Şimdi Ara

Forum Yazıları - 15: ßy Spécops.

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
17
Cevap
2
Favori
3.698
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • Makale-1

    İnanmak Olgusu

    İnanmak beynin bir psikolojik dengeleme eylemi olduğunu bilmeyen yoktur. Çok ilkel dönemlerden kalan bir dürtüdür.

    Kar çok olduğunda, zincirim yoksa içimi korku kaplar. Ancak mesaiye yetişmem lazım. Ne olacak çaresizim. Hemen beyin bir dengeleme icat eder. Çünkü açmazlar insanı bunaltıp immun ve fiziksel açıdan zayıf düşürür, mental yetersizlik başlar. Burada hemen kahraman idol yanımız ortaya çıkar. Ben inanıyorum ki bu karda mesaiye yetişirim....şeklinde devreye girer durum rahatlar.

    Toplumları zaten bu kontrolsuz inanma dürtüleri perişan etmiştir. Bir ülkede trafik kazaları pik yapıyorsa, cahillik pik yapıyorsa araştırın bakın insanlar inanarak yaşıyordur. ( sadece dinsel inanç değil)

    Hayatınızda test edin. Hep mantığınız durduğu aklınız perişan dönemlerinizde inanma gereği duyarsınız/duydunuz.

    Ya da tersi durumlarda da inanma gereği duydunuz. Oysa inanmasanız da o olay olacaktı. İmtihana güzel çalıştınız olumsuz perişan bir durumunuz yoktur. Ancak endişeniz hüküm sürüyor. Sınavı başaracağınıza inanmak istersiniz coşkuyla.

    Depremin bu sene olmayacağına inanarak yaşarız.

    Oysa masum dengeleyici inanmaların bir zararı yoktur. Yeter ki akıl mantık susmadan bu inancı kimseye dayatmadan yaşansın.

    Bu nedenle dine sadece inanmak denildi mi bu lafın kendisinin ondan neden uzak olmak gerekitğini açıkça ortaya koyar...

    Cahil cesaretin önde olduğu durumlarda hep inanç devreye girmiştir. 180 km ile viraja girildiğinde hep o virajı alacağına dair inanç devrededir. Eğer o virajı alırsa şartlı refleks olarak benzer durumlarda hep inancı kullanma alışkanlığı oluşur.

    Beynin, gerçekten bir bilgisayar gibi çalıştığını düşünürsek inanma esnasında genelde beyin, kontrolü ele alır ancak içindeki bilgi ve deneyim kadar size yardımcı olur. Çünkü şuurlu kontrol yok gibidir. Birçok zaman başarılı sonuçlar verebilir. Bu onun dakik çalışmasına bağlıdır.

    İnanca sadece dinsel inanç yaşayanlar sahip değildir. İnançsızlar da bu tür inançları yaşarlar.

    Eskiden düşünün tıp bilimi yokken hastalıklarla savaşmak tamamen inanca bağlı birşeydi. Gerek hastalığın patolojisi gerekse tedavisi açısından. Ama bugün inancın payı çoook aşağılara inmiştir. Hep işin uzmanından bunu nasıl tedavi ederiz nerde tedavi ederiz çabası başlamıştır.

    Göklerin, ayın, güneşin hakkındaki bilgiler hep inanmaya dayalı iken bugün artık onların ne olduğu yavaş yavaş aydınlanmış inanç payı azalmıştır. Zaten bugün ''iman gücü'' ile yeneriz iddiası teknolojik gücün yanında lafı kalmamıştır.

    Aile ortamında şartlı refleks haline gelen her durumda anne babamızın bize yetiştiği durum, bundan sonra da yetişeceği inancını belleğimize yerleştirir. Bu nedenle çok yetişkin insanlar dahi zor durumda yetiş anne, yetiş baba diyerek onların yetişebileceğine inanır, ancak bilgi düzeyi yeterli ise bu inancın mantıksız olduğunu bilir ve bu keşkeye dönüşür.

    Günümüzde inancın payı gittikçe azalıp yerini bilgiye hızla bırakmaktadır. Bilgi çoğaldıkça her olaya bakışımız daha şuurlu daha doğru olmaktadır.

    Buna rağmen belki çok yüzyıllar daha, günlük hayatımızda beynin bir sığınma anlamında açığını kapatıp homeostatise hizmet amaçlı inanmalar sürecektir.

    Bu her ne kadar çok kimseyi beyin dengeleme yetisiyle rahatlatıyorsa da... Babanız cennetten size bakıyor. Ben de oraya gideceğim. Huriler olacak sütten ırmaklar olacak...
    < Bu mesaj bir yönetici tarafından değiştirilmiştir >







  • Deneme-2

    İman Küfür


    Netice itibari ile birbirlerine en uzak fakat aynı zamanda hislerimiz, hevesatımız ve içersinde bulunduğumuz hayatımız itibari ile birbirlerine en yakın iki şeydir iman ve küfür. Öyleki ikisi arasında incecik bir çizgi vardır. Öyle ince bir çizgiki, çoğu zaman çizginin bir yanından diğerine geçersinizde bunun farkına bile varmazsınız.
    Bu kadar hassas bir denge göz önüne alındığında kimin ayağının kayacağını, kimin kaybedeceğini tahmin bile edemezsiniz. En ‘’alim’’, en ‘’mümin’’ dediğinizin bile…

    Bu yüzden insan asla kendisine güvenmemeli, hiçbir zaman ‘’bana bir şey olmaz’’ dememelidir.
    Küfür yolu, sapılması çok kolay, girilmesi çok rahat, zahiren zevklerle dolu ve sebepleri çok sinsi olduğundan dolayı , ibatü taatta göklerde uçan biri dahi çok endişe duymalı. Her zaman O’na tutnmalı ve ayakta durmaya çalışmalıdır.
    İman saibi kulluk bilincine varıp yaptıkları ve yapacaklarından bir karşılık beklememelidir (Ne faniden nede Baki’den).
    Hayır ve hasenatta her zaman önce olduğu gibi yaptığı bu hayır ve hasenatından bir an bile fayda, karşılık beklemek bu kul için en karanlık andır.

    O , yaptıklarını Allah rızası için yapar ve işler.
    Onun aklında ne Cennet sevdası nede Cehennem tasası vardır. Sadece Allah’ın rızası vardır.
    Aynı şekilde, insanlara yardım ederkende karşılık beklememek, hatta ‘’bir teşekkürü bile’’ beklemeden yardıma koşmak bu felsefenin tatbike geçmiş halidir.
    Bir kişinin dahi selameti, kurtuluşu için cehennem alevlerinde yanmaya razı ve hazırdır. O alevlerki o imanlı gönül için gül gülistan olur...

    İman insannın kıymetini ortaya çıkarır. İnsan üzerindeki ilahi sanatlar ve nakışlar iman ile ortaya çıkar. Küfür ise bu nakışları karartır. İnsanın kıymetini sadece maddi değerine düşürür.

    İçersine ışığın nuru girmemiş bir avizenin ne üzerindeki nakışlar ve nede kendisi hakiki manası ile görülür.


    Küfre sapan için;

    Ölüm bir yok oluş, bir firak , bir mahvoluş hatta ebedi bir zindan…

    Dünya ise bie çilehane, işkencehane ve bir azap yurdudur. Adaletsilik ve asayişsizlik her yanı kaplamıştır. Öyleki hakkını alamayan mazlumlar ve zulümleri yanlarına kâr kalan zalimler yurdudur dünya.
    Ve her yerde ruhsuz, manasız, devasa cesetler, anlamsız yığınlar vardır. O cesetlerki denizler, dağlar, taşlar ve umumu tabiattır.
    Ve (ne yazıkki onlar için) dünyada yapılan bütün hayır ve hasenatlar, boşa harcanmış emekler ‘’çarçur’’ edilmiş vakitlerdir. ‘’ Hem neden yarın yok olucağım, unutulacağım bir dünya için çalışayımki…’’

    İmana eren için;

    Ölüm yeni bir doğum, yeni bir başlangıç, bir uyanış ve diriliş…Bir kurtuluş, bir kavuşma, bir pasaport, bir vuslatın sonu ve hatta bir berât…

    Dünya ise hem bir üniversite hemde bir imtihan ve tatbikat yurdudur. Hem yeni tohumların ekileceği bir tarla ve hemde nimetlerin toplandığı bir hasat mevsimidir.
    Üstelik burası adalet-i ilahinin ortaya çıktığı ve davaların görüldüğü bir mahkemedir. Kimi burada tecelli eder kimi ise neticesi görülmek üzere bir mahkeme-i kübraya…(‘’Hem zaten mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır.’’)

    Bütün tabiat, dağlar, taşlar, denizler, ummanlar ve zerreler, nebatat ve hayvanat O’nun hizmetçisi ve hizmetkarı ve görevli birer neferleridir.

    Ayrıca (onlar için) hayırda, hasenatta ve hizmette en önde gitmek bir şeref ve görevdir. Bunun bir karşılığının olup olmamasının ise ehemiyeti ahirdedir. Hatta yoktur.

    Bu saydıklarımız ve daha saymadıklarımızda olduğu gibi;

    İmanda ferahlık ve aydınlık, küfürde darlık ve ebedi bir bir zulumat vardır. İmanda mana ve gaye, küfürde anlamsızlık ve başıboşluk vardır. İmanda adalet ve asayiş, küfürde haksızlık, zulüm ve anarşi vardır.
    İmanda kâr üstüne kâr, küfürde zarar içinde zarar vardır.


    ...

    Sonraki yazı:
    İçi oyulan ve boşaltılan dilimiz: Türkçe



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi El-Cezeri -- 26 Ekim 2008; 18:22:05 >




  • Makale - 3

    Değişerek Devam Etmek, Devam Ederek Değişmek

    Ömer ***[1]

        Anahtar Kelimeler : Devlet, Vatan, Kültürel Yozlaşma, Kültürel Değişme, Devler Ülkesi, Millî -Şuur, Millî -Kültür


      Söze öncelikle “devlet” mefhumu üzerinde durarak başlamak istiyorum. Açıkçası bu kavram ayrıca ve yoğunca bir çalışmayı gerektirirken, burada söz edeceğim konunun daha kalıcı izli olabilmesini sağlamak amacıyla sadece genel hatlarına değinerek kısaca ele alacağım. Devlet, bir milletin belli bir toprak parçası üzerinde politik bir örgütlenme sonucu ortaya çıkan kişiliğidir.[2]Gördüğümüz gibi devlet, kişileştirilmesi mümkün bir niteliğe sahiptir. Genel yargı olarak milletin ortak kişiliğidir, yani millete aittir. Daha doğrusu bütünün birbirlerini tamamlayan birer eşit parçası gibidirler. Aynı tanımdan yola çıkarak, devletin, “halk (millet)”, “ülke (vatan)”, “hâkimiyet (egemenlik)” ve “politik bir örgütlenme”nin bileşkesi sonucu meydana geldiği kanaatine de rahatlıkla varabiliriz.

      Türkler için “vatan” ın ayrı ve kutsal bir yeri vardır. Nitekim Hun hükümdarı Mao Dun komşuları Tunguz’ların at isteklerine - hâkeza atın Türk toplumu ve yaşamı içerisinde de olağan ve ayrıcalıklı bir yeri mevcuttur. - itiraz etmemiştir. Fakat çorak ve işe yaramaz bir toprak parçasının istenilmesine çok kızmış, devletin malı olan toprağı başkasına vermeğe kimsenin hakkı olmadığını söylemiştir.[3]
      Devlet ocağı üzerinde pişerek oluşan millî-şuur (millî benlik), milletleri insan kalabalıklarından ayıran en önemli ve büyük etkendir. Bu millî-şuur, içerisinde bir millî-kültür besler ve onu büyütüp geliştirir. Bu gelişim süreci içerisinde birtakım etkileşimler yaşanılması gayet doğaldır. Önemli olan bu etkileşimleri bizim benliğimize uyarlıya bilmek, adapte edebilmektir.

      Kültür hayatı çok zengin ve çok boyutlu ilişkilerden oluşur. Bunların bir kısmı geleneği, bir kısmı da yeniliği temsil ederek sağlıklı bir sosyal dinamizm sergiler. Toplumun değişerek devam etmek, devam ederek değişmek şeklinde ifade edilecek tabii görüntüsünde, kültürel unsurların çok önemli bir yeri vardır. Canlılığını kaybeden bütün sosyal değerler gibi kültürel değerler de kalıplaşır, aynen korunmak istenirse, toplumun bütün göstergeleri durmuş saat gibi olur. Sürekli değişen ve değiştirilmesi istenen kültürel değerler de büyümek ve gelişmek imkanından mahrum kalır. İki durumda da toplum sağlıksız bir görüntü ortaya koyar ve yeni nesiller sürekli bir arayış içinde bazen yabancıları taklit, bazen de geçmiş zaman hülyası ile avunmaya çalışırlar. Böylece kültür hayatı dinamizmini ve tabii gelişimini kaybeder.[4]
      Bütün bunlar göz önüne alındığı zaman da, kültür değişimi ile kültürel yozlaşmanın çok farklı iki nokta olduğunu rahatlıkla ve tüm netliğiyle görebilmekteyiz. Bu iki eşdeğerde olmayan imgeyi ortak paydada toplamak da olanaksızdır. Bu uğraş içerisinde olanların ise açıkçası sadece birer maşadan ibaret olduklarını tahmin etmek çok da güç değildir. Bu yüzden yersiz ümitsizlikler ve düş kırıklıları yaşamanın da hiçbir anlamı yoktur. Aynı doğrultuda boşa harcanacak zamanımızda yoktur.

      Millî-şuur ve kültür masada yazılı hale getirilebilir ancak asla ama asla masada kazanılamaz. Bir takım değerler, değerli şeylerin uğurlarında feda edilmesi sonucu kazanılır.

      Çanakkale Savaşı ile ilgili bazılarının söylediği bir söz vardır (!), “ Devler ülkesinde devler savaşı ”. Bu sözü daha derin hatlarıyla irdeleyerek düşünmemiz gerektiği inancındayım. Savaşta bizim cephemizde çarpışanlar; ülkemize ve topraklarımıza saldırıp,istila edip zorbalık vücuda getiren “ Dev ” denilen ancak nazarımızda çukurdan dahî alçak olan sömürgecilere karşı vatanımızı korumak için kanlarını döken,canlarını veren kahramanlarımızdır.

      Çanakkale Savaşları bu insanlarımız için kelimenin tam anlamıyla “ ya hep, ya hiç ” savaşı olmuştur. Ülkenin öz toprakları, atalarımızın kanları ile sulanan vatandır. Vatanı vatan yapan işte bu kutsal kanlardır. Vatanı, bu ülkenin çocukları olan gerçek “ Dev ” ler savunmuştur. Mehmet Akif’in tanımıyla, tarihe sığdıramadığı Bedr’in aslanları...[5]
      Karşı cephede ise o gün ki dünyanın en büyük iki sömürge imparatorluğu Büyük Britanya ile Fransa bulunmaktadır. Bu dev cüsseye sahip olanlar, dünyanın dört bucağına yayılmış ve nice milletlerin esareti üzerine kurdukları en güçlü sömürgeci kudretini temsil ediyorlardı.

      Yurdumun insanı ölümle göz gözeyken, kendisinden sadece dört beş adım önde giden arkadaşının birazdan öleceğinden herhangi bir şüphesi olmadan ve sıranın kendisine geldiğini bile bile yılmadan ilerlemeye devam ederken, vatan toprağına sırt çevirmeği, vatan toprağından vazgeçmeği zihninden bir an olsa dahî geçirmemiştir. Kanında kalleşlik, özünde namertlik bulunmayan bu asil insanlar sayesinde bu topraklar kazanılmış, mübarekleşmiş ve vatan olmuştur.

      Yapmamız gereken, bizim için, bize emanet edilmiş olunan tüm bu kutsal değerleri baş tacı ederek, medeniyet denilen tek dişi kalmış canavardan koruyup, bayrak yarışçıları misali bayrağı bizden bir sonraki koşucuya olabildiğince kusursuzca ve düşürmeden teslim edebilmektir.

      Son olarak; esaret altında yaşayıp, özgürlüğümüzün bulunmadığı bir yönetim şeklinin çatısı altında varlığımızı sürdürmektense, ülkümüz adına, değer yargılarımız adına, baş koyduğumuz yoldan sapmadan ve yılmadan varlığımız için yok olmamız dahî gerekiyorsa bunu göze alarak, atalarımıza, bayrağımıza ve sancağımıza karşı sorumluluklarımızı asla unutmamalıyız.

      Bun yüzden, aynı dönemeci anımsatan zor günleri bir kez daha yaşamamak için, tüm içtenliğimizle çalışmalı düşmanımızı dostumuzu tanımalı ve günden güne iyice güçlenip kükremeliyiz.

      Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
      Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
      Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl :
      Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağıma hürriyet ;
      Hakkıdır, Hakka’a tapan milletimin istiklâl!
      Unutmamalıyız ki Türkün Türkden başka dosttu yoktur.

    --------------------------------------------------------------------------------
    [1] T.C. *** İlköğretim Okulu, Türkçe Öğretmeni.
    [2] Hakkında Bilgi için Bkz. Yrd. Doç. Dr. Muhammet ŞAHİN, Türk Tarihi ve Kültürü, Ankara 1999, s. 23 - 24
    [3] Yrd. Doç. Dr. Muhammet ŞAHİN, a.g.e., s. 25
    [4] Hakkında Bilgi için Bkz. Mustafa MİYASOĞLU, Kültür Hayatımız, Ankara 1999, s. 7
    [5] Hakkında Bilgi için Bkz. Ahmet SİRAC - Mustafa GÜLAY, Türk Klasikleri - Mehmet Akif ERSOY “ Eserlerinden Seçmeler ”, İstanbul 1999, s. 50
    --------------------------------------------------------------------------------

    Bir sonraki yayınlanacak makale:
    Ebedî Şef




  • Makale 4
    Kur'an ve Yönelen Eleştiriler, SON ACI NOKTA


    Genel, düzenleyici ve mükemmel olması gereken kitaplar, hele ki bunlar zamanlar arası farklı farklı insanlar topluluğuna, farklı yöre ve kıt'alara hitap edecekse ÇOK MUHKEM OLMALILAR... Asla herhangi bir insanın mana vermesiyle ayakta durmamalılar.

    Örneğin sadece bir toplumun dahi, Anayasaları, Kanunları öyle bir yazılmalıdır ki kelimeler üzerinde, değil iki mana sadece ve sadece ne deniyorsa o anlaşılmalıdır. Zaten kelimeler böyle dizayn edilmemişlerse toplum üzerinde nasıl eleştirildikleri malumdur. Yakın tarihte bir ceza kanunundan nasıl yakınıldığı ortadadır. Farklı anlam çıkarılabilen maddeler işin uzmanları tarafından da ağır şekilde eleştirilmiş ve böyle kanun mu yapılır böyle kanun mu olur dedirtmiştir !

    Mana vermek ayrı iştir YORUM yapmak ayrı iştir. Bir anayasa veya kanun maddesi için Falan Fakülte hocası 22 cilt yorum yazabilir. Bilgi, belge ve görüşlerini eleştiri veya derin açıklamalarını yazabilir. Ancak bir ceza kanununda hırsızın cezası ne durumda nasıl takdir edilmiş ise odur. Başka başka anlam çıkarılamaz. Bu adalete de ters olur zaten.

    Aynen öyle de, bir Kur'an ayeti için manalar çıkarılamaz. Çünkü O Alemleri Yaratan sonsuz İlim ve Kudret tarafından gelmiştir. O kendisi nasıl istemişse onu kast ederek açıkça yazmıştır. Artık ona dediğinin dışında mana vermek ona bühtan atmak olur. Ey Rabbim burada sen eksik demişsin bugünün insanına ne deriz bunu biz böyle manalarız demek olmuştur. Allah'u Azimüşşan Erkeklere Huri verilecek demişse kadınlar için de birşey verilecek dememiştir. Diyecek olsa derdi. Sizi de beklemezdi. Çünkü vel-mü'minine vel-mü'minat vs. diyerek nerede ne diyeceğini gayet iyi bilmiştir. Erkeğe memesi tomurcuklanan yaşıt kızları vereceğini murad etmişse öyle olacaktır. Kadına da sert kasları ve çok güçlü cinsel organları olan erkekler vereceğini murad etmemiştir de bu nedenle açıkça dememiştir. Yoksa bunu haya ettiğinden gizlemiş değildir. Tomurcuklanmış meme tabiriyle zaten mahremiyete giren Allah burada da girerdi şeklinde yaklaşımımız olmalıdır. Ama biz yine de buna içerik olarak itiraz ederdik. Ancak bize anlatılan ilah vasfı ağır çelişkiye düşmezdi.

    Peki ayetler hakkında yorumlar yazılamaz mı? Yazılır sadece bir ayet için binlerce cilt yorum yazabilirsiniz. Bediüzzaman Said-i Nursi 100 cilt te yazmışsa yazmıştır. Yorumlar yazılabilir. ANCAK MANA VERİLMEYE KALKILDIĞI ZAMAN İŞ DEĞİŞİR. MUHKEMİYET İFLAS EDER. O ZAMAN ORADA ...... nokta nokta YAZSA DA OLURDU NASILSA BİR ALİM ONA MANA VERECEKTİR...

    Genelde Kur'an ile ilgili eleştiri gelince önce buna hakaret edilmiş gibi bakılıyor. Bu doğru değildir. Düşünün, diyen Kur'an'ın kendisidir. O halde düşünülecek düşünülmeye devam edilecektir.

    Genelde gözlenilen şu olmuştur. Bir yerden bir mantık ve gerekçe ile başladığımız yerde, hayır bunun manası bizce budur, böyledir denilerek tabir caizse tarla bulutun olduğu yere taşınmaktadır.

    Kimse Kur'anda harika söylemler olduğunu gizleyemez. Ancak eleştiren bu kadar düşünen beynin hiç mi haklı yanı yok? !

    İnsan hiç mi bu eleştirilere hak verecek yön bulmaz. Yani bunlar çok harika emir ve hüküm içeriyor da bazıları kasten kötülemek gibi bir tavır içindedir. Hayır böyle birşey yok...

    Hep iddia edildiği gibi, akıl ve mantık çerçevesinde bir yere ulaşırken orada icat edilen bir argümanla ciddi bir viraj kırılıyor. Hemen başka bire otobana çıkıyoruz. Bu niye böyle yapılıyor?

    Yani ilk etapta herşey ortada, Allah nerdeyse bir ağaç kadar ortada gerçek bir halde oradadır diyerek girişilen imana getirme işlemi, iş ispat ve akla göstermeye gelince zorlanıldığınnda, hemen viraj kırılıp zaten o kadar açık olsa inanırdın burası imtihan kardeşim diyerek, kulvar değiştirilip başka zemin ve kurallar işletilmiş oluyor. Oradaki karşılıklı söylemde nereye gittiğimizi anlamıyoruz.

    Peki imtihansa bu nasıl imtihan diye ciddi itirazlarımızı sıralayınca hemen başka bir virajlla HİKMET asfaltına çıkıyoruz.

    Hikmetleri de eleştiri bombardımanına tuttuğumuz zaman, oradan da yine keskin bir virajla bunlar TAKDİR işidir. İrade sıfatının tecellisi olup çıkıyor.

    Burada da bu nasıl iradedir diye itirazları sıraladığımız zaman karşımıza ALLAH'ın işine karışılmaz yoluna çıkıyoruz. Ruhlar iner çıkar, kabre giren çıkanlar, melekler, 50 bin yıllık mesafe gibi iddiaları gösterin, gidip gören var mı kesinleşen bir yönü mü var, deyince hemen yine bir viraj sen görmediğini anlat ispatla köprüsüne geliyoruz, biz de, bu iddia sizin, siz göstereceksiniz benim ayrı bir melek ruh iddiam yoktur ki deyince son esas bulvara giriyoruz:

    BU NE ÖFKENİZ BU NE ALLAH'A HAKARETİNİZ bulvarına çıkıyoruz. Bu bulvarda madem inanmadın, o zaman sen zaten anlamazsın, sen görmeyen göze, işitmeyen kulağa, bilmeyen akla sahipsin diyerek ACI BİR NOKTA KONUYOR....

    --------
    * Nokta konusundaki yazılarımdan derlenmiştir.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Hare Rama -- 13 Ekim 2008; 20:58:17 >




  • Makale 5
    HareRx yöntemi ve Tanrı’nın imkansızlığı
    *

    Mantık bir ölçü ve kıyas işidir. Aslında, Tanrı’nın inancına götüren, insan için en önemli enstrüman da, budur. Aklın ve mantığın gereği olarak, Tanrı inancının mecburiyeti ileri sürülür. Gücün ve ilmin dereceleri gösterilerek, evrendeki fiil ve sonuçlardan bahisle, yaratıcı Tanrı için kanıtlar verilir. Önce insanın gücü buna misaldir. Sen yapabilir misinden başlar. Ölçü giderek büyür ve sonsuz denilen sanal bir duvara dayanır. Sonsuz, giderek büyüyen ölçünün üst limitidir. Çünkü bu limite insandan kıyasla buradan gidilmiştir ve bizi O'na ulaştıracaktır. Kast edilen, bu limitteki sıfatı haiz varlıktır. Limitin dahası yoktur, zira gittiği yerin ötesinin ötesi dahi bu limite dahildir. Bu nedenle limitin dışına kaçış olmaz.

    Sonsuz için kavranamaz, denilmesi de doğru değildir. Sonsuz buradaki tanımıyla bitişsizlik, kesintisizliktir. Bu kısaca 1+2+….n+ ( n+1) = lim. Snsz. Olarak gösterilir. Bunu yaratır, onu, onu da yaratır, ya bunu, bunu da, ya onu, onu da, bu böylece durmadan gider…

    Elmayı Allah yarattı, dağı Allah yarattı, evreni Allah yarattı. Gördüğüm, görmediğim her şeyi O yarattı. Bu bizi, O’nun giderek her şeyi sınırsız gücü ile yaratabilen birisi olduğu yargısına, hemen götürür.

    İnsanda da güç ve ilim gibi sıfatlar vardır. Her insanın güç limiti bellidir. Dolayısı ile sıfatlar birbirini geçemez. Mesela gücü ilmini geçemez. Çünkü birbirini sınırlar. Bilmediğiniz bir şeyi icat edemezsiniz. İcat ettiğiniz, bildiğiniz şey kadardır. Madde de böyledir. Bir vinç sınırını aşan yükü kaldıramaz, yoksa çöker. Kütlesi ve hacmi sabit kalarak, enini uzattığınız şeyin boyu kısalır. Boyu uzatılırsa eni kısalır. Bunlar birbirini sınırlar.

    Tanrının sıfatları ise her biri ayrı ayrı sonsuza gittiğinden ötürü biri diğerini kısıtlayamaz.

    Sonsuz Yaratma, Sonsuz güç, Sonsuz ilim, n+1.... Bunlar bitişsiz sıfatlar zinciridir. Bunlar birbirini sınırlayamayacağı için biri diğerinin muhalidir. Bu siklus Tanrı’nın sıfatlarının imkansızlığını, bu da sıfatsız olamayacak Tanrı’nın mutlak bir ademe garkını ortaya koyar.

    Bütün sıfatlar limit sonsuzda birbirini zorunlu engelleyen bağımsız öğelere dönüşerek, her biri kendi başına adeta tanrı olur ve bu durum tanrının zatında buluşmasını imkansız hale sokar. Güç der ki ben bütün taşları kaldırırım. Yaratma da der ki beni sınırlama, senin kaldıramayacağın taşı yaratmaktan aciz değilim. İşte bu sürekli çelişik bir durumdur, bütün sıfatlar bu haldedir.

    Yaratıcı her şeyi yaratırsa gücünü engelleyen şeyi de yaratabilir. Kaldıramayacağı taş, yenemeyeceği düşman vb. Kudreti ise öyle güçlü olmalıdır ki yaratma sıfatını dahi engelleyebilmelidir. Gücü kendi kendisini yok edebilir… vb. İşte bunu yapamaz yapmamalıdır, burada da durması gerekir dediğiniz şey onu sınırlı kılar, bu kabul edilemez. Bu tanrılık ilkeleri ile ters düşer. Bu iki sıfat bile sonsuzda sürekli şiddetli çatışma halindedir.

    Örneğin, ilim sıfatı Tanrı'nın gücünün sonunu bilebilmelidir. Ancak sonu olmayan gücün, sonunu bilemez. Öte yandan güç, ilmin içindeki sınırsız projelere yetemez. Yeterse aksi halde sınırsız ilimden değil sınırlı bir ilimden söz etmek gerekir. Bu kadar sıfatın bir Tanrı oluşturmak üzere anlaştıklarını ve uyum içinde çalıştıklarını düşünmek sıfatların sonsuzluğunu durdurup sınır tayin etmektir. Bu sefer ötesindeki güç ve sınır merak edilir. Ötedeki alan kime kalmıştır denilir? Tanrının abes iş yapmayacağını iddia ederek sınır konulan bu sıfatların bu sınırın ilerisi olan +1 seviyesindeki alanı kimin hükmünde kalmıştır diye soru mutlaktır?

    Dolayısı ile kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi sorusu açmaz gibi durur. Aslında bu cevaplanabilir. Çünkü Yaratabilir. Ama kaldıramayacağı taşı yarattırmazsanız bu yönü ile tanrı sınırlanmış olur. Yarattırırsanız o zaman da gücü sınırlamış olursunuz. Sonuçta bu Tanrı varsayımı, doğrulanamayan sıfatlar içerir. Çünkü henüz bu sıfatlarda, limit sonsuza erişilememiştir. Çünkü hepsi bir arada birbirini engellemiştir. Tek sıfatla tanrıyı hesap edersek dahi, örneğin sadece yaratan tanrı olsa, bu ise saçma derecesinde limit sonsuza dek sonsuz sayıda, sonsuz yaratabilen tanrılar yaratır. İşte bu, yarattığı varsayılan mantığın nezdinde, biten bir Tanrıdır. Hakikatte ise bilinen odur ki, akıl ve mantık, ona ulaşmanın tek yoludur.

    Bu şuna benzer: Üç doğru parçası ile üçgen yapacaksanız bu doğruları sınırlamanız gerekmektedir. Oysa doğru parçalarını sonsuza uzatırsanız doğrular birbirine yetişemez. Çünkü her biri ayrı ayrı sonsuza gider. Üç doğrunun kesişmeden sonsuza gittiği yerde üçgen olmaz.

    Peki Tanrı için var olması gerekir diyorsak, sıfatlarının birbirini sonsuzda göremeyen ilkeler yerine, birbirine muavenet eden sıfatlardan oluşmuş olması gerekir. Bu durumda bu sıfatların birbirini sınırlayan ölçülerle bir Zatta buluşması şarttır.

    Bu bir mantık hatası değildir. Paradoks hiç değildir. Zira içerik yanlış değilse sonuç doğrudur. O zaman hata, sıfatların sonsuz limite gitmesinde olup düzeltme, sıfatları sınırlı ve belirli bir düzeye indirmekle mümkündür. Ancak bu ölçü bile, tasarlanan tanrı için insan zekasının çok çok üstündedir.

    Sonuç: Tanrı mistik ölçülerde ise, imkansızdır. Değilse ölçüleri sınırlıdır. Bu da tanrının var olmasına yeterli bir neden midir? Neden böyle sınırlı bir tanrı gerekir, bunun izahı zordur. Çünkü buradan insanların da ölçü itibariyle alt limitte bir tanrı olduğu savını görmek olasıdır. Aradaki fark olsa olsa bir ölçüttür. O halde evren kast edilen özellikte bir tanrı için kanıt içermemektedir. Bu nedenle böyle bir Tanrı inancına ya da Tanrı’yı kabule zorunluluk ortaya konulamaz.


    --------------------

    * Bu yaklaşım HareRx adıyla isimlendirildi.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Hare Rama -- 15 Ekim 2008; 1:04:00 >




  • Makale 6

    ÇELİŞKİLER


    Yaratıcı hakkında düşünürken insan bazen ciddi çelişkilere düşebilir. Bunun sebebi bazen bilgi eksikliği olsa da bazen de felsefenin derinlerine dalarken çok basit doğruları gözden kaçırmaktır diyebiliriz.

    Yaratıcı derken neyi kastederiz ? Allah cc ezeli ve ebedidir. Gücü her şeye yetendir. Doğmamış - doğrulmamış, yaratılmamıştır.

    Yaratıcı kainatta hiçbir şey yokken var olandır. Gücü kudreti her şeyi yapmaya muktedirdir. Kainatı yoktan var eden, bütün maddeleri ilgilendiren atomaltı kanunlarından, yıldızlara kadar hüküm süren kanunlara kadar nizamı kurandır. Maddenin tamamına söz geçiren, emrinden bir zerrenin bile muaf olmadığı kudret sahibidir.

    İlmi o kadar büyüktür ki sıfırdan bir kainatı yaratmak, bütün canlıları yaratmak ve birbirleri ile uyumlarını sağlamak O nun için oldukça kolaydır. Kur an a göre böyle bir kainatı yaratmak sadece O nun dilemesine bağlıdır.

    Yaratıcı yoktan yarattığı kainatta türlü türlü şuur sahibi varlıklar da yaratmıştır. Bunlar melekler, şeytanlar, cinler ve nihayet insanlardır. Melekler günah işleme özelliği olmayan, sadece vazifeleri Yaratıcıyı tesbih etmek olan nurani varlıklardır. Cinler de insanlara benzer ama maddi olmayan varlıklardır. İçlerinde en farklı olanı ise insanlardır. Zira Yaratıcı kendinden olan özelliklerin cüzi bir kısmını insana vererek insanı dünyaya göndermiştir. Cüzi olan özellikler konuşma, duyma, görme, bilme vs dir. İnsanda cüzi olan bu özellik Yaratıcı da sınırsızdır.

    Yaratıcı görme ve bilme konusunda kainatın en diğer ucundaki atom zerresi ile bizim beynimizin derinliklerindeki atom hakkında sahip olduğu bilgi arasında fark yoktur. İlmi son derece sınırsızdır. İnsana kıyasla, bir uzay mekiğini bile yeryüzüne geldikten binlerce yıl sonrasına inşa edebilen insan ile yoktan kainatı yaratan Yaratıcının ilmi mukayeseye konu bile olamaz.

    Tüm bunlara rağmen hiçbir şey yokken var olan, kendisine verilen aklın sahibine karşı insan kendine verilen imkan dahilinde Yaratıcısı hakkında yanlış düşüncelere kapılabilir. Acaba bu insan hiç düşünmez mi ? Kendisinde var olan aklın kaynağı nedir ? Akıl kimyasal reaksiyonlar ile mi oluşmaktadır ? Eğer öyle ise laboratuarlarda akıl üretilebilir mi ? Ama bu detaylara girmeyelim de Yaratıcının sonsuz ilmi ile kendi cüzi ilmimizin mukayesesinden sonra düştüğümüz çelişkilere bir bakalım.

    Yukarıdaki makaleye göre yazar,

    “Örneğin, ilim sıfatı Tanrı'nın gücünün sonunu bilebilmelidir. Ancak sonu olmayan gücün, sonunu bilemez. Öte yandan güç, ilmin içindeki sınırsız projelere yetemez. Yeterse aksi halde sınırsız ilimden değil sınırlı bir ilimden söz etmek gerekir. Bu kadar sıfatın bir Tanrı oluşturmak üzere anlaştıklarını ve uyum içinde çalıştıklarını düşünmek sıfatların sonsuzluğunu durdurup sınır tayin etmektir. Bu sefer ötesindeki güç ve sınır merak edilir. Ötedeki alan kime kalmıştır denilir? Tanrının abes iş yapmayacağını iddia ederek sınır konulan bu sıfatların bu sınırın ilerisi olan +1 seviyesindeki alanı kimin hükmünde kalmıştır diye soru mutlaktır?”
    diye sormaktadır.

    Burada yazar kelime oyunları ile bir abesiyet var olduğunu iddia etmektedir. Yaratıcı sonsuz güç ve kudrettedir. Yaratıcı aynı zamanda sonsuz ilim sahibidir de. Bu durumda Yaratıcının bu sıfatları birbirleri ile çelişebilir mi ? Yazar burada “sonsuz ilim sahibi Yaratıcının sonu olmayan gücün sonunu bilememek” ifadesi kullanmaktadır.

    Eğer Yaratıcı sıfırdan koskoca bir kainatı yaratmışsa, bu kainat bizim için sonsuz ifadesinin karşılığı olabiliyorsa demek ki Yaratıcı sonsuz kudretini sıfırdan bir kainat yaratarak göstermiştir. Yaratıcı dilese bu kainat kadar milyonlarca kainat yaratamaz mı ? bu soruya kimse “hayır” cevabı veremez. Zira benzeri olmadan bir tane yapan, benzerlerini de milyonlarca adet yapabilir. Demek ki Yaratıcının kudretinde bir sınır yoktur.

    Yaratıcının ilminde bir sınır var mıdır ? Yaratıcı bir kainatı sıfırdan kurma ilmine sahipse ilminin de sınırı yoktur. Sınırsız ilim sayesinde bütün varlıkları bir düzen içerisinde yaratmıştır. Hatta denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa Yaratıcının ilmi yazılmakla bitmez. Hal böyle iken yazar yukarıda 2-3 kitap dolduramayacak ilmi ile sınırsız ilim sahibi olan Yaratıcının ilmine sınır tayin etmeye çalışmaktadır.

    Ne demiş şair;

    idrak-i maali bu küçük akla gerekmez,
    zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez …

    bu “küçük” akıl sahibinin sıkleti Yaratıcının sıkletini çekememektedir, tabii benim de küçük aklımın sıkleti çekememektedir lakin ben çekemediğinin farkındayım.

    Yazar sıkletin çekemediğinin farkında olmayarak şöyle de bir soru sormaktadır. “Dolayısı ile kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi sorusu açmaz gibi durur.” Ne müthiş bir sorudur ki bu soru … Kainatı yoktan var eden, milyarlarca yıl ayakta tutan, bütün kanunları koyan, bütün kanunlara istisnasız bütün varlıkları itaat ettiren güç böyle mantık hatalı bir soru ile sınırlandırmak istenmektedir.

    Mantık hatasını anlatan güzel bir fıkra var …

    Temel karşısındaki adama bilmece sormuş.
    Temel- Sarı renklidur. Kafes içindedur. Cik Cik diye öteyur. Bil bakalım bu nedir.
    Adam- Kanarya
    Temel-Değildur.
    Adam-Muhabet kuşu, papağan, saka kuşu
    Temel-Bilemedun.Onlar da Değildur.
    Adam-Peki nedir öyle ise ?
    Temel-Hamsi paluğudur.
    Adam-Olurmu hiç, hamsinin kafeste ne işi var
    Temel- Ban Koydum kafese
    Adam- İyi de hamsi sarı renkli değildir ki
    Temel- Ben sarıya boyadım.
    Adam- Olsun yine de hamsi cik cik diye ötmez.
    Temel- Bilmece bu. O kadar şaşıtmaca olsun artık.

    Yazar da bu fıkradaki temel gibi kendi kafasından uydurdukları ile şaşırtmaca yapmaya kalkmaktadır. Kudreti sonsuz olan Yaratıcı için “kaldıramayacağı taş” diye bir şey olabilir mi ? Yazar da temel gibi yapmaktadır. Demek ki yıllar öncesinin fıkralarına konu olanlar okumuş insanların da düşüncelerine konu olabilmektedir. Tıpkı otobanda son sürat ters şeritte gittiği halde diğerlerinin ters şeritte gittiğini düşünen temel gibi...




  • DENEME


    İKİ KAVRAM BİR TESPİT (Koku Üzerine)



    “...Allah’ın âyetleri hakkında münakaşa edenlerin sinelerinde, ancak, yetişemeyecekleri bir kibir vardır.
    Sen Allah’a sığın. Şüphesiz O, Semi’dir, Basîr’dir.” (Mü’min sûresi, 56)(*)


    1-NEDEN
    Görmek için göz gerekir, evet gözünüz yoksa göremezsiniz, duymak içinde kulak, koku almak içinde keza burun ....
    şimdi, tüm bu duyular bu maddi alem için dizayn edilmiş olmazsa olmazlar. Yani bunlar madde ile var olan unsurlar...

    ışık olmasa göz ne işe yarar?
    ses olmasa kulak ne işe yarar?
    koku olmasa burun ne işe yarar?

    Dikkat ederseniz bir sebep bir sonuç yani birşeyin bir başkaşeye muhtaç olması, yani birşey olmadan diğer birşeyin olamayacağı açıktır...
    Hiç bir sebep yokken bir şey olmuşsa onu ortaya çıkaran "sebepsiz" olmak zorundadır!..
    Bu dünyada koku varsa, o koku bir sebebe bağlıdır. Kokuyu alan bir cıhazat varsa, oda bir sebepler silsilesının sonucudur.
    Tüm sebepleri zincirleme olarak ne kadar takip ederseniz edin, bir ilk sebep olmadan başlayamayacağına dolayısı ile bu döngünün başlangıcına ulaşamayacağınıza hüküm verirsiniz. Neden bir kainat var? sorusuna ise verebileceğiniz tek cevap "nedensizlikdir". Kısaca sebep ve sonuç döngüsünü başlatabilmek için "nedensiz bir başlangıç" veya "varlığı için bir nedene ihtiyacı olmayan,kasıtlı bir başlatıcı"dan birini tercih etmek zorundasınız.

    Nedensiz bir kainatta, neden? sorusunu sorabilen bir canlı olan insan ise kasıt sahibi olarak kendini tanıdıkça, kastederek sebep-sonuç gözlemlediği evreni keşfettikçe ve kasıtsızlıktaki, rastgelelikteki olabilecekleri idrak ettikçe, zatının ve evrenin kıymetini anlayacak, elbette kasıtsız, tesadüfen, kendi kendine olamayacağına hüküm verecek hatta tüm maddelerin birbirlerine muhtaç hem birbirlerinden habersiz hem birbirlerini tanımayan yani birbirlerinden bağımsız olarak, hiç bir sebep yokken kasıt sahibi insanı ortaya çıkardığını düşünmek şöyle dursun; "kainata,kainat içinden varedicilik verilemez" diyecektir. Eğer bu kainatı var eden tesadüftür, kendi kendine olmuştur deniyorsa, her bir parçacığın diğerlerine muhtaç olması anlamına gelecek, her birinin diğerleri ile iletişim kurduğu, diğerleri ile beraber hareket ettiği varsayılacak ve parçacıklar adedince tanrı "rastlantı" kavramının içine gömülecektir.
    Öyle ise bu kainatın varedicisi hiçbirşeye muhtaç olmamalıdır!..

    2-KASIT
    Görüneninde, duyulanında, koklananında asıl işlem gördüğü yer ne gözdür, ne kulaktır, ne burundur...
    Tüm bu duyuların sentezlenmesi sırasında "kasıt" ortaya çıkar.
    Yalnızca şekilden, sesten, kokudan değil aynı zamanda kasıt ile farklılaşabilen bir duyumda sözkonusudur.
    Yani seste ,ışıkta-görüntüde, kokuda onların kendisinde bilinç yoktur. Ses bilinçli olarak farklı frekanslarda vs. ortaya çıkmaz keza koku ve görüntüde öyle...Onların, ses, ışık, koku ve görüntünün, iradeleri yoktur. Öyle olmak zorunda oldukları için öylelerdir...
    İnsan, bu öyle olmak zorunda olduğu için öyle olanların arenasında, şuur sahibi olandır...
    Onlarla (öyle olmak zorunda olduğu için öyle olanlarla) yaptığı munasebetlerdeki kastı ile yeni bir sonucu ortaya getirecek(yaratılmasını dileyecek) iradeye sahiptir. Kasıt ise duyunun kendisine ait değildir. (Buradan apaçık anlaşılan ise yaratıcının İLİM sıfatının tümü için yeterli olacağı,herşeyi kuşatacağıdır.)

    3-İSLAM
    Allah (c.c.) kendisine muhatab olarak insanı seçmiş ve lutuflandırmıştır. Diğer canlılardan farklı olarak yalnızca insana, ses ve görüntüye olan münasebeti ile tekamul edebilme yeteneği vermiştir. Hiç bir canlı yokturki insandan başka, ses ve görüntüyü insan gibi kullanabilsin.
    Koku almak ise insandan başka, insan gibi sorumluluk, irade vs. ile lutuflandırılmamış varlıklar içinde sözkonusudur. İnsandan çok üstün bir şekilde koku alabilen varlıklar, bu yetenekleri ile kainat hakkında fikir sahibi olmuş, neden? niçin? nasıl? sorularına doğru tekamul etmiş değillerdir...

    Öyle ise Allah (c.c.), yarattıkları canlılar içerisindeki sorumlusun dediği, muhatabımsın dediği insana, sadece ona özgü olan bir üstünlüğün, insanı diğer mahlukattan ayıran bir üstünlüğün, zatında ise sınırsız olarak olduğunu, "zatının gereği olduğunu" (insan gibi bir sebebe bağlı olmadan) hatırlatmakta ve haddini bil!, demektedir.

    Eğer hayvanlarla insanlar eşit olsalardı, yada hayvanların insanlardan farklı olarak koku duyusundaki tekamul ile neden? niçin? nasıl? sorularına ulaşabileceği şekilde bir kainat yaratılsa idi, şüphesiz o durumda da O (c.c.), bütün kokulardaki sınırsızlığının altını çizecek ve hayvanın koku almasından kaynaklanan kibrine, büyüklük taslamasına balyoz gibi inecekti... (1)

    Şüphesiz, asıl koku almanın olmaması, O'nun (c.c.) zati ve subuti sıfatlarının islam ile insanlığa sunumundaki tutarlılığını, zerre kadar bir kaçağın olmamasını delillendirmektedir.(2)
    Zira, muhatabın konumuna bildirilmesi gerekende, hitab edenin ululuğuna, izzetine, subhan oluşuna zıtlık çağrışımı bulunmasın.
    Daha fazla daha derin daha güzel idrak akisleride görülecektir(!) bu mevzuu ile ilgili, tabi okuduğundan, aldığından(!), yani gördüğünden tamam tüm duyular ile merkeze gönderilen bilgilerden üretim yapabilen, soru sorabilen, tekamul edebilen akıl sahiplerine.
    Mesela "dua" bir ipucu olsun hepimize...
    (3)



    Dipnot:
    1-"O, her şeyi en güzel şekilde yarattı."(Secde 7)
    2-"Allah katında hak din, İslâm’dır. O Ehl-i kitabın ihtilâfları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür."(Âl-i İmrân 19)
    3-"Subhansın ya Rab!senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki?herşeyi hakkiyle bilen,herşeyi hikmetle yapan Sensin."(Bakara suresi 2/32)

    *Semi: “Gizli aşikâr her şeyi işiten.”
    *Basîr: “Aydınlık karanlık, uzak yakın, büyük küçük her şeyi gören, müşahede eden.”

    Ekleme ve düzeltme yapıldı...



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi driver -- 20 Ekim 2008; 0:06:52 >




  • Meşhur Kelime "Sorgulama"


    Sorgulamanın bir kaliteye haiz olması için, sorgulanan düşüncenin, kuralın, yaşayışın, fiillerin dayandığı temellerin anlaşılması gerekliliği atlanmamalıdır…Zira temelden yoksun bir kuralın tek başına irdelenmesi bakmak-incelemek-sorgulamak değildir.
    Düşünün, bir anayasa kitapçığı elinize alsanız, rastgele bir kanunu okusanız, fakat bu anayasanın, bir milletin yönetimi ve idaresi için kurulmuş olan devlete ait, devlet yönetimi için olduğundan bihaber olsanız, elbette maddeleri sorgulamanız yüzeysel ve çoğu zamanda hatalı olacaktır...

    Örneğin;anayasa`nın 129. Maddesi :
    2. Görev ve Sorumlulukları Disiplin Kovuşturulmasında Güvence Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez. Uyarma ve kınama cezalarıyla ilgili olanlar hariç, disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz. Silahlı kuvvetler mensupları ile hakimler ve savcılar hakkındaki hükümler saklıdır. Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idari merciin iznine bağlıdır.

    Bu maddeyi sorgulayalım, fakat devlete inanmadan, devleti bilmeden, devleti düşünmeden :

    Eğer devletin ne olduğunu bilmiyorsak yukarıdaki tüm madde içi boş satırlardan ibarettir.
    Hatta adamın biri özgürlüğümüzü kısıtlıyor, bazı meslekleri kayırıyor, kafasına göre ceza-disiplin, -atıyor bile denilebilir…

    Oysa biliyor isek devletin anlamını, varlık nedenini, olması gerekliliğini, millet idaresini vs., yukarıdaki madde de anlamını bulmaya başlayacak, konu ile ilgili derinliğimize görede metnin üzerinde müspet yorumlar yapabilmemize sebep olacaktır…

    Sözün özü:

    ALLAH'a inanmadığınızda islam ile alakalı sorgulamaya çalışacağınız her dustur size çelişkili, muamma, mantıksız vs. gelebilir. Zira İSLAM ZATEN ALLAH A İMAN ETMEKTİR…

    Neden ALLAH imtihan ediyor?

    Neden ALLAH cehenneme atıyor?

    Neden ALLAH bizi yarattı?

    Neden namaz kılmak farz?

    Neden 4 kadına kadar nikahlamaya izin verilmiş?

    Neden ALLAH peygamber göndermiş?

    Tüm bu ve benzer soruları ALLAH'ı tanımadan yapacağınız sorgulama yarım ve kalitesiz olacaktır. Cevabın tatmin ediciliği izafidir, şüphesiz, fakat cevapların mantığı kendi sistematiğinde makulmudur? değilmidir? ona bakılarak, en azından insaf ölçüsünde, senin inancın sana, benimki bana diyerek tercih kullanırsın. Buda işin doğrusu güzel olanıdır. Sorgulamada kalite budur.

    Cevaplar:

    Neden ALLAH cehenneme atıyor?

    -Çünkü ALLAH mülkün yegane sahibidir. Mal sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

    Neden ALLAH bizi yarattı?

    -Çünkü ALLAH mülkün yegane sahibidir. Mal sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

    Neden namaz kılmak farz?

    -Çünkü ALLAH mülkün yegane sahibidir. Mal sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

    Neden 4 kadına kadar nikahlamaya izin verilmiş?

    -Çünkü ALLAH mülkün yegane sahibidir. Mal sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

    Neden ALLAH peygamber göndermiş?

    -Çünkü ALLAH mülkün yegane sahibidir. Mal sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

    Bütün sorulara aynı cevap yeterlidir dikkat ederseniz.
    Eğer ALLAH 'ın malikül mülk olduğuna iman etmişseniz, mal onun, mülk onun, herşey onun demişseniz, olanca benzer sorulara bu cevapla mukabelede bulunsanız dahi, kendi sistematiğinde makuldur, mantıklıdır, rasyoneldir...

    Esasen yukarıdaki sorulara daha tafsilatlı cevaplarda verilmiştir yüzyıllardır…
    İslam alimlerinin sayısız eseri ALLAH'ın varlığının delilleri, islamın akidelerinin derinlikleri, dinin dusturlarının makuliyetleri ile ilgilidir…

    Nihayetinde inanç bir kabule dayanır. ALLAH yoktur diyen birine öyle ise tesadüfen-manası olmayan-gereksiz bir insan hayatının ne değeri varda yaşamaya çalışıyorsun derseniz, gen bencildir diyecek, bu kabule inandığını söyleyecektir.

    Tüm bu evrenin, herşeyin bir sahibi olduğunuda nerden çıkarıyorsun ? gibi bir soruya, işte yukarıdaki cevap ile değilde, evren ile ilgili elde edilen malumatla, bakış açınızı izah ederek cevap verirsiniz…

    Kısaca :

    Tüm nasılı niçini nedeni yaratan bir irade mi?
    Tüm nasılın niçinin nedenin kaynağı rastlantı mı?

    Sorularının cevabını sorgulamadan, cevapları olanları sorgulamayın!




  • Şüphe


    İnsan doğduğundan itibaren öğrenmeye başlar ve merak ettiği şeyler hakkında bilgi edinir. Bu merak ile kişi sürekli bilgi toplar ve bir müddet sonra herşeyi bildiğini düşünmeye başlar. Kendini bilgili ve kültürlü olarak görür.

    Lakin, bazı kişiler bilgi edindikçe ne kadar az bilgilerinin olduklarını düşünmeye başlar ve içlerindeki bilgi açlığı daha da artar. Cevaplar aramaya başlar ve şüphe içerisine düşerler. Sanırım ''Düşünmek şüphe ile başlar'' sözü durumu özetliyor. Bu septik (şüphe) durum insanın kavramları sorgulaması ile sonuçlanır. Bu seviyeye gelebilmiş olan insanların bazıları aradıkları gerçekliği bilimde bularak materyalist bir bakış açısı edinir ve hayatlarını buna göre sürdürürler. Bazısı ise maddeden bile şüphe duyar öyleki duyuları ile algıladığı dünyanın bile sahte olabileceği düşüncesine kapılırlar. Ve şüphe edilen son şey şüphenin kendisi olur. Şüphenin kendisinden şüphe etmek. Sanırım Descartes'in şüphesi buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Kendisi şüphesinden bile şüphe etmiş ve sonunda ''Düşünüyorum öyleyse varım'' demiştir. Antik Yunan felsefesinin Pre-Sokratik dönemine bakacak olursak sofistlerin hiççilik ve şüpheciliğine kısaca değinmemiz gerekir. Bu filozoflar şüphe etmeyi hakikate varmak için bir ''araç'' olarak değil bir ''amaç'' haline getirdiklerini görüyoruz.

    Antik Yunan felsefesinin Attik döneminin filozofları ise bu yanlışı düzeltmiştir. Hakikatin akıl ile sorgulama suretiyle bulunabileceğini söylemişler ve şüpheyi bir ''amaç'' değil ''araç'' olarak kullanmışlardır. Sokrates'in ''Doğa incelemelerinden yorulduğum vakit, gün tutulduğunda, olup biteni sudaki aksinden izlemek yerine doğrudan doğruya güneşe bakanların başına gelenlerden kendimi korumam gerektiği sonucunu çıkardım. Nesnelere gözlerimle baksaydım onları duyularımdan biriyle kavramaya çalışsaydım, bana da bunun gibi bir şey olacağından, ruhumun bütün bütüne kör olabileceğinden korktum. O zaman theoriaya sığınmanın ve nesnelerin hakikatini anlamaya çalışırken bunlardan yararlanmanın gerekliliğine inandım.'' sözü durumu güzel bir şekilde açıklıyor.




  • İçi Oyulan ve Boşaltılan Dilimiz: Türkçe


    Son zamanlarda özellikle gençler arasında ortaya çıkan bir şikâyet veya yakınma dikkat çekici. Yazılan yazılarda, makalelerde veya kitaplarda ağır bir dil kullanıldığından ve bunun anlamayı azalttığından dem vuruluyor sürekli. Yayın evleri, gazeteler, dergiler ya da yazarlarda bundan cesaret almışlar ki neşrettikleri bütün mecmualarda ‘’modern’’ bir Türkçe kullanmakta ve kökleşmiş, manaları yerine oturmuş kelimelerin yerine, sonradan türetilmiş, telaffuzları ağızlara oturmamış manaları belirsiz bize ait olmayan kelimeleri kullanmayı tercih eder hale gelmişler.

    Okuma ve öğrenme alışkanlığı olmayan bir millet oluvermişiz ki sürekli ‘’kullanılan dil çok ağır’’ deyip duruyoruz. Bundan istifade eden düşmanlarda dili sürekli sadeleştirip yavaş ve sinsi bir şekilde yok etme, tahrip etme yoluna girmişler.

    Dil bir milletin temel taşlarından biridir.
    Dil bir milletin birlik olabilmesi için imzaladığı gizli bir antlaşmadır.
    Dil bir milletin geçmişinden geleceğine köprü kurup, onları birbirine bağlayan ana iptir.
    Onu kopardığınız ya da yıktığınız zaman, o milleti kendi benliğinden koparmış olursunuz.
    Bir milletin dilini ortadan kaldırmayı ya da değiştirmeyi becerebiliyorsanız, bu o milleti tamamen ortadan kaldırabiliyorsunuz anlamına gelir.

    Evet, biz her gün en ufak bir anlama gayreti göstermeden Türkçemize ‘’ağır’’ dedikçe işini bilen işgüzarlarda bizi parça parça yok etmeye devam edecektir.
    Bu yazıda bu işgüzarların yaptıklarından bir kesit ve gün geçtikçe daha da yitirdiğimiz Türkçemizin düştüğü ve giderekte battığı ‘’sadeleştirme’’ bataklığını göreceksiniz.


    Dil temeli bilinmeyen bir zamanda atılmış antlaşmalar sistemi ve o milletin doğumundan itibaren süregelen bir sosyal varlıktır. Türkçemizde kullanılan her kelime asırlardan beri bir cehd ile kıvamını bulmuş, milletimizin mizacına ve seviyesine uygun mana ve mefhumlar kazanmıştır. Kıvam öylesine yerindedir ki her kelime maksada uygun şekil almıştır. Öyle ki o kelimenin yerine başka bir kelime getirseniz asıl maksadın dışına çıkmış olursunuz.

    Bu itibarla dilimiz hem geçmişimiz, tarihimiz ve atalarımızla aramızda bir köprü ve sıkı bir iptir hem de kendimizi anlatabilmenin, anlayabilmenin ve başkaları ile anlaşabilmenin en iyi ve makul yoludur.

    Ne yazık ki dilimizin enginliğini ve derinliğini göremeyenler, anlayamayanlar tarafından ‘’sadeleştirme’’ adı altında, o pişmiş, kıvamını bulmuş, olgun sözcükler kaldırılıp yerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükler konuluyor. Ve maalesef bunun cesaretini ve yetkisini de, dilimizi anlama adına hiçbir gayret sarf etmeden ‘’dil çok ağır’’ diyen bizlerden alıyorlar.

    Günümüz insanının bugün, kendi ana dilindeki eserleri anlayamadığı üzücü bir gerçektir. Bunun sebebi de açıktır. Her geçen gün elimizden damla damla akıp giden Türkçenin giderek kaybolması, unutulması…

    Unuttuğumuz bu dil ile birlikte yeni nesil kendi özlerinden, gerçek kültürlerinden uzaklaşmakta ve soğumaktadır. Kendi benliklerini tanımayan, anlayamayan bir nesil sonuç olarak ya hepten kaybolmakta ya da başka kültürlerin arasında sıkışıp kalmaktadır. Kendi edebiyatındaki, kültüründeki derinliği ve enginliği idrak edemeyen, anlamak için çaba sarf etmeyen bu millet, içi oyulmuş ve boşaltılmış ‘’modern’’ Türkçeden de hiçbir feyz alamamakta ve kendini anlatamamanın veya anlayamamanın uçurumlarında durmaktadır…

    Buraya kadar hep dil dedik sadeleştirmeden söz ettik, kültür dedik yozlaşmadan söz ettik. şimdide isterseniz birazda bu ‘’sadeleştirme’’den ve yozlaşmadan en büyük payı alan edebiyatımızdan birkaç kesiti inceleyelim.

    Ne yazık ki bu ‘’sadeleştirme’’ furyasından en büyük yarayı alan Türk edebiyatı artık neredeyse tanınmaz hale gelmiş, kapaklarındaki yazar ve kitap isimleri dışında kendilerine ait bir şey kalmamıştır.

    Çoğu ülkedeki telif kanunlarına göre ölümlerinden 70 sene sonra yazarların telif hakkı sona eriyor ve eserler anonimleşiyor. Bunu fırsat bilen yayınevleri de bu anonimleşen eserleri diledikleri gibi değiştirme, sadeleştirme ve hatta eksiltip, ekleme haklarını kendilerinde görüyorlar.

    Mesela Ahmet Haşim’in ’Bize Göre’’ adlı eserinin orijinalinde geçen ‘sinema’ yazısı 3F yayınevinin neşrettiği yeni baskılarda yok. *
    Ya da aynı eserin orijinalinde geçen ‘’Mehmet Emin Beyefendi’nin mütalalaarı, ıbrahim Alaadin’in Resimli Gazete’de intişar eden vâkıfane bir makalesine mevzu teşkil etti.’’ cümlesi 3F Yayınevinin baskılarında: ‘’Mehmet Emin Beyefendi’nin yorumları, ıbrahim Alaadin’in Resimli Gazete’de yayımlanan kuşatıcı bir makalesine konu oluşturdu.’’* şeklinde değiştirilmiştir. Burada iki cümle arasındaki fark ve yazarın ilk cümleye kattığı edebi hazzın ikinci cümlede nasılda katledilmiş olduğunun muhakemesini sizin vicdanlarınıza bırakıyoruz.

    şüphesiz Ahmet Haşim’e yapılan kıyımlar bu kadar sınırlı değil. Ama biz şimdi buradan bir başka kıymetli yazarımıza, telif yasasının büyük madurlarından Ömer Seyfettin’e geçelim. Kendisinin eserlerinde geçen ‘’ mütereddit, muallim, delalet, tahsil …’’ gibi sözcüklerin yerine günümüz baskılarında ‘’ikircilik, öğretmen, aracılık, eğitim…’’ sözcükleri kullanılmakta.*
    Seyfettin’in Bomba hikayesindeki ‘’Zaten say’e karşı derin muhabbeti vardı.’’ cümlesi, ınkılap Yayınevinin baskılarında ‘’Zaten çalışmayı çok severdi.’’, Engin Yayınevinin baskılarında ‘’Zaten çalışmaya karşı derin bir sevgisi vardı.’’ şeklinde geçmektedir. *
    Bu tür değişikliklere ‘’sadeleştirme’’ ya da eksiltmelere Ömer Seyfettin’in neredeyse bütün eserlerinin her sayfasında rastlamak mümkün.

    Peyami Safa okuyan bilir. Günümüz Türkçesine en yakın ve dili gayet anlaşılır bir yazardır. Yıllarca kendisine hiç dokunulmadan orijinal haliyle bastırılmıştır Peyami Safa’nın eserleri. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanında geçen ‘’Hastalığına dair sualler soruyor, verdiğim kısa cevaplara kanaat etmiyordu.’’ cümlesindeki ‘’kanaat’’ sözcüğü 2004 yılında çıkan Alkım Yayınevinin yayınladığı baskılarda ‘’yetinmek’’ olarak değiştirilmiş.*

    Bu değişimden ve eklemelerden büyük bir pay alan Reşat Nuri Güntekin’i de unutmamak gerek. Kendisinin meşhur romanı Çalıkuşu’nun orijinalinde geçen ‘’Yahu küçük hanım, şu kızı kandırıp müslüman edelim… Sevaplı iştir…’’, ‘’Allah sana da ona da, Hak dininde can vermek nasip etsin’’, ‘’Yaz kızım yaz…Hem dinini seversen bendende selam yaz…’’, ‘’ Gelir gelmez dua edersen daha makbule geçer.’’ ılk iki cümle yeni baskılarda yok.* Diğer iki cümleye ise günümüzde sadece ınkılap Yayınevinin baskılarında rastlıyoruz. Tabi gene ‘’sadeleştirmeler’’ ile… ışte yeni baskılardaki o iki cümlenin yeni hali: ‘’ Yaz kızım yaz ve beni seversen bendende selam yaz’’ ve ‘’ Gelir gelmez Zeyni Baba’yı ziyaret edersen daha makbule geçer.’’ *

    şimdi buradaki değişimi ‘’sadeleştirme’’ veya yazıyı anlaşılır kılmak mazereti açıklar mı? ‘’Dini sevmenin’’ yerine ‘’bir şahsı sevmek’’ yada ‘’ kendisine dua edilen Allah’ın’’ yerine ‘’Zeyni baba‘’yı koymak hangi düşüncenin eseridir?... Bunun muhakemesini de size bırakıyoruz.

    Reşat Nuri’nin eserlerinin her yerinde bu kıyımlar hatta katliamlar mevcut.
    Mesela kendisinin Akşam Güneşi adlı eserinin orijinalinde geçen ‘’…dadısıyla beraber ıstanbul’a inecekti.’’ cümlesinden sonra yeni bir paragrafa geçiliyor.* Lakin yeni baskılarda bu cümlenin sonuna fazladan bir cümle konuluyor: ‘’Zavallı çocuk dağ başında kendi kendine yaşayamazdıki…’’ *

    Reşat Nuri’nin eserlerine yapılan kıyımlardan trajikomik bir örnek daha verelim;
    Leyla ile Mecnun ve Tanrı Misafiri adlı hikaye kitaplarındaki aynı hikayelerin günümüz baskılarına baktığımızda bile farklılık gösterdiğini görüyoruz.
    Mesela Gümrük Kaçakçılığı hikayesinde Muallim Naci’nin Kuzu şiirinden bir beyit geçiyor. Ancak iki kitapta da bu beyit farklı ve yanlış! Leyla ile Mecnunda ’Bilsem şu kuzu neden gam almış / Her nalesi kalbe dağzındır!’’ şeklinde, Tanrı Misafirinde ‘’Bilsem şu kuzu neden gaz almış / Her nâlesi kalbe dağzendir!’’ olarak geçiyor.*
    Oysa Muallim Naci’nin şiiri şu şekildedir: ‘’ Bilsem şu kuzu neden gam almış / Her nâlesi kalbe dağzendir.’’*
    Reşat Nuri’nin eserleri sadece değiştirilmekle, sadeleştirmekle ya da eklemeler yapmakla yetinilmemiş daha bir çok güzide eseri (sözde) ‘’genç nesil’’ için hacimce de sadeleştirilmekte…
    Herkesçe âşikardır ki, böylesine tahribatlara kıyımlara uğramış bir eser artık müellifini eseri olmaktan çıkar hatta eser dahi kendisi olmaktan çıkar.

    Buraya kadar saydıklarımız Türkçenin ve Türk edebiyatının düştüğü sadeleştirme bataklığının yalnızca çok küçük ve belirgin birkaç örneğinden ibaret. Dilde ve edebiyatta yapılan bu kıyımlar daha ayrıntılı bir inceleme yapıldığında insan ağzını uçuklatacak cinstendir. Ve bu kıyım hala kural tanımaksızın son sürat devam etmekte ve Türkçemiz ucu belirsiz bir sona doğru giden uçuruma itilmektedir.
    Sürekli sadeleştirme dilin içini oyduğu gibi yeni bir sadeleştirmeyi de beraberinde getirir. Sonuç olarak elde yetersiz, fakir, manayı karşılamaktan yoksun, ağızlara oturmayan belli sesler topluluğu kalır. Ve millet giderek bu dilden kopar, kaybolur.

    Buna karşı Türkçemizi kurtarma adına gayret göstermesi gerekenler yine bizleriz. Ona kıymet vermeli ve onu anlama adına elimizdeki bütün gayret ve cehdi ortaya koymamız gerekir. Bunun için her ne kadar geç kalmış olsak da kendimizi kurtarmamız için hala vakit var. Zira biz kollarımızı sıvamak tavizinde bulunmazsak karanlık ve yok oluş milletimiz için pekte uzak değildir. Belki biz değil ancak neslimiz Türkçeden yoksun olacaktır…

    Türkçeyi canlandırma, diriltme ve koruma adına yazar ve yayınevlerine de büyük sorumluluk ve görev düşmektedir.
    Artık eserleri cımbızlamaktan ve böylece hem dille hem de kültürle oynamaktan vazgeçmeleri gerekir.
    Eğer gaye genç nesillere edebiyatımızı idrak ettirmek ve anlaşılır kılmaksa bunun daha makul ve münasip yolları mevcuttur
    . Mesela günümüzce yabancı veya kullanılmayan kelimelerin anlamları sayfa sonuna, kitap arkasına ya da parantez içlerine yazılabilir. Bu şekilde hem olgunlaşmış ve kıymet kazanmış dilimizin muhafazasını sağlayabilir hem de kendimizi ve fikirlerimizi daha doğru biçimde, daha derin manası ile izah etmenin fırsatını kazanmış oluruz.


    Geçmişimiz ile olan bağımızı koruyabilme adına bu ve bu tür hassasiyetler, çalışmalar elzemdir.
    Öte yandan günümüzdeki yazar ve aydınların, herkezin anlaması ve idrak etmesi için kitaplarında, makalelerinde, yazılarında yada çalışmalarındaki dil ve üslubun, seviyesini düşürmeleri katiyen yanlış olur. Elbette muhatabın idrak seviyesini göz önünde bulundurmak ve buna uygun bir dil seçmek ilahi, âli üsluptur. Bu anne babanın bebekle, bebek dilinde konuşması gibidir. Çok defa onlar yediği şeye mama, gezdiği yere atta derler.

    Lakin herkes için anlaşılır olma bahanesi ile dili ve üslubu avama indirgemek bir talihsizlik olur. ‘’ınsanlara akılları nispetinde ve idrak seviyelerine göre konuşun ‘’ prensibinden ayrılmadan ve lisan âbidesi bozulmadan ortak ve orta bir yol bulunmalıdır. Bu yol ancak yazar ve okuyanın, konuşan ve dinleyenin ortak gayret ve çabasıyla mümkündür.
    Biri hakikatleri, dilin şekline dokunmadan ve avamlaştırmadan anlatabilme diğeri ise anlayabilme çabası göstermelidir ki böylece dilin canına kıymadan hem orta yolda buluşulabilsin hem de hakikatler kıymetine uygun anlatılıp anlaşılsın.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi El-Cezeri -- 6 Ocak 2011; 10:57:15 >




  • Hayatı Programlama

    Düzenli bir hayat sürdürebilmek,için hayatı programlamamız gerektiğini düşünüyorum.Hayat denilen bu büyük sınavdan iyi not alabilmek için,istediklerimizi yapabilmek için hayatımızı programlamalı ve hayattan ne beklediğimizi bilmeliyiz.Mutlu olabilmek için yaşadığımızı biliyoruz,fakat bu bizim için yeterli değildir.İnsan mutlu olmak için yaşadığını bilmenin dışında,mutlu olabilmek için neler yapması gerektiğinide bilmelidir.
    Düzenli olarak çalışmalı,spor yapmalı,oyun oynamalı ve başka aktivitelerde bulunmalıdır.
    İnsan soyut-somut herşeyi sevmelidir.Çünkü sevmek inanmaktır,çünkü sevmek yaşamaktır....
    Her insan kendisine ilk önce ''Hayat Felsefem Nedir''sorusunu sormalı,ve bu sorunun cevabını
    verdikten sonra bu felsefeyi uygulamaya çalışmalıdır.
    Kimileri okuyup bir öğretmen ya da bir mühendis olmayı seçmiştir,kimileri de okumayı bırakıp
    beceri ve deneyim gerektiren meslekleri seçmiştir.İşte bu mesleklerin seçimi yapılırken,
    insan kendine bir program oluşturmalı,çalışması gerektiğini hatırlamalı ve onu çalışmaktan alıkoyacak
    faktörlere karşı bir duruş sergilemelidir.Konunun özü şu ki ;
    İnsan haftanın bir gününde belirli bir saatte çalışmayı planlamışsa (ya da tv izlemeyi),
    o programa göre hareket etmelidir.İşte bu insan'a herzaman kazanç sağlayacak bir faktördür.
    Plansızlık dikkatsizliğe,motivasyon kazanamamaya yol açacaktır.
    Ayrıca burada değinilmesi gereken diğer bir konuda ''zaman kavramıdır''.Asıl planması gerekende
    zamandır.Tüm olaylar zaman içinde gerçekleşir.Belirli saatler arasında uyumalı ve belirli saatler
    arasında planlar yapılmalıdır.Konuya bilimsel olarak bakıcak olursak;
    Fizyologların önerilerine göre sabah saatleri çalışma saatleri için en uygun saatlerdir.
    Öğle vakti ise insan beynini dinlendirmelidir.Araştırmalar beyin dinlendirildikten sonra(uykudan
    sonra),güne yeni başlamış gibi bir durumun oluşacağını ortaya çıkarmıştır.
    Yazımı şu özlü sözlerle noktalamak istiyorum;
    Bir işte başarılı olmak için yapılacak ilk iş, hedef belirlemek; ikinci iş ise, belirlenen hedefe yönelik bir plan yapmaktır.
    Elden çıkınca kazanılmayan tek sermeye zamandır. Zaman iyi planlama ile genişler, içine o kadar şey sığar ki... İsraf edilince de olanca hızıyla akıp gider.
    --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi ßy Spécops. -- 29 Nisan 2009; 0:31:02 >




  • Değişim üzerine;

    Son dönemlerde giderek yükselen bir olguya dönüştü değişim. Herkesin dilindeki sihirli sözcük bu; Değişim. Sanki kullandığımızda hemen farklı bir insana dönüşeceğimizi sandığımız bir sözcük. En bilinçli olanımız bile duyduğunda içinde fırtınalar kopuyor. Gönüllü değişim müridi/misyoneri oluyor.

    Bu kadar hızlı yayılmasında, mevcuttan ya da geçmişten utanç/tiksinti duyulması en önemli etken olmalı. İletişimin yaygınlaşması ile büyük bir köy haline gelen dünyaya (özellikle gelişmiş dünyaya!) bakarak kendi dünyamızla çok farklı olduğunu görünce insanlar içinde yaşadığımız coğrafyanın her açıdan yetersizlik/eksikliklerini görüp bunun sorumluluğunu mevcut yapıya yükleyerek sihirli sözcük değişimin peşine takılıyor ve değişimle zengin ve çağdaş olunabileceğini sanıyor olmalılar. Oysa toplumların gelişim ve iyiye dönüşümü yüzyıllarca süren bir olgu iken sadece değişim ile dönüşülebileceğini sanıyorlar.

    Toplum gerçekten çok hızlı değişiyor. Ancak; bu değişim genellikle gelişim değil, aksine geriye dönüş yönünde oluyor. Yani değişiyoruz ama gelişmiyor, aksine geri gidiyoruz. Son 10 yılda kapkaç terörü, hırsızlık, fuhuş zirve yaptı. Kendilerine çağdaş(!) yaşama izni vermeyen ebeveynleri kesmeye başladı çocuklar. Konuşan ama boş konuşan insanlar cumhuriyeti oldu ülke. Boş konuşan siyasiler baş tacı yapılıyor. Arada bir akil insan sesi çıkmaya çalışırsa hemen sus dinazor denilerek bastırılıyor. İlkellik her alana yayılıyor.

    Siyasi anlamda da insanlarımız bu değişim masalı ile abondene edildiler. Kafaları karıştırıldı. Kıbrıs’ta mağdurlar(Türkler) yes be annem sloganı ile uğradıkları zararları unutup(önemsemez hale gelip) % 67 gibi bir çoğunlukla birleşmeye evet dediler.(değişim masalı ile dedirtildiler!) oysa mağdur edenler büyük bir çoğunlukla hayır dedi. Onları öldüren, soykırım uygulayanlarda hiçbir değişim yoktu. Değişim diyenler hiçbir şey kazanamadılar geçen süreçte. Ama değişime direnen karşı taraf pazarlıkta önemli kozlar elde etti. Aynı süreci futbol maçı ile başlayan Ermenistan ilişkilerinde de görüyoruz. Soykırım iddialarından zerre geri adım atmayan Ermenistan’a şimdi sınırlarımızı açmak üzereyiz. Öyleyse biz ne kazanıyoruz bu değişimden? Keza Kuzey Irak’ta aynı süreç işliyor. Beş yıl önce Kürdistan’ın kurulması kırmızı çizgimiz iken şimdi görüşmeler yaparak resmen ama farkına varmadan tanıyoruz. Bu ayağın kabulü daha güç olduğu için ek argümanlarda kullanılıyor. ABD’nin Iraktan çekilmesi, Işık Üniversitesinin açılması gibi. Milletvekillerimizin de katıldığı fethullahçı üniversitenin açılış töreninde Neçirvan Barzani, bağımsız bir devlet görevlisi olarak Türkiye Cumhuiryetinden taleplerimiz diye istekler açıklıyor ama insanlar dini bir görevi yerine getirmenin ruh hali içinde olan biteni anlamıyor.

    İyi de dünyada ne değişti ki biz değişelim? Emperyalist devletler sömürüden vaz mı geçtiler?
    AB Türk vatandaşlarına vizeye mi kaldırdı? Yunanistan gümrük duvarlarını mı yıktı? Almanya’da Türkçe yabancı dil olarak eğitim hakkına mı kavuştu? Kilise Müslümanlara hoşgörü ile mi bakıyor artık?

    Turuncu devrimin görüldüğü her ülkede bu sihirli sözcük en büyük yıkıcı bomba oldu. İnsanların direnme gücünü bu sözcük ile yıktılar. Eski Yugoslavya’da, Gürcistan’da, Ukrayna’da hep aynı silahı kullandılar: Değişim.

    Başka Türkiye yok. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayalım. Farklı beklenti içinde olanlar da avuçlarını yalayacaklardır. Toplumların gelişmesi sözcükle değil yüzyıllarca sürecek aydınlanma ile olur. Avrupa 500 yıldır demokrasi yolculuğunda. Elbet bizden ileri olacaklardır. Bizim 80 yılda geldiğimiz nokta yetersizdir ama hiçte kötü değildir. Bunu ait olduğumuz kültür coğrafyasına bakarsak net olarak görürüz. Türk vatandaşları(tüm etnik unsurlarımız) ülkeyi bölmek, sistemi değiştirmek için uğraşmak yerine elele vererek ülkeyi nasıl geliştiririz hesabının içinde olmalıdır. En iyi geleceğe sadece bu şekilde ulaşabiliriz.




  • Platon Üzerine Bazı Tespitler


    Platon, hocası olan Sokrates'in en yetenekli öğrencileri arasında yer almaktaydı. Sokrates ile tanışmadan önce aldığı edebiyat eğitimi hayatının ilerleyen yıllarında önemli eserler vermesini sağlamıştır. Lakin, felsefe eğitimine başlaması onun edebiyata olan ilgisini azaltmıştır ve bunu eğlenceli bir uğraşı olarak görmeye başlamıştır.

    Sokrates, yaşarken yazılı belgeler bırakmamıştır. Onun hakkındaki bilgileri öğrencilerinden almaktayız. Özellikle de Platon'dan. Fakat Platon'un ''Devlet'' isimli eserini incelediğimizde kendi devlet modelini Sokrates'in ağzından okuyuculara ulaştırmasını eleştirebiliriz.

    Hocası Sokrates'in ölüme mahkum edilmesi Platon'un düşüncelerinde derin izler bırakmıştır. Onun tasarladığı devlet modelinde bunun izlerini görebiliriz. Örneğin demokrasiyi reddedip aristokrasiye dayalı toplumsal sınıfların oluştuğu bir sistemi şeçmiş olması onun Sokrates'in kaybının üzerinde bıraktığı etki olarak yorumlayabiliriz.

    Platon'un devlet modelini incelediğimiz de eğitime önem verdiğini görüyoruz. Örneğin yeni nesillere anlatılacak mitolojik hikayelerde sansür uygulanması gerektiğini düşünerek onlara iyi örnek olabilecek şeyler çıkarmayı planlamıştır. Homeros'un eserlerini ise tamamen kaldırmayı düşnmüştür. Döneminde Atomcu akımın tesirinde ortaya çıkan ateizm onun devletinin temellerinden birini oluşturan tanrı inancına ters düştüğü ve yıkıcı etkisi olduğu için reddetmiştir.

    Platon'un öğrencisi Aristoteles, onun ''doğuştan gelen bilgi'' inancına karşıdır. Aristoteles aklı; edilgen ve etken olarak ikiye ayırmıştır. Onun düşüncesine göre edilgen akıl duyuları sayesinde malzeme toplar ve etken akılda bu malzemeyi bilgiye çevirir. Yani akıl bilgi taşıyıcısı değil bilgi üreticisidir.

    Aristoteles'in hocasına ikinci eleştirisi idealar konusundadır. Ona göre idealar, varlığın dışında değil içindedir. Yani idea nesnelerin formudur. İki nesne maddeleri bakımından karşılaştırıldığında maddeleri idealar değildir. Çünkü maddeleri aynı olabilir. Bir varlığı diğerinden ayıran sahip olduğu şekildir.

    Platon'un Pythagorasçılarla yakın ilişkiler içinde bulunduğunu biliyoruz. Onlardan etkilenerek ruhgöçü öğretisini benimsemiştir. Ona göre sanat ve şiir ahlaki ve dini amaçlara tabi kılınır. Platon'a göre insan için en iyi olan şey ''Tanrının oyuncağı'' olmaktır. Bu noktada Platon'un felsefeyi yavaş yavaş dogmatizme çevirdiğini görmekteyiz.

    Platon'un felsefenin gelişmesine katkıları tartışılmaz fakat düşüncelerinin dogmatik taraflarının olduğunu söyleyebiliriz.

    Düzenleme: İmlâ



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi *Bozkır* -- 29 Kasım 2008; 15:12:51 >




  • İnsanın Ruhsal Yapısı Üzerine Bir Deneme
    Yazan : etusch
    Geçtiğimiz aylarda bize iş yerinde iletişim kursu verdiler. Bu kurs sırasında iş arkadaşlarımdan biri, iş yaşamında duygusallığa yer olmadığını, işe duyguların karıştırılmaması gerektiğini söyledi. Ben de böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyledim. Bilirsiniz bir topluluk karşısında konuşmak o kadar kolay değildir. Elimden geldiğince düşüncelerimi söylemeye çalıştım fakat genel olarak diğerlerini karşı görüş üzere gördüm. Bunu ya susarak ya da iş yaşamında duygusallığa yer olmadığı fikrini savunarak gösterdiler. Hatta benim nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde sonunda benim iş kurallarını çiğnemekten yana biri olduğum bile söylendi. Bunu söyleyenlerden biri de o zaman amirimiz konumunda olan bir kişiydi ve kendisini ilk tanıdığım zamanlar çok fazla kitap satın aldığı için borçlarını ödemekte zorlandığını söylüyordu. Başkalarından da çok kitap okuduğunu duymuştum. Doğal olarak çok kültürlü biri olması gerekir diye düşündüm. Ama zaman farklı bir şey gösterdi.

    Bize okullarımızda ( öğretilmiş olan ve öğrenen varsa ne mutlu ona ) dilin ve onu doğru anlayıp konuşabilecek kadar iyi öğrenmenin önemi hiç anlatılmadı. Oysaki eğer dilini bilmiyorsan başka neyi bilebilirsinki ? Dil senin hem düşünürken hem okurken hem de konuşurken/tartışırken en kıymetli aletindir. Ona ne kadar hakimsen kendini o kadar iyi ifade edersin, okuğunu o kadar iyi anlarsın.
    Alimin biri “r” harflerini söyleyemiyormuş. Bir gün bir padişahın huzurunda bir konuşma yapması gerekmiş. Adam konuşmasını öyle bir ayarlamışki içerisinde hiç “r” harfi olmayan kelimeleri seçerek konuşmasını yapmış. Dilimizde çok zengin bir kelime hazinesi olmasına rağmen biz bunların pek azını biliyoruz ve bildiklerimizin de pek azının anlamını tam ve doğru biliyoruz. Her nereden gelmiş olursa olsun dilimiz kelime yönünden zengindir.

    Ayrıyeten kitap okurken çoğu insanın yaptığı bir hata vardır. Bal arısı gibi çiçekten çiçeğe uçarcasına kitap okumak. Bu şekilde kitap okumanın insana bir şey katması çok zordur. İnsan bu tür bir okuma yöntemi ile ancak kendisini kandırabilir. Bir kitabı sadece bir kere okumanın faydası oldukça azdır ve faydasının miyadı oldukça kısadır. Eğer o kitabı iki kez okursanız bu durum değişir. Eğer Birkaç kez okursanız o kitabı gerçekten okumuş olursunuz. Tabi bu birkaç kez okuyuş esnasında kitabı anlayarak okumak gerekir. İnsanın kendini kandırmak için çok fazla yolu var. Tatmin olmadığı yeri öylece bırakmak, kitabı sadece bir kere okumak vs vs.

    İnsanın bilmesi gereken en önemli şey bizzat kendisidir. En iyi tanıması gereken varlık kendisidir. Belki evrendeki en karmaşık yaratık olan insanın kendisini tanımasıda pek çok konuda bilgi sahibi olması ve bunlarla sağlam bir şekilde düşünmesi ile mümkün olur. Bu kompleks yapıyı oluşturan parçaların her biri kullanım şekillerine ve kullanım miktarlarına göre etkinliğe ve gelişmişliğe ulaşırlar. İnsanın harcında bunların hepsinden bir miktar zaten bulunur. Fakat bunları çevresi ve kendi ilgileri ile daha da artırarak hamurunun özelliğini belirler. Bütün bunların sonunda bir insan karakteri ortaya çıkar. Sürekli dışarıdan saldırılara maruz kalan birinin refleksleri genel olarak daha güvenli ortamlarda yaşamış birine göre daha kuvvetli olacaktır. Yine aynı kişinin nefret duyguları, sevginin hakim olduğu bir ortamda severek ve sevilerek yaşayan kişinin sevme duygularına göre çok daha güçlü olacaktır. O nefreti iyi bilirken sevgiyide hiç bilmiyor olmaz ve bu yüzden belki de onun özlemini duyar. Ona ulaşmak ister. Fakat bunu yani sevmeyi öğrenmesi zaman alacaktır. Çünkü bu kitaplardan öğrenilemez. O sevmeyi öğrenmek için sevgiyi yaşamak zorundadır ve yaşayabilmesi de sevebilmesine bağlı olduğundan yapacağı hatalar O'nu bu konuda yavaşlatacaktır.
    İnsan psikolojisinin en belirgin özelliğidir; insan kendinde olmayana özlem duyar ve onu elde etmek ister.

    İnsan bedeninin anne karnında bazı aşamalardan geçerek doğumda alacağı şekle ulaşması gibi ruhî yapısıda bazı aşamalardan geçerek bir noktaya ulaşır. Korkarak korkuyu, sevilerek sevmeyi, merhamet edilerek de merhametli olmayı öğrenir. Duyguların okulu bizzat hayattır. İnsanda doğumdan sonra ekstra organlar oluşmaz ama duygusal gelişim uzun süre devam eder. Ruhsal yapının gelişmesi ve yapılanması sırasında bedenden farklı olan durum ise eksilme noktasında ortaya çıkar. Bir gün herhangi bir kaza ya da hastalık nedeni ile insan kollarını, bacaklarını, kulaklarını kaybedebilir. Gözler, böbrekler vs bir çok organın birinden ya da bir kaçından mahrum kalması gerekebilir. Fakat ruhsal yapıda durum böyle değildir. Onda ki bir oluşumun tekrar yok olması diye bir şey söz konusu değildir. Örneğin bir insanın birini çok sevmesi durumunda onu kaybetmesi o sevginin yerini bir boşluğa bırakamaz. Fakat elbetteki bir kesinti evresi olması kaçınılmazdır. Bu evre derin acılar çekilen dönemdir. Bunun sonunda insanın psikolojik yapısı hemen onarıma geçer ve bir çok yöntem kullanarak bu boşluğu mümkün olan en kısa zamanda doldurur. Böyle bir kaybın ardından kişiler daha önce ilgi duydukları şeylere daha fazla ilgi duymaya ya da yeni şeylerle uğraşmaya başlarlar. Yaptıkları işin hayatlarındaki önemini artırırlar. Yani var olan sevdikleri şeylere olan sevgilerini artırarak ya da yeni şeyler severek bu boşluğu doldururlar. Ya da sevilenin ihaneti söz konusu ise ona sevgi büyüklüğünde bir nefretle bakılarak ruhsal yapının aynı kalması sağlanır. Bazen ihanetten söz edilemeyeceği durumlarda bile böyle tavırlar olur. Burada önemli olan gerçekler değildir. Ruhun kendi yapısını koruması ve onun için gerekli bahaneleri üretmesidir. Bunların herhangi bir isim altında reddedilmesi ya da insan yapısından çıkarılmas mümkün olmadığı gibi böyle bir şeyin insana bir faydası da olmayacak aksine zarar verecektir. Bu tarz yaklaşımlar gerçek olmasalar bile ruhsal reflekslerdir ve insanın ruhî yapısını korurlar. Fakat tabiki hiç birisinin makul düzeyin üzerine çıkmamasın sağlamak gerekir. Buda davranışlarda itidalli olmakla, akıllıca bir yol tutmakla olur.

    Psikoloji'de geriye doğru ket vurma, ileriye doğru ket vurma diye bildiğimiz şey insan hayatında bilgiyle alakalı çoğu konuda farklı şekillerde kendini gösterir. Bunlara doğru düşünmeyi ve öğrenmeyi engelleyen perdeler diyebiliriz.
    Örneğin bir insana inançlarının yanlış olduğuna dair açıklamalarda bulunduğunuzda bu perdeleri zorlamış olduğunuzdan tepki alırsınız. Aslında sizin söylediğiniz şeyleri normalde kendiside bulabilecekken inancı o düşünce tarzını perdelemektedir. Bu perdeleme olayının sonunda insan; inancının bir inanç olduğunu bile anlayamacak kadar körleşebilir.
    Burada da yine hem kavramları anlayacak bilgiden uzak olmak hem de inanç sistemine aykırı bilgilerin bunu gösterecek bir düşünme eyleminde kullanılmasının yine inanç tarafından perdelenmesi söz konusudur. İnanç sevgi nefret insanın doğasında olan, ondan ayrılmaz parçalardır. Fakat insanın bunu anlayabilmesi için önce kendini gerçekten tanıması gerekir. Bunların herbiri ölçülü olduklarında insanın hayatının devamı için çok önemli görevleri olan yapılardır. İnanç zayıflığı ve nefret etkin özellikler olduğunda kişi için kötü sonuçlar doğurur. Nefret yıkıma neden olurken, inanç zayıflığı ise herhangi birşeye bağlanmayı ve onu ilerletmeyi ve onla ilerlemeyi engeller. Yine inanç zayıflığı bazı yersiz inançların yıkılması açısından iyi iken, kötü şeylerden ( örneği sigara ) nefret etmekte kötü alışkanlıklar edinmeyi önlemekle iyi bir yapıya dönüşebilir.
    Bugün dünyadaki medeniyetlerin hepsinin temelinde bir ideale inanç ve sevgi yatmaktadır. Nefretin çözdüğü kayda değer bir problem olmadığı gibi inanç zayıflığı sayesinde bir yere gelebilmiş biride yoktur.
    İnsan adını ne koyarsa koysun bir şeye inanır ve onun peşinden gider. Bu insanın doğasında vardır. Onun ayrılmaz bir parçasıdır. Bunu insanın kalbinden çıkardığınızda insan hiç bir şey yapmak istemeyen ve bir şey yapmak için bir nedeni olmayan bir et, kan ve kemik yığını haline dönüşüverir. İnsanın düşünceleri bile onun inançlarına ve sevgilerine göre çalışır. Okuduğu kitapları ona göre okur. Arkadaşlarını ona göre seçer. İnsana bir şey başarma isteğini, gücünü, enerjesini ve yönelimini veren şey inançtır. Bu inanç; insanın bir şeye yönelmesini sağlayan, onu başarmak için çalışmasını sağlayan şeyin inanç değilde başka herhangi bir şey olduğuna inanmakta olabilir.

    İnançların kendi yapıların korumak için sahip olduğu silahlar hiçte lüzumsuz değildir. İnancın kendine zıt düşünceleri çabucak unutturması, bir yenisi yerini almadıkça eski inancın yok olmaması. Bunlar hem insan ruhunun hem de inancın silahlarıdır. Ancak yeni bir inanç, o da kendini koruma mekanizmalarına sahip olduğundan dolayı öncekinin kökünü kazıyabilir. Eğer inancın ve ruhun yapısı bu şekilde olmasa, yani ruh sürekli kendine bir dayanak ihtiyacı duymasa ya da inançlar kendilerini böyle iyi korumasa heralde hiç kimseyi iki kez üst üste aynı inanç üzere göremezdik.




  • Psikolojik Rahatsızlıklar

    İnsan hayatında kendisini rencide edicek (incitecek) olaylarla karşı-karşıya kalmaktadır.Bu olaylarla karşı-karşıya kalan insanın psikolojik durumu çok önemlidir.
    Çünkü psikolojik bozukluklar,yalnızca insanın ruhsal yönden etkilemiyor.Bedensel
    olarakta insanı etkileyen psikolojik rahatsızlıklar insanın bir işi yapma isteğini devre
    dışı bırakıyor.Yani,insan bir iş yapma motivasyonunu kazanamıyor.
    Psikolojik olarak rahatsızlık her yaşta görülüyor ancak insanın en delidolu,en sabırsız olduğu dönem ve psikolojik sorunların en çok olduğu dönem ergenlik dönemidir'. Problemlerle sürekli karşı-karşıya kalan insanların(bilhasa gençlerin), problemlere karşı nasıl akıl yürüteceklerini anlatmaya çalışacağım.

    *Problemi Analiz Etmek:

    Problemlerle karşı hazırlıklı ve sabırlı olmalıyız. Birçok problemlerle karşı-karşıya kalan bizler, problemlerimizi çözmeliyiz. Niceki aile, okul, arkadaşlarımızla olan problemlerimiz ve diğer sorunlarımız.
    Peki hep haklı oaln bizlermiyiz ?
    Önceden hep haklı olduğumu düşünürdüm. Ama haklı olduğumu düşünmeyi bırakıp,
    problemleri analiz etmeye başlayınca, haklı olanı görmeye başladım.
    Problemleri analiz etmeye çalışın. Haklıysanız, haklı olduğunuzu kanıtlama çalışmayın.
    Haksız olan kişinin de problemini analiz edip, haksız olduğunu görmesini sağlayın.

    *Problemi Çözmek:

    Haklı olduğunuz durumlarda, karşındakinizin hala bunu kabul etmemesi durumunda
    ister ruhsal yönden ister bedensel yönden kendinizi kötü hissetmeye başlarsınız. Bu durumda da, içindekilerinizi biriyle paylaşma isteğiniz uyanır. Problemi çözmekte
    her zaman yanınızda olan birinden psikolojik destkek almanız en mantıklı olanıdır.
    İnsan bu olaylarda, akıl yürütür ve sabrederse hep kazanan olacaktır.

    *Sonuç:

    Tüm bu yazdıklarımın aslında çok kişi için kağıtta kalacağını bilsem bile, belirli
    bir kesimin beni anlaması ve uygulaması en sağlıklı olanıdır. Unutmayalım ki;
    “İnsan doğası diye birşey yoktur. İnsan davranışları vardır ve bu tarih boyunca değişmiştir.”






  • DİLİMİZİN GELİŞMESİ ÜZERİNE
    Dilimizin gelişmesi, batılılaşma çabamızın, devrimlerimizin zorunlu bir sonucudur. Bir uygarlık değiştiriyoruz. Doğunun durgun, içine kapanık, bir azlığın çıkarına kurulmuş ortaçağ toplum düzeninden ayrılmaya çalışıyoruz. Yaşayışımızın bütün alanlarında bu gidişin kaçınılmaz etkileri olacaktır. Dilimiz de ister istemez bu akıma uyacak, giderek batı uygarlığının gereklerini karşılamaya yeterli bir dil olacaktır. Gelişmenin gerçek anlamı da bu değil midir?

    Arınması gerekli bir dilimiz var bizim. Bu daha çok aydın çevrelerin dilidir. Çoğunluğun pek anlamadığı, konuşmadığı bir dil. Buna yazı dili, bilim, sanat dili diyenler var. Gerçekte yapmacık, yaşama gücünü yitirmiş, Osmanlıca artığı bir dildir bu. Yalnız sözcükleri (kelimeleri) bakımından değil, dokusu, söz dizimi bakımından da konuşulan Türkçeyle pek ilgisi yoktur. Yüz elli yılı aşan bir süreden beri değişegelen Osmanlıcanın bugünkü durumudur.

    Osmanlıca, Osmanlı aydınlarının diliydi. Arapça, Farsça, okumuşlardı onlar. Bu dilleri kullanmakta bir sakınca görmezlerdi. Yaşayışı, düşünüşüyle, beğenileriyle, halktan uzaklaşmış kimselerdi. Çoğunluğun dışında mutlu bir azınlıktılar. Bunu bir erdem sayarlardı. Onların gözünde halk, kaba saba bir topluluktu. Dili de öyleydi. İncelikten, derinlikten uzak, anlatım gücünden yoksundu. Arapça, Farsça dururken elin kaba Türkçesiyle uğraşacak değillerdi ya! Üstelik böylece daha bir bilgili, derin sayılır, saygı da görürlerdi.

    Bilimin de, sanatın da, dilin de kaynağı halktır. Halkın tutmadığı, anlamadığı, benimsemediği hiçbir şey yaşamaz. Halka dirsek çevirmiş aydının, halkın konuşmadığı dilin ileri bir toplumda yeri yoktur. Biz yeni eriyoruz bu gerçeğe. Halka yönelişimizin nedeni budur. Arınma işte bu yönelişin gereğidir. Bunu birkaç kişinin özentisi gelgeç bir akım sayanlar, ya bu gerçeği anlamıyorlar, ya da anlamak işlerine gelmiyor. Her çağda çıkarını kurulu düzende gören kimseler olmuştur.

    Arınmanın en az güçlük gösteren yanı, Türkçe karşılığı olan yabancı sözcüklerin atılması, kullanılmamasıdır. Kendimizi biraz sıkıya koyduk mu kolayca başarabiliriz bunu. Eş anlamlı sözcüklerin dilimize bir güç kazandıracağına, böylece dilimizin zenginleşeceğine inanmıyorum. Kimi yerde gerçek, kimi yerde hakikat, kimi yerde de realite demenin dilimize olsun, diyeceklerimize olsun bir yararı dokunur mu?

    Türkçe karşılığı olmayan Arapça, Farsça sözcükleri ne yapacağız? Biz kullansak bile bizden sonrakiler kullanmıyacaklar onları. Frenkçelerini de alamayız. Bir çıkmazdan başka bir çıkmaza girmek olur bu. Gerçi okullarımızda batı dilleri okutuluyor, okutuluyor ya, gene de köklerine inilmiyor onları; Yunanca, Latince gösterilmiyor, bu dillerin ürünleri incelenmiyor, Batı ekinin (kültürünün) temellerine yabancıyız biz. Böyle olmasaydı bile alamazdık batı dillerini. Okumuş bir azlığın anlayabildiği bir dile gidemezdik. Tek çıkar yol, anlaşılır Türkçe köklerden sözcük türetmek, bir de, bölgesel sözcükleri, deyimleri gün ışığına çıkarmaktır.

    Gelişmenin arınmayı da içine alan daha geniş bir anlamı vardır. Salt bir sözcük işi değildir gelişme. Batı dillerindeki bütün sözcüklere Türkçe karşılık bulmak da değildir. Bir kavram birkaç sözcükle de anlatılabilir. İş, Türkçe yazmaktadır.

    Şu yazı dilinin yapmacık, tekdüze söyleyişini sürdürdükten sonra, istediğimizce Türkçe sözcük kullanalım, dilimiz gelişmiş olmayacaktır. Konuşulan Türkçeyi alacağız. Yalnız İstanbul Türkçesi değil benim dediğim İstanbul'un dışında da Türkçe konuşulur. Hem daha bir Türkçe konuşulur. Büyük, güçlü bir kaynak var önümüzde. Pek el değmedik, işlenmedik bir gömü. Sıcak, kıvrak, soluk alıp veren, yaşama gücünü tüm halkımızdan alan bir dil. İşte biz bu dili işleyeceğiz. Halkımızın konuştuğu gibi yazacağız. Buna karşı duranlar, bunu beğenmeyenler bir devrik tümce bellemişler, ona tutuluyorlar. Devrik tümce olmazmış, dilimizin kurallarına aykırı düşermiş bu. Doğru değil dedikleri. Biz çoğu devrik tümcelerle konuşuyoruz. Bunu kurallara aykırı bulanlar önce savundukları kuralların dilimize uyup uymadığını düşünsünler. Diller kurallardan çıkmaz, kurallar dilden çıkar. Oysa, konuşur gibi yazmak yalnızca bir devrik tümce işi de değildir. Öyle olsaydı bundan kolay mı olurdu?

    Diller, yazarların, düşünürlerin sanatçıların yazılarıyla gelişir. Daha çok sanatçıların, ozanların öykücülerin, romancıların. Dili en iyi onlar kullanır, gelişmesine en çok onlar emek verirler. Dil uzmanları, kurumlar, kurullar, dernekler dillerin gelişmesinde ancak yardımcı olabilirler. Bilimsel çalışmaların verilerini değerlendiren yazarlardır, sanatçılardır. Bir yazar, bir sanatçı diyeceklerini daha iyi bir anlatmak istedi mi yolunu kendisi bulur. Uzmanlara danışmaz. Yeni bir sözcük mü gerekiyor? Kendisi bulur onu. Nitekim bu gereği duyan da kendisidir. Ya beğenir uzmanların yaptıklarını, ya beğenmez. Beğenirse kullanır, beğenmezse kendisi arar bulur. Başka yolu yoktur bunun. Yeni sözcükler yaza kullana yerleşirler, yayılırlar. Yazarlar kullanmadıkça kimse çıkaramaz onları sözcüklerden, kimse yaşatmaz.

    Büyük bir yapıya, geleceğin ileri Türkçesine çalışılan bir çağda yaşıyoruz. Elbirliğiyle başarılacak bir iş bu. Dilini seven, diline saygı duyan aydın kişi, dilerse bir şeyler getirebilir bu yapıya. İşe yaramak isteyen için bu ne güzel iş, ne büyük mutluluktur.




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.