Şimdi Ara

İnsanın doğası üzerine sorularım

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
8
Cevap
0
Favori
695
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • -ortalama insan iyiye mi meyillidir, kötüye mi meyillidir


    -İnsan doğası gereği mi iyiye veya kötüye meyillidir yoksa içinde bulunduğu ideolojik sistem mi insanı meyiller ?


    -Günümüz toplumumuzda hiçbir bilgi birikimi olmayıp aynı zamanda bu durumu umursamayan, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden insanın doğası neye meyillidir?


    -Aynı bilgi birikiminde insanların doğası kişiden kişiye değişir mi ?


    -Salt iyilik veya kötülük nedir, salt iyilik veya kötülük diye bir şey var mıdır? varsa eğer neye göre, kime göre vardır


    ...Gibi sorularımı yanıt arıyorum, aynı zamanda bu sorularımın yanıtlarını daha iyi kavrama mı sağlayabilecek kitap önerileriniz var mıdır ?




  • -ortalama bir insan hangi donanımlara sahip olur ve bunu belirleyecek olan ölçüt nedir?

    -iyi ve kötü değişken bir kavram olduğu için bunun temelleri nedir?

    -bu tip insan kendi içgüdülerini gerçekleştirmeye meyilli olabilir

    -insanların "doğa"sından neyi kastedildiği önemli olarak, sadece aynı birikime sahip olanların aynı doğası olamaz çünkü insanın bilgiyi yorumlaması geçmiş deneyimlerinden, yetiştiği çevre vs den etkilenir.

    -iyilik ve kötülük bir insanın amaçlarına ve kişiden kişiye göre değişir.


    alfred adler kitapları faydalı olabilir.

  • Hocam işin açıkçası, sorduğunuz sorular üzerinde çok tartışma olan sorular. Özellikle insan doğasının varlığı konusu bildiğim kadarıyla neredeyse tüm ciddi felsefe ekollerinin içinde tartışmalı bir konumdadır. Kaldı ki insan doğasının varlığını kabul etsek bile bu sefer bu doğanın ne olduğuna dair bir tartışma bekliyor bizleri. İyinin ve kötünün ne olduğu sorusu ise gerek bu tartışmalara bağlı gerekse bunlardan bağımsız yanıtlanmaya çalışılacak sorular. Açıkçası sana burada (örneğin) Frankfurt Okulu ya da Foucault okumalısın gibi tavsiyeler vermenin pek doğru olmadığı kanaatindeyim, çünkü böyle bir durumda kendi fikirlerime yakın bulduğum kitapları sana önererek manipüle etme ihtimalim doğar. Ayrıca sana kesin "şudur" gibi bir yargıda bulunmakta aynı sonucu yaratabilir. Bu yüzden sana tavsiyem siyaset felsefesi kitapları tarihi kitapları okuman, Siyaset Felsefesi Tarihi Platon'dan Zizek'e kitabı bu iş için iyi bir başlangıç olabilir. Bu kitapta bir çok farklı akademisyen felsefe tarihindeki bir çok önemli figür hakkında yazmıştır. Kim ne demiş bir fikir edinebilir ve bu fikir doğrultusunda yolunu belirleyebilirsin. Ayrıca bu kitap bir felsefe kitabıdır biyoloji ya da nöroloji bu duruma nasıl bakıyor diye merak ediyorsan ona göre kitaplar okuman gerektiğini de hatırlatmak isterim.




    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Aprın Çor Tigin -- 2 Ocak 2021; 18:53:17 >




  • quote:

    ortalama insan iyiye mi meyillidir, kötüye mi meyillidir


    Bu konuda bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper gibi düşünüyorum: İnsan iyiliğe eğilimli bir varlık ama o denli iyiliğe eğimli ki, bu iyilik bir ideal uğruna kötülük daha doğrusu zorbalık, haksızlık, çelme takma dolayısıyla kötülük kaynağı oluyor. Bu çifte standardın temel sebebi de insanın ben merkezci veya sürü merkezci doğası. Bu da bireysel bir bencilliğe veya bir grup bencilliğine açılıyor. Realizmin pesimist dünyasına. Liberaller bunun bir harmoni yaratılarak ıslah edilebileceğine ve çıkarlarımıza hizmeti maksimize eden bir forma sokulabileceğine inanır. Marksistler ise bir devrimle bencilliğin ayıklanacağına ve materyal dünyada rasyonalitenin bunu gerçekleştirmeye mutlaken yazgılı olduğuna inanır.

    quote:

    İnsan doğası gereği mi iyiye veya kötüye meyillidir yoksa içinde bulunduğu ideolojik sistem mi insanı meyiller ?


    Farklı toplumsal ideolojik sistemler farklı "yaplar ve yapmalar" ile "iyi ve kötü şeyler" getirir; tabii haliyle bu çerçevede neyin iyi neyin kötü olduğu inanılmaz büyük bir farklılık ve çeşitlilik gösterebilir.

    quote:

    Günümüz toplumumuzda hiçbir bilgi birikimi olmayıp aynı zamanda bu durumu umursamayan, kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden insanın doğası neye meyillidir?


    Maslow'un ihtiyaçlar piramidindeki en ilkel dürtülerin peşinden koşabileceği gibi en sofistike materyal zevklerin peşinde koşabilir; bu kişilik, zeka, ilgi gibi birçok faktöre göre değişecektir. Çıkarların tanımlanması da kapsamı da çok esnek.

    quote:

    Aynı bilgi birikiminde insanların doğası kişiden kişiye değişir mi ?


    Kesinlikle. Hiçbir insan tamamen aynı değil.

    quote:

    Salt iyilik veya kötülük nedir, salt iyilik veya kötülük diye bir şey var mıdır? varsa eğer neye göre, kime göre vardır


    Salt iyilik ve kötülük temel sezgiler sayesinde varsayılabilir işte öldürmek kötüdür, işkence kötüdür, hırsızlık kötüdür vb gibi ama bu ifadeler de esasında görecelidir ve bunların varsayılması birey bazında kişisel sıhhatın ve toplum bazında düzenin sağlanmasıyla ilişkili görülebilir. Kimse öldürülmek istemez ya da kimse düzensiz, korku dolu bir toplumda yaşamak istemez. Şahsen böylesi şeyler istemem ama cinayet işleyen bir katilin edimini kökten bir şekilde (felsefi açıdan) çürütemeyeceğimi de bilirim çünkü aynı sezgiden yola çıkarak birisi bana idam cezasını veya meşru müdaafayı yani katil olmamız gerektiğini savunabilir. Bu tehlikeli bir düşüncedir o yüzden gümüş ilkeyle (sana yapılmasını istemediğini başkasına yapma!) bireylerin yaşamı ve temel hakları güvenceye alınmalıdır bence.

    quote:

    .... gibi sorularımı yanıt arıyorum, aynı zamanda bu sorularımın yanıtlarını daha iyi kavrama mı sağlayabilecek kitap önerileriniz var mıdır ?


    Felsefeye Giriş, Nigel Warburton.
    < Bu mesaj bir yönetici tarafından değiştirilmiştir >
    < Bu ileti mobil sürüm kullanılarak atıldı >




  • İnsan üzerine konuşmaya çalışıyoruz, o halde önce “insan nedir?” diye soralım ve bu muazzam soru üzerinde düşünmeye başlayalım. Eldeki bilimsel verilere bakarsak, hayvanlar âlemi içinde primat ailesinin Hominoid sınıfının üyesi bir canlı olduğumuzu söyleyip çıkabiliriz. Ne yazık ki salt biyolojik mahiyetteki böyle bir bilgi insana dair derin bir kavrayışa imkân vermemektedir. Peki, bu soruyu yeryüzünde farklı zamanlarda farklı yerlerde boy göstermiş hemcinslerimize yöneltme imkânımız olsaydı acaba ne gibi cevaplar alırdık? Mesela 45.000 sene önce Avrupa’da yaşamış olduğunu bildiğimiz Cro-magnon isimli avcı toplayıcılara “insan nedir?” diye sorabilseydik, muhtemelen yumruklarını göğüslerine heyecanla vurarak kendilerini ya da kabilelerinden birilerini işaret ettiklerini görecektik. On ikinci yüzyıl Avrupa’sının ücra manastırlarından birisinde inzivaya çekilmiş Hıristiyan keşişin cevabı ise oldukça karamsar gelebilirdi: “İnsan, günahkârlığı yüzünden cennetten kovulmuş, Tanrının kendisini bağışlayıp yeniden cennetine almasını dileyerek ömrünü geçiren bir varlıktır.” 17.yüzyıl Avrupa’sında ise bilim ve sanatlardaki gelişmenin etkisi ile “her şeyin ölçüsü olan insan” anlayışının belirdiğini görecektik. 20. yüzyıl, insanların faşist, komünist, milliyetçi ve dinci ideolojilerin sıradan bir neferi olmayı benimsedikleri bir devir oldu, neticesinde büyük dünya savaşları, kültürel ve kitlesel alt üst oluşlar yaşandı. Bu günkü insan anlayışımız ise bütün bu fikirlerin birlikte işlendiği dev bir kolajı andırıyor. Mağara adamı gibi dünyayı kendi hâkimiyet ve oyun alanı olarak gören bireyci anlayış, tanrının büyüklüğü karşısında sinerek içine kapanan kaderci anlayış, komünist, faşist, milliyetçi ve dinci ideolojilerin ülkülerinin gerçekleşmesi yolunda kendisini nefer addeden partizan anlayış bu kolajın öne çıkan unsurlarını oluşturuyor. Geriye kalan az sayıda bilim, sanat ve felsefe insanı da hala o kadim sorunun cevabını aramaya devam ediyor: “İnsan nedir?”


    Doğuştan verili, bir takım özsel nitelikler atfetmek suretiyle insanı tarif etmeye kalkmak mümkün müdür? Psikoloji ve sosyoloji çevrelerinde, insanın doğuştan verili kategoriler üzerinden tanımlanamayacağı iddiası sıklıkla dile getirilmiştir. Gerçekten de insan, sürekli değişim gösteren, çevresine adapte olabildiği gibi gerektiğinde çevresini de değiştirip dönüştüren, o ölçüde de kendisi değişen, dönüşen, dünden bu güne, bu günden yarına farklı nitelikleri bünyesine katan bir varlıktır. Onu tarif etmekteki zorluk da buradan geliyor. İnsanın nasıl bir varlık olduğuna dair bu gün yapılan açıklama, yarın değişen koşullar ve atfedilen nitelikler söz konusu olduğunda geçersiz kalıyor. Bu durumda ne yapmalıyız? Belki onu tarif etme uğraşından tümüyle vazgeçmeli ve sahip olduğu nitelikleri evrensel değil konjonktürel kaliteler olarak almalıyız. Belki de geçmişten bu güne geçirdiği değişimleri, oynadığı tarihsel rolleri, canlı ve cansız dünya üzerinde yarattığı etkileri gelişiminin doğal ve zorunlu bir parçası olarak görmeli, onu geçmişten geleceğe doğru yolculuğunu sürdürmekte olan, değişime açık, yepyeni kaliteler barındırmaya müsait bir süreç olarak algılamalıyız.





  • Matruşka bebekler

    İnsani nitelikleri belirli kategoriler kapsamında ele aldığımızı, kategorileri de matruşka bebekler gibi iç içe geçen birimler halinde basitten karmaşığa doğru dizdiğimizi düşünelim. Primat takımından türüne özgü içgüdülere sahip bir canlı olarak, “beslenme, kendini koruma ve soyunu sürdürme” gibi temel içgüdüler en iç kısımdaki matruşkanın kapsamında yer alır. Bu hazne organizmayı yaşamsal faaliyetleri gerçekleştirmeye yönelten komutların üretildiği merkezdir: ”Gıda ve su temin et, avcılardan ve tehlikeli doğa olaylarından korun, yabancılara karşı alanını koru, çiftleş, yavrularını gözet…” Sinir sistemiminin en alt katmanı olarak kabul edilen “sürüngen beyninden” kaynaklanan içgüdüsel impulsların tek hedefi organizmanın hayatta kalmasını garanti altına almaktır. Ne var ki içgüdüsel zihin, içgüdüsel

    ihtiyaçların doyurulmasını buyurur da, bunu gerçekleştirmek adına neyin nasıl yapılması gerektiğine dair kapsamlı yönergelere sahip değildir. Hedeflere kalıplaşmış hareketlere başvurarak ulaşmaya çalışırken, problemlere getirdiği çözümler kısa vadeli ve kırılgandır. Bu seviyede insan zihni, genler marifeti ile kurulmuş robotik bir düzeneğin çıplak varlığını korumaya hizmet eden uyarı merkezi olma vasfındadır. Organizma içgüdüsel beklentilerden uzaklaştıkça acı, yaklaştıkça haz duygusu hissedecek biçimde yönlendirilerek optimum etkinlik seviyesinde kalması amaçlanmaktadır.

    Bir üstte yer alan matruşkanın içinde ise insanın türdeşleri ile ilişki kurma ihtiyacı ile ilgili yapı bulunur. Bu ihtiyaç kendisini grup içinde yardımlaşma, ittifaklar yapma, hemcinslerinin beklentilerini karşılama (empati ve sezgi), grup değerlerine bağlanma ve grubu tehdit eden yabancı güçlere karşı koyma şeklinde gösterir. Ünlü ihtiyaçlar hiyerarşisi piramidinde üçüncü sıraya yerleşen bu ihtiyaç, Abraham Maslow tarafından “bireyin bir yere ait olma, ilişki kurma ve kabul edilme ihtiyacı” olarak tanımlanmıştır.


    Onur, kabul görme ve başarı

    İnsanı primat ailesindeki akrabalarından ayırt eden asıl özellikler ilişki kurma ihtiyacını barındıran yapının üstündeki matruşkanın kapsamı içinde yer alır. İnsan sadece ilişki kurma ihtiyacı ile değil, kurduğu ilişkilerde başkaları tarafından kabul ve saygı görme, başarılı olma ihtiyacı içinde hareket eder. Platon, bu ihtiyacın kaynaklandığı ruhsal kompartımana thymos demişti. Platon’a göre akıl, arzu ile birlikte thymos, ruhun üç bileşenini oluşturur. Arzu, insana elde etmesi gerekeni gösterir ve akıl bunu nasıl elde edeceğini öğretir. İnsan hayatına yön verirken kendisine özgü bir değerler dünyasına yaslanır. İlk olarak insan kendisine bir değer biçer ve bu değer de özsaygıyı belirler. İnsanlar kendilerine layık olduklarına inandıkları değerden daha aşağı bir değer biçilmesine katlanamazlar. Bireylere biçilmesi gereken asgari değeri (saygıyı) belirleyen toplumsal normların özsaygının da asgari koşullarını belirlediğini söylemek yanlış olmaz. Platon’a göre bireyler

    bekledikleri saygıyı göremediklerinde thymos öfke duygusu ile tepki vermektedir. Hegel bu düşünceyi biraz daha ileri götürür ve efendi ile köle arasında cereyan eden “kabul görme mücadelesinin” tarihin akışına yön verdiğini ileri sürer. Hegel’e göre tarihin başında insanlar arasında salt onura dayalı bir ölüm kalım savaşı gerçekleşmiştir. Bu mücadelede ölümü göze alacak cesareti gösterenler göze alamayanlara boyun eğdirmiş, böylece kendileri efendi diğerleri de uşak sınıfının ilk örneklerini oluşturmuştur. Ne var ki bu vaziyet ne uşağı ne de efendiyi manevi açıdan tatmin etmektedir. Uşak konumundakiler timotik kabul görme ihtiyaçlarını karşılayamazlarken, efendi konumundakiler de değersiz addettikleri uşaklarından gelen kabul görme hissiyatı ile tatmin olamamaktadırlar. Hegel’e göre bu çelişki Fransız devrimi ile aristokrasinin yıkılması, birbirlerinin onuruna saygı duyan eşit haklara sahip vatandaşların ortaya çıkması ile çözümlenebilmiştir. Tarihin akışına yön veren yasayı kişiler arasında cereyan eden kendini kabul ettirme mücadelesinde arayan Hegelci düşünce pek çok sosyal bilimci tarafından eleştirilmiştir. Ancak Hegel düşüncesine en büyük eleştiriyi getiren düşünür Marx olmuştur. Marx ve Engels’in geliştirdiği “tarihsel materyalizm” anlayışının toplumsal ve tarihsel dinamikleri Hegel’in “efendi köle diyalektiğinden” çok daha iyi ortaya koyabildiğini belirtmek elzemdir. Öte yandan onur kavramının Hegelci manada kabul görme ihtiyacı ile bağlantılı bir kavram olduğu da bir gerçektir. Toplumsal yaşam sürmeye muhtaç varlıklar olarak, toplumun değerli olduğunu bildirdiği kalitelere sahip olma arzusu duymamız gayet olağandır. Bu kalitelere sahip olamadığımızı bilmek ise üzücüdür, hele ki eksikliklerimiz herkes tarafından fark edilecek şekilde afişe olunduğunda üzüntümüz kat be kat artacaktır. Bireylerin toplumsal değer atfedilen kalitelere sahip olduklarını muhtelif vesilelerle ispat etmeleri, yani yaşamları boyunca onur mücadelelerini sürdürmeleri bir gerekliliktir. Onur ile ilişkilendirilen kaliteler farklı kültürlerde farklı biçimlerde yorumlanmış, bir kültürde vazgeçilmez önemde görülen bir kalite başka bir kültürde yok sayılabilmiştir. Yine de pek çok kültürde, belirli hak ve hürriyetlere sahip olmaya yetecek fiziksel ve zihinsel zindeliğe, iyi bir eş olmak için gerekli cinsel ve ahlaki kalitelere, kişisel alanını koruyabilecek ölçüde fiziksel güce sahip olmanın değerli addedildiğini söylemek mümkündür. Bu tür kalitelere sahip olan bireyler hemcinsleri tarafından kabul görecekler, sahip olmayanlar ise hor görülerek dışlanacaklardır. Toplumdan dışlanmak bireylerin en büyük korkusudur, zira dışlanma düşüncesi toplumsal üretime katılamama, zenginlikten pay alamama, tehlikeler karşısında yalnız kalma, yakın ilişkiler kurmaktan mahrum olma risklerini çağrıştırır. Dışlanma duygusu mutlak mahiyette olabileceği gibi kimi zaman kısmidir, kimi zaman da dışlanma tehlikesini akla getirecek imalar üzerinden belirsizce hissedilir. Toplumsal alanda kabul görme ve onur mücadelesinin yanı sıra yürüttüğümüz başka bir mücadele de “başarılı olma” mücadelesidir. Öte yandan başarının, bazı toplumlarda iyi bir avcı, bazı toplumlarda saygın bir bilim adamı, kimi zaman da bir isyankâr yahut toplumsal devrimlerin örgütleyicisi olma haline karşılık geldiği düşünüldüğünde, kavramın ne denli bulanık, göreli anlamlar taşıdığı fark edilir. Ancak hemen bütün toplumlarda “başarılı olma olgusu” dikkat çekici ölçüde üretkenliğe, yararlılığa ve yenilikçiliğe karşılık gelir. Başarılı olma mücadelesinin daha iyi bir toplumsal statü elde etme arzusuna dayandığını, onur ve kabul görme mücadelesinin ise öncelikle topluma entegre olma amacını taşıdığını da burada not etmek gerekiyor. Başarı toplumsal zenginlikten daha fazla pay almayı mümkün kılar ve tehlike anlarında yardıma koşacak dostlar biriktirmek suretiyle emniyet duygusunu artırır. Ancak belki bundan da önemlisi, başarı duygusunun bizatihi kendisinin ödül mahiyetinde zihinsel bir uyarıcı haline gelmiş olmasıdır. Öyle ki başarılı bir projenin hayali dahi haz duygusu uyandırabilmektedir. Kişisel başarı olgusu tarihte belki hiçbir vakit şimdi olduğundan daha değerli olmamıştır. Kapitalizm öncesi dönemlerde kişiler, becerileri ne olursa olsun içinde bulundukları toplumsal sınıfın statüsü üzerinden değerlendiriliyorlardı, sınıflar arasında geçişkenlik ise söz konusu değildi. Eğer aristokrat bir aileden geliyorsanız ömrünüz boyunca aristokrat, köylüyseniz köylü olarak kalıyordunuz. Kapitalist ekonomi ise ortaya çıkan yeni toplumsal sınıflar arasında geçişkenliğe olanak tanıyor ve bu durum insanları başarı ile daha fazla ilgilenmeye sevk ediyor. Kapitalizm öncesinde çalışma edimi, kişisel ve ailevi ihtiyaçları karşılamaya yönelik üretken faaliyetlerde bulunma anlamını taşıyordu. Başarı ise, asker, soylu, bürokrat ve saray himayesindeki sanatçılar için geçerli olan, kralın dağıttığı soyluluk ünvanları ve imtiyazlara sahip olma derecesini yansıtan bir kavramdı. Kapitalist ekonomi, üretici etkinlik ile üreticinin kişisel ihtiyacı arasındaki bağı kopardı, üretici etkinliği üretimi maksimize edecek şekilde organize ederek rutine bindirdi. Çalışanlar artık kimin ne zaman ve ne miktarda tüketeceğini bilmedikleri mal ve hizmetleri durmaksızın üretmek durumunda kalıyorlardı. Kapitalist ekonomiyle birlikte en yaygın değişim aracı haline gelen para, gündelik ihtiyaçları karşılamakla kalmıyor, insanları gelecekte sahip olabilecekleri şeylere ilişkin hayaller kurmaya da teşvik ediyordu. Kapitalist ekonominin işleyişinde önemli rol oynayan, ekonomik öngörüleri çoğu kez boşa çıkartan şey de işte budur: Hayal kurma ve arzulama yetisi. Hayaller ve arzular, ihtiyaçlardan bağımsız olabilirler ve şirketleri temsil eden halkla ilişkiler sektörünün kışkırtması da onların genellikle öyle olmasını sağlamaya yöneliktir. Başarı kavramının ise kapitalist toplumda, “hayal edilen şeylere sahip olmayı başarmak” şeklinde yeni bir anlam ihtiva etmeye başladığını görürüz. Doğaldır ki, hayal edilen kapasiteler farklı olduğu ölçüde, başarılı addedilen pratikler de farklı olacaktır. Başarının herkes tarafından tanınabilecek göstergeleri vardır ve bu göstergeler toplumsal statü denilen olgunun da belirleyicisidir. Kapitalizm ile ortaya çıkan işçi, köylü, burjuva, küçük burjuva ve bürokrat sınıfına uygun belirli bir üretim, tüketim, yaşam tarzı ve değerler sistemi de ortaya çıkmıştır. Bu sınıflardan birinde bulunup diğerine geçmek isteyen bireyin teorik olarak; üretim, tüketim, yaşam tarzı vb. değerler düzlemini bütünüyle değiştirmesi gerekir. Çoğu insan için değerler düzleminde topyekün bir değişim pratikte mümkün olmadığı içindir ki, bir üst sınıfa tam manasıyla geçmek değil de, “geçmiş gibi” yapmak oldukça makbul görünür. Böylece başarılı olduklarını afişe etme ihtiyacındaki bireylerin, statü/itibar derecesini ifşa etmeye elverişli metaları edinmeye karşı gösterdikleri aşırı ilgi anlaşılır hale gelir. Sınırlı bütçelerle alınan arazi aracı ebadındaki otomobillerin trafiğin durma noktasına geldiği şehir içi ulaşımda art arda dizilmesinin, takılmasının ya da takılmamasının bir şey kazandırıp kaybettirmeyeceği altın, pırlanta yüzük ve envai çeşit mücevherata edilen itibarın izahı da böyle yapılabilmektedir.


    Öte yandan üretici etkinlik ile kişisel ihtiyaç arasındaki bağın kopartılarak, üretici etkinliğin hayal edilen şeylere sahip olma hevesi ile yönetilir hale getirilmesinin açıkça görülen olumsuz etkileri de bulunmaktadır. Bunların başında insanların gündelik hayatın keyfini gelecekte yaşanacak daha iyi günler adına ertelemesi geliyor. Üretici etkinliğin günün sonunda vereceği doyum ertelendikçe, mesai saatleri bir an önce savuşturulması gereken bir angaryaya dönüşüyor. Oysa çalışmanın beden ve zihin için gerçek bir ihtiyaç olduğu açıktır. Hatta daha da ileri giderek çalışmanın “insana özgü türsel bir nitelik” olduğu da söylenebilir. Bu tezi iki farklı argüman ile temellendirebiliriz. İlki kolay anlaşılır açık bir argümandır: Çalışmadan yaşamsal ihtiyaçları karşılamak mümkün değildir. Daha sofistike olan diğer argümana göre ise çalışmak; insanın bedensel ve ruhsal enerjisini belirli bir etkinlik alanına kanalize ederek disipline olması, bedensel ve zihinsel bütünlüğünü sağlaması bakımından önemli bir katkı sağlar. Sinir sistemlerimiz gerçekten de tekrarlayıcı etkinliklerden, rutinlerden hoşlanır, belirli bir düzen içerisinde uyarılmayı ve deşarj olmayı sever. Vücuttaki iç salgı bezleri de hormon salgılarken rutinlere sadık kalır. Örneğin Hipofiz bezi, vücudun gelişimini sağlayan büyüme hormonunu uyku esnasında, böbrek üstü bezleri vücuda direnç kazandıran kortizol hormonunu sabahın erken saatlerinde salgılamaktadır. Çalışma ediminin karşısına onunla eşdeğer ağırlıkta insani bir edim koyabilmenin imkânı yoktur. Yine de süreğen biçimde ihtiyaç fazlası veren üretken faaliyetlere yönelik haklı itirazlara kulak vermek gerekir. Gereğinden fazla çalışmaya zorlanan (veya kendilerini zorlayan) insanların bedensel ve

    psikolojik olarak yaşadıkları olumsuz etkiler bu itirazlara dayanak teşkil eden kanıtlar olarak gösterilebilir. Gerçekten de insanlar gönüllü olmadıkları alanlarda, güçlerinin sınırları zorlanarak uzun süre çalıştırıldıklarında ruhsal olarak tükeniyor, depresyona ya da psikosomatik hastalıklara yakalanıyorlar.28

    Sözünü ettiğimiz olumsuzluklara rağmen, başarı duygusunun hissedilebilecek en güzel duygulardan birisi olduğunu teslim etmek gerekir. Başarı merdiveninin en üst seviyesinde ise, Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin doruğunda yer alan, kişinin mevcut potansiyellerini doldurduğu, hayallerini gerçeğe döktüğü zaviye bulunur. “Kendini gerçekleştirmek” olarak bilinen bu zaviye; insanın hırs ve kıskançlıklardan arındığı, gerçekte ne ise o olmanın hazzını yaşadığı bir makamdır.

    İnsan ve Dünyası s.90





  • Şartlar bunu belirler. Her insan iki tarafa da meyillidir.

    İçten gelen kötülük veya iyilik, içten gelen agresiflik veya dinginlik gibi faktörler direkt olarak bu konuda göze battığı için bazı insanları iyi bazılarını da kötü olarak değerlendiriyoruz.

    Bu kısmen doğrudur. Ama esas tabloda her insanın iki tarafa da eşit derecede potansiyeli olduğunu unutmamak gerekir. Çevre faktörü ve şartlar insanın hangi tarafının baskın geleceğini belirler.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi İAmSterdam06 -- 20 Ocak 2021; 12:38:20 >
    < Bu ileti mini sürüm kullanılarak atıldı >
  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.