Arkadaşlar durum aşağıdaki gibiydi. Ekran kartını iade ettim, hediye çeki aldım. ASUS R9 270X T0P 2GB ALDIM. Sapphire ile arada kaldım, asusu elime alınca daha dayanıklı ve güzel bir ekran kartı hissi verdi. Forumda çizgi elektronik ile ilgili çok şikayet var biliyorum, asusun kartlarda antifact sorunu olabileceğini de çok okudum forumda, ama kart gerçekten kalite. Şu an denemeler yapıyorum. Vatandaki arkadaşta bir sorun olursa sapphire olanı ile değiştirirsin yardımcı olurum dedi. Aslında kartımı geri iade edersem alacağım kart sapphire r9 280 olacaktı ama doların çıkışı sebebiyle 576 lira olan kartın fiyatı 628 lira oldu. Bende mecbur bu kartı almak zorunda kaldım. Bütçemi çok zorladım, arada fazla bir fark yoktu ama, alabileceğimin en iyisini almaya çalıştım. Tekrar yardımcı olan arkadaşlara tşk ederim. Sonucu da sizinle paylaşmak istedim. Arkadaşlar sapphire hd 7850 2gb oc ekran kartımı 17.07.2014 tarihinde vatanbilgisayara verdim. Verirken cumartesi günlerinin iş gününden sayılıp sayılmadığını sorduğumda görevli kişi sayılmadığını söyledi. Aradan 20 gün geçti, bilgi almak için tekrar vatanbilgisayar'a gittiğimde bir başka görevliden kartım ile ilgili bilgileri aldıktan sonra, cumartesi gününün iş gününden sayılıp sayılmadığını sordum, sayılıyor dedi, zaten kanunen hakkınızdır diye söyledi, bende ekran kartımın ne zaman servisin eline geçtiğini sorduğumda 22.07.2014 tarihinde ekran kartınız servisin eline geçmiş dedi. Daha sonra 20 iş günümün dolduğu tarihi sordum arkadaşa 16.08.2014 tarihinde 20 iş gününüz doluyor. Bu tarihten sonra buraya gelip ekran kartınızı iade alınmasını talep edeceksiniz, bizde firmaya mail atacaz dedi. Şimdi bu durumlar karşısında, benim yapmam gereken nedir. Daha önce iade veya değişim yapmış arkadaşlardan yardım bekliyorum. Evim vatanbilgisayar'a uzak. Gittiğimde 20 iş gününüz dolmamış işlem yapamayız derlerse benim için çok kötü olur. Bu nedenle konu açtım. Yardımcı olacaklara şimdiden teşekkür ederim. |
http://77.92.138.244/m_91815166/f_//tm.htm#91840863 Yukarıdaki linkteki arkadaştan esinlendim. Baktım 7850 ve r7 265'in bütün özellikleri aynı. Bende dedim, r7'nin biosunu benim karta atabilirim. Neyse uzun uğraşlar sonucu atiwinflash programı ile win7 üzerinden cmd.exe açtım, force flash ile r7 biosu benim sapphire 7850 oc 2gb ekran kartıma yükledim. Buraya kadar sorun yok. Sonra bilgisayarı restart attım. Görüntü yok. Birde arkadaş özellikle belirtmişti, ram markaları aynı olsun diye. Benim ekran karttının ram markası elpida, r7 265'in haynix. Anakartımın 8x slotuna fx 5200 ekran kartı taktım, ondan açıp yaptığım biosu, default biosa çevireyim diye, olmadı. Sonuçta vatanın yolunu tutup garantiye verdim. Sorum şu, acaba garantide benim bios attığım, anlaşılır mı. Yani kart garanti dışı mı, sayılır. Bu durumla karşılaşanlar varsa yardımcı olurlarsa sevinirim. Şimdiden herkese tşk ederim. |
Toshıba p200d laptopum var. wista 64 bit kurdum fn tuşuna basınca yukarıda yardımcı bi program çıkıyordu. O prgramı bir türlü bulamadım. O program neyin nesi bilen varsa bilgilerini paylaşırsa sevinirim. Bir de laptopumu yeni aldım. iki hafta falan oldu. İyimi kötümü nasıl bir laptoptur. Fikirlerinizi yazarsanız seviinirim. Herkese iyi forumlar iyi bayramlar.Aldığım laptopu inceleyim dedim. Forumda kimse p200 serisi kullanmıyor heralde. yada ben göremedim. |
Arkadaşlar evde 5.1 ses sistemim var fakat evde aile rahatsızlığı sebebi ile müzik dinleyemiyorum. Evdeki sistemimi satıp arabama hoparlör almaya karar verdim. Hoparlörlere wooferlara yabancı biri değilim. Fakat bilmeden kazıklanmak istemiyorum. Samsun da istanbul fiyatlarına göre elektronik daha pahalı. Bir tane woofer sordum JBL-GT4. Daha önceden arkadaşımın arabasında dinlemiştim hoşuma gitti. Hangisi iyi hangisi kötü az çok bilgim var. Burda sonuçta herkes bi ses sistemi kullanıyor. Kullananlardan yardım almak çok daha mantıklı. Özellikle anfi konusunda hiç bir bilgim yok. Woofer olarak JBL-GT4 30 cm almak istiyorum. Fiyat olarak samsunda kabinsiz 140 lira dediler. Anfi olarak Kajiva marka bi anfi önerdi satıcı. Onun fiyatıda 175 liraymış. Woofer olarak ne alacağım belli fakat anfi olarak hem ucuz hemde wooferı yeterince besleyecek güzel dolgun baslar verecek bi anfi olsun istiyorum. Asıl önemli nokta, buraya konu açmamın sebebi tamamen f/p sistemi kurmak istememden kaynaklanıyor. Fiyatı ucuz olsun ama benide bas olarak doyursun. Toplam fiyatın 300 lirayı geçmemesini istiyorum ama 3 aşağı beş yukarı olabilir. Bu arada JBL'NİN yan sanayisi olan Kajiva wooferlarıda satıcı çok önerdi. Aynı fabrika çıkışıdır sadece ismi değişik dedi. Kajiva 30 cm wooferın fiyatıda kabinsiz 125 liraymış. Bu söylediğim konular hakkında yardımcı olursanız çok sevinirim. Tavsiyelerinizi esrigemeyin maaşı alınca yazdığm gibi bi sistem almayı düşünüyorum. Saygılar herkese iyi forumlar. http://www.hepsiburada.com/jbl-cs-1204-30cm-subwoofer-/productDetails.aspx?categoryid=26090&productid=otmurcs1204 |
Süper Cisimler ve ESİR Madesi Prof. Dr. Osman Çakmak BİLİM için sanılandan farklı bir şeydir boşluk. Kuantum kuramı, boşluğun boşluk olmadığını kabul eder meselâ. Bu kurama göre, boş sanılan uzay bir “etkinlikler bölgesi”dir aslında. Alanlar vardır, titreşir, dalgalanır. Boşluğun bu dalgalanmaları enerji demektir. “Mutlak Sıfır” enerjisinin var olabileceğini, Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilkesi öngörmüştü. Richart Feynman ve John Wheeler bir elektrik ampülünün içindeki boşluğu incelemiş ve böyle bir boşluk enerjisinin gezegenimizin tüm okyanuslarını kaynatıp buharlaştırabilecek bir güce sahip olduğunu göstermişlerdir. “Boşluğun kuantumlaşması” ile “genel görecelik” arasındaki ilişki de ünlü Fizikçi Paul Davies ve Stephen Fulling tarafından yapılan bir deneyle gösterildi. Boşluktaki bir ayna titreştirilip foton ışıması oluşturuldu. Tüm bu gelişmelere rağmen, “boşluk enerjisi”nin tam olarak ne olduğu fizik bilimi içinde anlaşılmış değildir henüz. Bu yüzden de sanayide kullanılabilecek türden bir enerji biçimi haline gelemedi. Bu konuda hâlâ bilinmeyen noktalar var. Örneğin, bizler durgun potansiyel suyu alıp yukarıdan aşağıya doğru akıtarak onu kinetik enerji şekline dönüştürebiliyoruz. Böylece elektrik elde edebiliyoruz. Ama altında bir enerji fazı ve düzlemi bulunmadığı için, boşluk enerjisini akıtamıyoruz, dolayısıyla bu enerjiden şimdilik elektrik üretilemiyor. Bu durum, koca bir okyanusun içinde yaşayıp da çevreyi oluşturan dev enerji ortamından faydalanamamaya benziyor. Boşluğun anlaşılmasında karşılaşılan problemi çözme adına atılan adımlardan biri, “süper sicim teorisi”dir. Sicimler öyle bir küçüklüğü ifade ediyor ki, atom bir gezegenin yanında ne kadar kalıyorsa, sicim de bir atomun yanında o kadar kalıyor. 10 üzeri 33 santimetre (Planck sabiti) [1] çapındaki süpersicimler bütün maddenin temelini oluşturuyor. Yıldızlar arasındaki sözde boşluk da dahil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı” diyor Green. “Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı. Evren diye bir şey olmazdı.” Süpersicim Teorisi Süpersicim teorisine göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar, fotonlar, gravitonlar, vs) Planck sabiti çapındaki boyutlara sahip sicimlerden oluşur. Uçları halka şeklinde açık veya kapalı olabilen bu sicimlerin farklı titreşim şekilleri söz konusudur. Teorinin en cazip yönü, dört temel kuvveti ve onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri cinsinden ifade edebilmesidir. Fizikle ilgili olanlar, bunun ne kadar büyük bir kolaylık olduğunu bilir. Teorinin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade edebilmek için tam 10 boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Zaman için bir ve uzay için dokuz boyutta hareket eden bu cisimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıkları ve bu parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun dışında kalan boyutların kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri düşünülmektedir. Süpersicimler seviyesinde inanılmaz bir kargaşa, bir yuvarlanma ve köpürme ve sürekli bir değişim var. Austin Texas Üniversitesi’nden John Wheeler şunları söylüyor: “Uzay, üzerinden uçan pilota dümdüz görünen ama içine düşen bahtsız kelebek için feci bir keşmekeş olan bir okyanusa benziyor. Daha yakından bakıldıkça daha fazla hareketlilik gösteriyor, yapının içine girildiğindeyse her yer sicimler ve deliklerden oluşuyor.”[2] Einstein’in genel görelilik kuramı da, bu köpüğümsü özelliğin bütün uzayda bulunmasını zorunlu kılıyor. Sicim teorisi ile daha bir anlam kazanmaya başlayan teori ise, “Herşeyin Teorisi.” Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak Herşeyin Teorisi (Theory of Everything), Einstein'dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayalini oluşturuyor aslında. Çünkü maddeyi, vakumu ve evrenin başlangıcını daha iyi anlayabilmek için fizik dünyası öteden beri böylesi kuşatıcı bir çatı teoriye ihtiyaç duyuyor. İşte Süpersicim Teorisi, dev fizik problemlerini izah yeteneğiyle bu konuda ümit veriyor. Günümüzde hareketleri belli bir uzay zaman çatısı altında yaklaşımlarla formüllendirilmeye çalışılan sicim teorisi sağlam bir zemine oturtulabilirse, “uzay zaman”ın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı, dolayısıyla “uzayın dokusu” “esir maddesi” nin yapı ve mahiyeti hakkında daha doyurucu bilgilere ulaşabileceğiz. Süpersicim teorisi sadece esir konusunda değil, kâinatın yaratılış sırlarını da izah etmeye aday. Mevcut fizik teorilerine göre, kâinat “yalancı vakum”dan “gerçek vakum“ durumuna bir kuantum sıçramasıyla yaratıldı. Astrofizikçiler yaptıkları hesaplamalarla kâinatın toplam enerjisinin yaklaşık sıfır olduğu iddiasında. Bu gayet makul bir iddia. Çünkü gerçekten de kütle ve hareket enerjilerinden meydana gelen pozitif enerjinin, çekim gücünün oluşturduğu negatif enerji ile hemen hemen aynı büyüklüğü göstermesi gerekir. Bu keşfin ilginç bir yanı da, muazzam genişlikteki kâinatın “yoktan var edildiğini” farklı bir yönden ispat etmesidir. Nursî ve Elmalılı’nın Esir Yorumu Batılı fizikçilerin dışında esir maddesi hakkında bizim kaynaklarımızda da ciddi bilgilere rastlamak mümkün. Örneğin, Said Nursî Hud Suresi yedinci ayetinde geçen “Arş su üzerindeyken…” ifadesini yorumlarken, bu ifadenin esir maddesine işaret ettiğini, esir maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını belirtir. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk'ın arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde yer almaktadır. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani'in ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur.[3] Gerçekten de esiri anlayabilmemiz için en güzel benzetme, akıcılığı ve her yere nüfuz kabiliyetidir. Bu kabiliyet, canlılığın oluşum ve idamesindeki hayati görevleri son derece anlaşılır kılmaktadır. Şu halde, ruh ve enerji bedenimizle bizim esir deryası içinde yüzdüğümüzü söyleyebiliriz. Hayat enerjimizi esir deryası içinden alıyoruz, ama denizdeki balıklar gibi o deryadan bir haberimiz yok. Esir maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiyi de, Yasin sûresi otuz altıncı ayetten elde ediyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir,” ifadesi, güneş, ay ve dünyayla beraber milyarlarca gökcisminin uzay boşluğunda belli bir yörüngede yüzüp gittiklerini anlatıyor. Buradaki “yüzme” kelimesini, yüzmenin bir boşlukta değil ancak bir madde içinde olabileceğini düşünürsek, ayette uzay boşluğunun bir denize benzetildiğini görebiliriz. Elmalılı Hamdi Yazır da yine “Arş su üzerindeyken…” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir” şeklinde ifade eder. Bu yorumda da esir ve esirin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama dikkati çekmektedir. Bu bilgilerden yola çıkarak şunu söylememiz mümkün: Bilim tarihi içinde esirle ilgili teorilerin değişiklik göstermesine karşın, yine de bu teorilerden bağımsız bir gerçekliği var esir maddesinin. O da esir maddesinin bir yayılma ortamı olmasıdır. Bunun doğru anlaşılması, pekçok şeyin de anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Örneğin, dua, hamd, tesbih gibi ibadetlerden hasıl olan neticelerin yayılma ortamı, kulu Allah ile buluşturan alan olabilir esir. En uzağın en yakın hale geldiği, bir şeyin herşeyle münasebet kazandığı bir esir ortamı, hem Yaratan’ın birliğine hem de her şeyle bizzat ilgilendiğine delil olabilir. Yine, tüm evren katlarının ondan yapılandığı ve ondan hayat ve enerji aldığı bir esir ortamı, kâinatın âdeta “ruhu” hükmündeki işleviyle de, kayyumiyet sırrının açıklayıcısı olabilir. Evren Katları ve Esir NNursî, fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını ifade eder. Ona göre, bu evren katlarının her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları oluşmuştur.[4] Esir de, işte bu âlemlerin ortam ve alanına tekabül etmektedir. Esirin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanması ise Nursî’de şu şekilde ifadesini bulur: “Esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esiriyye'den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz.”[5] Bediüzzaman’ın esir ile ilgili bu açıklamalarını şu ayetler de desteklemektedir: “Gök ve yer ve içindekiler O'nu tesbih eder,” “... Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O herşeyi bilir” (Bakara, 29), Yine, Peygamberimizin “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir” hadisi de, esirle ilgili izahlara katkı yapmaktadır. Peki, tüm bu bilgileri süpersicim teorisiyle birlikte ele aldığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkmaktadır? Başta da belirttiğimiz gibi, süpersicim teorisi varlıkta on boyut olduğunu kabul eder. Bu boyutlar bizim bildiğimiz dört boyut (en, boy, uzunluk ve zaman) ile bunların dışında var olan altı boyuttur. Kurânî kaynaklarla beraber Nursî’nin yorumları ışığında baktığımızda, acaba bizim yaşadığımız âlemi oluşturan dört boyutun dışındaki altı boyutun, yedi katlı semavâtın kalan altı katına işaret ettiği düşünülebilir mi? Çünkü aklen böyle bir sonuç, gayet makul görünüyor. Böyle baktığımızda, ilk dört boyut, şu an yaşadığımız fizik dünyayı veya birinci kat semayı; geriye kalan altı boyut ise altı kat semayı, bilim diliyle söylersek, paralel evrenleri oluşturmaktadır. Bu paralel evrenlerin dinî literatürdeki karşılığı ise, gayb ve ahiret âlemleridir. Son bir iki cümle Tüm bu bilgi ve düşüncelerden sonra, esir maddesi hakkında herhalde şunları söylemek doğru olur: Âlemde ilâhî lütûf, güzellik ve hayırlar sergileniyor. Mahlukat da bu sergiye dua, tesbih, hamd ve ibadetle karşılıkta bulunuyor. Aynı zamanda bu varlıklardan her biri ilâhî isimlerin güzelliklerini, kozmik sırları kendi üzerinde sergiliyor, âdeta haykırıyor. İşte bu varlıkların hamdlerini, senalarını arş-ı azam yönüne sevk etmek için bir ortama ihtiyaç var ki, bu da esir ortamı olsa gerektir. Nasıl ki hava âleminin maddi cephesi atmosfere tekabül ediyorsa, manevi cephesinin de (ışın, çekim ve elektromanyetik dalgaların yanı sıra ışık ötesi dalgaları nakleden) esire karşılık geldiğini öngörmekte hiçbir beis yok kanaatimizce. Ancak burada bir hataya da düşmeyelim: Bu harika faaliyetlere vesile olan gerek esir maddesi, gerekse hava zerresi son tahlilde bir sebepten öteye gidemezler. Bu icraatların asıl sahibi, kâinatı esir vasıtasıyla bir bütün haline getirip en uzağı en yakın eden, bununla evren çapında birliğini açıkça gösteren âlemlerin Rabbidir. Boyutların ve uzayların gerçek sahibi O’dur. Yoksa, esir maddesine her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve iktidar atfetmek, esir maddesinin zerreleri adedince yanlış bir çıkarım olacaktır. [1] Planck ölçeği, genel görelilik ve kuantum mekaniğinin aynı anda geçerli olması beklenen, ancak erişilemeyecek kadar küçük bir uzunluklar ve zaman aralıklarıdır. Kuantum köpüğü denen uzay-zamanın kendi başına eğrilen çizgileri Weyl tensörü denen bir nicelikle ifade edilir. Uzay-zamanın eğriliği iki şekilde ele alınır: Birincisi, uzay-zamanda maddenin varlığından, diğeri Alman matematikçi Herman Weyl tarafından ortaya konduğu gibi maddenin yokluğunda bile ortaya çıkabilir. Bu eğimi tanımlayan niceliğe Weyl tensörü denir. Örneğin kütleçekim dalgaları da boş uzayda kendi başına salınarak eğrilikler oluşturur. Bu eğriliği Weyl tensörü ile tanımlanır. [2] (http://www.pbs.org/wgbh/nova/elegant/everything.html adresinde sicimlerle ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir. [3] Bkz: İşarat-ül İ’caz [4] Bu yargıları, Nursî’nin şu ifadelerinden çıkarsayabiliriz: “Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe'leri olan semâvât, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var... Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer semâsı vardır." Kaynak:http://www.zaferdergisi.com/article/?makale=1904 |
Evet arkadaşlar sonuçlar açıklanmış. baktım ben motor trafik 90 ilkyardım 93. aslında ilkyardımdan 1 yanlışım var ama anlamadım bu işten bişey. |
Yapılabilir ve teorik olarak mümkündür. Hatta ünlü tenor Cruso'nun bunu başardığı rivayet edilir. Rezonansını tutturabilirseniz sadece bardak değil başka birçok şeyi kırabilirsiniz. Peki öyleyse, nedir bu rezonans? Salıncakta bir çocuğu salladığınızı düşünün. Salıncak size gelirken, tam en üst noktaya ulaşmadan salıncağı itmeye kalkışırsanız, onu yavaşlatırsınız. Ancak salıncak size doğru gelirken, itmeyi hep en üst noktada yaparsanız, her seferinde aynı kuvvetle itseniz bile, salıncak gittikçe hızlanacaktır. Salıncak kendi tabii frekansı ile, diyelim ki, dakikada 30 salınım yaparak sallanıyordu. Siz de dışardan bir kuvvet, fakat aynı frekansta bir kuvvet uyguladınız. Bu iki frekans çakıştı ve salıncak da bu nedenle gittikçe hızlandı. Salıncak örneğinde olduğu gibi, her cismin bir kendi tabii frekansı vardır. Cisimlere kendi tabii frekansları ile çakışan bir frekansta her hangi bir kuvvet uygularsanız rezonans denilen kontrolsüz bir ortam oluşabilir. Eğer önünüzde duran bir bardağa, onun tabii frekansına uyan bir frekansta bağırabilirseniz, daha doğrusu bir ses dalgası gönderebilirseniz, bardağın tabii frekansı ile sesin frekansı çakışarak, bardaktaki titreşimi kontrolsüz bir şekilde artırır, bardak rezonansa girer ve sonuçta çatlayabilir veya kırılabilir. İnsanlar günlük yaşamlarında pek fark etmemelerine rağmen rezonans olayı, otomobilden, köprü dizaynına kadar mühendislerin en çok zorlandıkları konulardan biridir. Hala bu nedenle, askerler bir köprüden geçerlerken, yürüyüş adımlarının frekansları köprünün tabii frekansı ile çakışıp, köprü yıkılmasın diye, köprülerden uygun adım yürüyüşle geçmezler. Otomobilde direksiyon mekanizması ile amortisörlerdeki titreşim aynı frekansa gelince, rezonans sonucunda direksiyon şiddetli sarsılmaya başlar. Mühendisler araba dizaynında parçaların biçimlerini, yaylanmalarını ve ağırlıklarını, devir sayıları ve benzeri faktörleri göze alıp rezonansı en aza indirmeye çalışırlar. Peki bu rezonansın hiç iyi bir yönü yok mu? Var elbette. Örneğin radyo istasyon dalgalarını ararken bu dalgaları yakalarsanız, kendi alıcınızın frekansı ile birbirini tuttuğu an rezonansa girer, genliği artar ve bu istasyonu işitmeye başlarsınız. BÜLENT ERSOY'UN Bİ DENEMESİNİ İSTERDİM DOĞRUSU!!! |
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren, insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır. Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun, ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir. 'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını, aerodinamik tesirleri hesaba katarak, düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların, koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini, yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek 'ahmak ıslatan' diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı. 'Koşunuz!' görüşüne göre ise, yağmurda koşmakla yürümek arasında, vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve başımıza düşen yağmur miktarı azalır. Yapılan bir deneyde, yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorken, bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla, 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek, koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir. Şüphesiz bu Önermeler yapılırken, rüzgarın yönü, üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok, koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın. ![]() |