Sinsi sinsi yayılıyordu karanlık. Yavaş yavaş kuşatıyordu özgürlük, bağımsızlık, insanlık üzre kurulu aydınlıkları. Fırtına öncesi sessizlik gibi hafif hafif esen sağcılık rüzgarları giderek şiddetleniyor, kasırgalara dönüşüyordu. Artık karanlık iyice bastırdı. Her şey altüst edildi. Ne özgürlük kaldı, Ne bağımsızlık. Ne inanç kaldı, ne umut. Ne insanlık kaldı
Ne onur, namus Ne Lenin, Stalin heykelleri. Ne bayraklardaki orak çekiç kaldı geriye.
Geriye kalan yalnızca emperyalistlerin zafer çığlıkları, Yeni Dünya Düzeni'nin karanlığı; yılgınlık, korku ve teslimiyetti. Bir tek Kızıl atlılar kalmıştı.
Bir tek kızıl atlılar kalmıştı sağcılık rüzgarlarından etkilenmeyen, umudun bayrağını hep yükseklerde dalgalandıran.
Bir tek kızıl atlılar kalmıştı halk için, vatan için, onur, namus için başeğmeyen, emperyalistler karşısında elde kılıç, yürekte öfke şaha kalkan. Bir tek kızıl atlılar kalmıştı dünya halklarının acılarına sırtlarını dönmeyen, halklara inen tokatta düşmanın önüne dikilip hesap soran.
Oysa emperyalistler, tüm dünyayı karanlığıyla boğup teslim almak istiyordu halkları. Ama biliyordu ki, kızıl atlılar teslim alınmadan halk da teslim alınamazdı.
Bunun için ağır silahları ve keskin nişancılarıyla, bunun için işkenceleriyle, bunun için hapishaneleriyle, ideolojik ve fiziki saldırılarıyla yok etmek istediler onları. Yok edilmeden onlar, gün yüzü yoktu kendilerine. Saldırdılar. Düşman saldırdıkça, onların öfkeleri daha fazla bileniyordu. "Teslim olun" diyordu düşman. Kızıl atlıların cevabı Mahirlerden bu yana hiç değişmemişti. Cevap yine; "Biz gene devam ediyoruz dağıta püskürte zincirleri, süre kabarta toprağı, çöze aça sorunları, kavgaya gire çıka devam ediyoruz yaşamaya ve SAVAŞMAYA" oldu.
Savaşıyordu kızıl atlılar. Aylardır ülkemizdeki emperyalist kuruluşlara, NATO ve CIA ajanlarına, halk düşmanlarına ardı arkası kesilmeyen eylemler yapıyorlardı. Irak halkına atılan her bombanın hesabını soruyorlardı. Emperyalistler ülkemizde dolaşamaz hale geldiler. ABD ve diğer emperyalistler ajanlarını geri çekmek zorunda kaldı. Dünya halklarının katili Bush, ülkemizi ziyarete gelecekti. Efendilerinin ülkemizde rahatça dolaşamayacağını düşünen uşaklar ise korku içindeydiler. Efendilerinin güvenliği alınmalıydı.
Bunun için; İstanbul Dikilitaş, Balmumcu, Levent, Nişantaşı ve Ankara'daki evleri kuşattılar. Üslerde; Niyazi Aydın, Ömer Coşkunırmak, Yücel Şimşek, İbrahim İlçi, İbrahim Erdoğan, Nazmi Türkcan, Bilal Karakaya, Hasan Eliuygun, Zeynep Eda Berk, Cavit Özkaya, Fintöz Dikme ve Buluthan Kangalgil vardı. Kimi çok gençti, ama coşkulu ve kararlıydı, kimi de mücadeleye uzun yıllarını vermişti ve tecrübeli devrimcilerdi. Onlar bilgin ve cesurdular. Onlar Atılım yıllarının yılmaz neferleriydiler.... Onlar kuşatıldıkları bu üslerde sosyalizmi, bağımsızlığı savunmanın, teslim olmamanın, halka bağlılığın onurunu taşıyorlardı. Düşmanın "teslim olun" çağrılarına, sloganları, marşları ve kurşunlarıyla cevap veriyorlardı. "Tam Bağımsız Türkiye", "Yaşasın Sosyalizm" diye haykırıyor, kahramanca çatışıyorlardı. Yüreklerinin pimini çekip savurdular karanlığın ortasına
"Biz ki en sağır kulaklara Sevdalar fısıldardık Sabah serinliği taşırdı ezgilerimiz Kan uyku infazlar için kapılar çalındığında Burçlarımızda beyaz kefenleri kana bulayıp Kollarına saldık rüzgarın
Ölüm çaresiz kalıp çığlıklar attı arkamızda"
... Yaralıydı, tutsaktı vatan kendi gölüne sürgün ak bir kuğu gibi Çünkü gün işgal altındaydı
Ve biz 'pimi çekilmiş yürekle' dalmıştık ortasına karanlığın
Dilimizde kurtuluş türküleri Mataramızda ab-ı hayat Ve düşerken Özgürlük renginde bir gülüş vardı yanağımızda"
Dillerinde kurtuluş türküleri, mataralarında ab-ı hayat, gidiyorlar kızıl atlılar toprağı savurup güneşe "Yok ettik", "bitirdik" diye çığlıklar atıyordu düşman. Öldürmüşlerdi ama yenememişlerdi kızıl atlıları. Yenilmek çoğalmamaktı Yenilmek durmasıydı kavganın. Yenilmek inancın, onurun teslim olmasıydı. Oysa onların ardlarından yeni kızıl atlılar geliyordu. Ve kavganın çırağı, ustası olmak için "beni de alın" diyorlardı. Kavga yeni kızıl atlılarla sürüyor, çoğalıyordu.
Kahraman, Sadık ve Selçuk... Üç kızıl atlıydı Onlar Dolu dizgin koşmuşlardı kavgadan kavgaya Doludizgin sevmişlerdi halklarını, vatanlarını... Savaşçıydı aynı zamanda şairdi onlar... Öyle masa başında, yaşamın bağrından uzakta, ağaçların altında, denizin kıyısında değildi onların şiiri. Çölün ortasındaki bir tomurcukta, aç, körpe çocukların hüzünlü bakışlarında, evlatlarını yitiren anaların haykırışında, tutsakların voltasında, halklara zulmedenlere karşı duyulan öfkedeydi onların şiirleri. Yani onlar, kavganın şairleriyd.
Kavgada olmayanlar, halkın acısını, yaşadıklarını yüreklerinde hissetmeyenler, vatanını sevmeyenler ne kavganın şairi olabilirlerdi ne de okyanusta bir damla...
Kavgada olmak, kavganın çırağı olmak istiyordu Kahraman. Bu nedenle Kızıl atlarıyla güneşe gidenlere "Alın beni" diye sesleniyordu.
"Ey ateşin çocukları beni de alın atlarınıza, Çeliğine volkan vurmuş kılıçtır nefretim dur durak bilmez gayri bilesiniz. Ben de susadım nehirlerinize, alın beni de. Alın beni de kupkuru ayaz gecelerin canhıraş çığlıkları damla damla akıyor yüreğime Alın beni de Ben de yağız delikanlıların o en bilgin, o en cesur yüreklerin çırağı olmak isterim. Alın beni!.. Duyun beni!
Kızıl atlılar onu da almışlardı aralarına. Artık kavgada çıraktı, Kahraman. Kavgaya hasret elleri şimdi kızıl atının yelelerindeydi. Nerede yürekleri baskıyla, işkenceyle, açlıkla, yoksullukla yanmış, kavrulmuş insanlar var, nerede üzerine bombalar yağdırılmış halk var, koştu atını onların yanına. Nerede kalleşlik, zulüm, ihanet var, karşısında kahramanca durdurdu kızıl atını. Milyonların öfkesi, asi gücü silahıydı Kahraman'ın. İşte bu silahı daha sıkı kavradıkça, kavgada ustalaşıyordu.
Ustalık; halkı sevmek ister. Ustalık; halkın acılarını, sevinçlerini paylaşmak, hissetmek ister. Ustalık; halkın kurtuluşu için öne atılmak kahramanca çatışmak ister. Ustalık; vatanın bağımsızlığı için ölümü göze almak ister. Ustaydı Kahraman. Halkı için, vatanı için katlanamayacağı, göze alamayacağı hiçbir şey yoktu. Ona zorluklar karşısında dayanma gücü veren işte bu sevgiydi.
"Bir tomurcuktum kocaman bir gölde Ne bir damla su yüzü ne de rahat gördüm. Fırtına çıktı dayandım. Günlerce, aylarca yıllarca yalnız kaldım. İnatçıydım. dayandım. sonrası mı... Sonrasını biliyorsunuz. Güzeldim güzeli temsil ediyordum. Gerçektim koskoca çölde bir başıma duruyordum. İnatçıydım dayandım ve şimdi siz varsınız yanıbaşımda... " diyordu Kahraman.
Oysa kimileri; "Bu halk adam olmaz" "Şu parinin, bu partinin tabanı olmuş, bunlardan iş çıkmaz" ... Diye küçümseyerek mücadele kaçkınlığının teorisini yaparken, o inanıyor, güveniyordu halka. Ancak kendini halkın bağrında hisseden halka inanabilirdi. O da kendini, halkın dalında bir çiçek, bir meyve olarak görüyordu.
Susamıştı halkın yüreği, sevdaya, özgürlüğe, kurtuluşa. Hele ki, halklara "barış, demokrasi" adına bombalar yağdıran, gittiği her yere baskı, zulüm götüren, bağımsızlık adına hiçbir şey bırakmayan halkların baş düşmanı emperyalistler, ülkemize elini kolunu sallayarak geldikçe halkımızın yüreği daha bir kavruluyordu.
Emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşında dökülen kanlar daha kurumamıştı. Ve emperyalistler bağımsızlığımızı ilmek ilmek elimizden aldıkça bu kan hiç kurumayacaktı. Döktükleri bu kanların üzerine basarak, ülkemize geliyorlardı emperyalistler. Uşaklar ise kanların üzerine kırmızı halılar sererek karşılıyorlardı efendilerini.
Halkların yüreği kavruluyor, kavruluyordu. Su verilmeliydi bu yüreklere. Kan, kanla yıkanmalıydı. Otuz yıldır bu topraklarda bağımsızlık, kurtuluş için savaşan kimdi? Kimdi, anti-emperyalist geleneği büyüten? Kimdi emperyalistlerin korkulu rüyası? KIZIL ATLILARDI.... Kızıl atlılar ordusundan, dörtnala vurmuş bir atlı geliyordu. Yeleleri alev alevdi atın. Kahraman'dı gelen. Halkın kavrulan yüreğine su vermek için geliyordu... Emperyalistlere öfkesini haykırmak, "bu ülkede kızıl atlılar var oldukça vatanımızın bir santimlik toprağına dahi adımınızı atamazsınız" diyebilmek için koşuyordu.
Yağız delikanlıydı Kahraman. Cesur, bilgin, şair ve ustasıydı kavganın. Dörtnala vururken atını emperyalistlerin üzerine bağırıyordu Kahraman, kahramanca;
"Vur Vuralım ki O mel'un yılan tabandan sıyrılan darbelerin hiddetiyle Yıkılsın"
Yıkılsın diye o mel'un yılan, İzmir'de emperyalist bir hedefe koydu bombasını Kahraman. Ancak koyduğu bombanın yeri konusunda kafasında kuşkular vardı. Geri çekiliyordu. Ama bombanın yeri içine sinmemişti. Patlamasına saniyeler vardı. Ölümü göze alarak geri döndü. Bombayı iyi bir yere yerleştirmek isterken ellerinde patladı bomba.
"Neslim şimdi ben şerefimle ölmenin doruğundayım. Neslim; unutmadan geçmişi unutmayın sözlerimi. Ve bekliyorum, seyrederken gökyüzünün kanlı Şafağını, Bekliyorum sizi... "
"bekletmeyeceğiz seni" diye içinden geçiriyor, söz veriyordu;
"Eski bir töredir bizde Söz verildikten karar alındıktan gayrı sözünden dönen namerttir, hayındır Olursa böylesi Yüzüne tükürülemeye haktır"
Bu söz Kahraman'aydı; Kahraman'ın yolundan gitmek, kavganın çırağı ve ustası olmak, onu bekletmemek sözüydü Sadık'ın. Bu söz halkaydı; Kahraman gibi, halkın kurtuluşu için savaşacaklarının sözüydü. Bu söz emperyalistlere ve işbirlikçilereydi; Kahraman gibi bağımsızlık, özgürlük için karşılarında savaşacaklarının sözüydü. Sözüne sadık kalacaktı.
Çoluğu çocuğu, eşi vardı Selçuk'un. Onlara rağmen "bu düzende yaşamak istemiyorum, halkım için yaşamak istiyorum. Nice insanlar, savaşırken, şehit olurken ben böyle yaşayamam" diyordu. Kimileri, "işim, eşim, sevgilim, çocuğum" derken, "geçti bizden'' derken, o yaşına başına aldırış etmeksizin "kavgam, onurum, namusum, halkım" diyordu ve O da, Sadık gibi söz veriyordu. Kavgadan geri dönmek yoktu...
Halk için girdikleri bu kavgadan geri dönmek namertlikti, hayınlıktı halka. Bu nedenle hiç diz kırmadılar zulmün önünde, kardeş sofralarından başka. Diz çökerek yaşamaktansa, onurluca ölünmeliydi. Hele ki Karadenizli'dir Sadık. Hiç diz çökmek yakışır mı Ona? Laz damarına basıldı mı, görmeye durun onun inadını. İş halkın çıkarına, yararına gelince içindeki en hırçın sular durulur, ırmak olur akar yüreklere. "Senin için" diyordu şiirinde Sadık.
"Ama biz bugün yanlızca kardeş sofralarında diz kırıyorsak senin içindir Sabahın altısında boya sandığıyla yola koyulan çocuk Senin içindir Soğuk makineye terini akıtan işçi Senin içindir toprağını alınteriyle sulayan köylü. Senin içindir alacakaranlıkta kendine yabancılaştırılmış insanlık senin içindir özgürlüğe susamış halk.
Onların sevdası, yüreği, kavgası yalnızca kendi halkları için değil, emperyalizmin zulmü, baskısı altındaki tüm dünya halkları içindi. Yugoslovya halkları başta ABD'li emperyalistler olmak üzere Avrupalı emperyalistlerin bombaları altında can veriyordu. Emperyalistlere Kızıl atlılar var olduğu sürece halklara o kadar kolay saldıramayacağı, saldırdığında cevapsız bırakılmayacağı gösterilmeliydi. İkisi de Yugoslavya halkları için ABD Başkonsolosluğuna eylem yapacaklarını öğrendiğinde çok sevinmişti. Sadık'ın yüreği tıpkı Karadeniz dalgaları gibi asi, hırçın ve coştukça coşuyordu.
Dünyanın neresinde olursa olsun, halklara yapılan saldırıları, haksızlıkları yüreğinde hissetmek, onlar için eylem yapmak, ölmek gerçekten de onurlu, asil bir görevdi. Şimdi bu görev için hazırlanıyorlardı. Silahlar kuşanmalı, bıçaklar bilenmeliydi.
"Sürmenelim Sür iyi bileyle bıçağını Keskin olsun iki taraflı Çokça yap Çünkü üredi, türedi it dölleri İyi bileyle bıçağını Sürmenelim iyi bileyle Kursaklarında aşımız var Deşeceğiz Namert elleri var keseceğiz"
Hazırlardı. Artık eylem zamanıydı. Bekliyor Kahraman, gökyüzünün kanlı şafağından onları bekliyor kızıl atlılar bekliyor, toprağı savurup güneşe gitmek için. "Şimşek sonrası beklenen yağmurun bereketiyle Bekletmedi dostlarını Bekletmedi düşmanlarını Ateşten adalet dağıtmak için üzerlerine..."
Tepebaşı'nda, ABD Başkonsolosluğunun karşı caddesindeki bir inşaata girdiler. Ancak eylemi gerçekleştiremeden polisle çatışmaya girdiler. Kanlı şafak aydınlanıyor; "Pırıl pırıl bir güneş inadına bembeyaz bulutlar ve arı, duru insanlar ve ölüm tatlı bir düş gibi" Bekletmiyorlar artık Kahraman'ı. Toprağı savurup gidiyorlar ateşin çocukları. Gidiyorlar Kızıl atlılar.... Kızıl atlarıyla güneşe gidenler halk için, bağımsızlık için atlarınıza alın bizi de...
soyun dedi düşman inaçlarından dört kızıl ok fırladı yayından 17 ekim depremini yaratan o güçlü fırtınayı yaratan krallar imparatorlar beyler diktatörler yıkanız
hey hep bir ağızdan türkü söyleyen karaburun’da çarpışan bedrettin yiğitleriyiz
biz nerede doğum sancısı atlarımızı oraya sürdük kızgın ve kızıl kor atlarımızla hep dalgalı anaforlara daldık
çok yendik çok yenildik topların tankların -ki ustasıyız- uçlarında sallanan bizlerdik
düşüncelerimizi tarihimizin örs ve çekici arasında dövüp kavganın suyunda çelikleştirdik
ip de geçirsen boyunlarımıza ya da bir kurşun alınlarımıza asla soyunmayız inancımızdan
hey and dağları sierra’lar che’nin gül bahçeleriyiz
biliyorum bazıları beni banlayacak ama, banlanırsam bu uğurda olsun.
Ege denizi kararınca Dağlar uykuya dalar Yine ıssız ovalarda İsyan ateşi yanar Varlığımız feda olsun Bu uğurda savaşa Yemin ettik biz emekçiler Sosyalizmi kurmaya (Yemin ettik biz emekçiler sosyalizmi kurmaya) Kızıl yıldız parlayacak Emekçinin alnında Orak çekiç patlayacak Faşistlerin beyninde
Gözleri görmeyenler kör diyor bize, ama gösterdin sen nasıl göreceğimizi renklerini geleceğin.
Kulakları duymayanlar sağır diyor bize, ama gösterdin sen nasıl duyacağımızı her yerde insan yüreğinin uysal sesini.
Korkaklar korkak diyor bize, ama seninle birlikte çıkıyoruz karşısına karanlığın, yüzünü değiştiriyoruz seninle. Katiller katil diyor bize, umudu seninle yeşertiyoruz, son veriyoruz suçlara, orospuluğa, açlığa. Göz veriyoruz, ses kulak ve can veriyoruz insan yüreğine. İnsanlık düşmanı diyor bize ırkçılar, kinin mezarını kazıyoruz seninle sevgiler kentinde şimdi.
Neler demiyorlar ki bize.
Ama bütün bunları diyenler unutuyorlar öyle aptallar ki, yarın torunları, içleri pırıl pırıl, sevda türküleri yakacaklar adının yaldızlı harflerine.
Otto René CASTILLO
yeni mesaja git
Yeni mesajları sizin için sürekli kontrol ediyoruz, bir mesaj yazılırsa otomatik yükleyeceğiz.Bir Daha Gösterme