    KARA


    Toluen’de, pis işlerin en tepesinde bir adam vardı, Sirus. İsmi ve kılıç kullanmaktaki becerisi Toluen’in çok ötesindeki diyarlarda bile korku ve saygıyla anılırdı. Bizim çocuk on iki yaşına geldiğinde yeteneklerini fark eden de bu kişi olmuştu. Onu kendi himayesine almış ve işlerinde kullanmaya başlamıştı. İlk başlarda ufak tefek hırsızlıklar yaptırsa da çocuğun potansiyelinin ne denli muazzam olduğunun farkındaydı.

    Bir gün çocuğu huzuruna çağırdı ve ona ismini sordu. Çocuğa ışıkları yok ettiği için karanlığın kısaltması olarak “kara” diyorlardı, çocukta düşünmeden “Kara” dedi. “Kara.. İsimden çok lakaba benziyor”. ”Öyle” diye cevap verdi çocuk “gerçek ismimi bilmiyorum”. “Çoğu kişi gerçek ismini bilmez zaten” dedi Sirus “sen en azından farkındasın”. Ellerini uzatmasını istedi ondan. Çocuğun ellerine uzun uzun baktıktan sonra bu ellerde hırsızlıktan fazlası var dedi. Sol tarafında bulunan uzun boylu, cüppeli adama dönüp – ki bu adamın ismi Avengar’dır, zamanında her gittiği yerde saygıla karşılanan büyük bir alimken, herkesi şaşırtarak kendi rızası ile Sirus’un emrine girmiştir.- “Çocukla ilgilen, yeteneklerini araştır ve kendisini geliştirmesine yardımcı ol” buyurdu. Sonra hala avucunda bulunan ellere baktı ve “bu ellere ise kılıç kullanmayı bizzat ben öğreteceğim” dedi.

    Kara yıllar içerisinde Avengar sayesinde yeteneklerini kontrol etmeyi öğrendi, artık karanlık, istediği zaman geliyor hatta istediği zaman bir nebze daha büyüyordu. Sirus sayesinde de kılıç kullanmaktaki yeteneği muazzam boyutlara ulaşmaktaydı.

    On yedisine geldiğinde Toluen’de en çok korkulan isim onunkiydi.






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi eddy -- 10 Aralık 2016; 22:12:12 >







  • Gerçekten kısaymış kardeşim.

    Şuraya park ediyim okurum.

    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >
  • Başlığı değiştirdim

    Park edilecek bir durum yok ya öyle zamanında emek vermişim paylaşayım bari dedim fantastik edebiyat seven arkadaşlar vardır diye
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.