Şimdi Ara

Mustafa Kemal ATATÜRK

Bu Konudaki Kullanıcılar:
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
537
Cevap
12
Favori
67.614
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
2 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  •  Mustafa Kemal ATATÜRK
    < Bu mesaj bir yönetici tarafından değiştirilmiştir >
  • EN BÜYÜK TÜRK!


    ULU ATATÜRK


    Hayatı

    O, insanlık tarihinin nadir yetiştirdiği büyük adamlardan biridir. Çökmüş bir imparatoluğun yıkıntıları üzerinde yepyeni bir devlet kurdu; geleceğe güvenle bakan bir millet yarattır



    Atatürk, 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi, evkaf katipliği ile gümrük memurluklarında bulunduktan sonra, Selanik Asakir-i Milliye Taburu'nda birinci mülazım (üsteğmen) olarak görev almıştı. Daha sonra bu görevden de ayrılarak, keseste ticaretiyle uğraşmaya başladı.

    Atatürk'ün asıl adı Mustafa'dır. Babası Ali Rıza Efendi ileri görüşlü bir adamdı; oğlunu yeni usullere göre yetiştirmek istiyordu. Oysa annesi Zübeyde Hanım lüçük Mustafa'nın eski usullere uygun olarak mahalle mektebine başlaması dileğindeydi. Mustafa'nın eğitimi konusunda ana-baba arasındaki görüş ayrılığı, Ali Rıza Efendi'nin zaferiyle sona erdi.

    Selanik'te yeni açılmış bir özel okul vardı: Şemsi Efendi Mektebi. Bu okul, zamanının yeni usullerine uygun bir eğitim sistemi uyguluyordu. İşte küçük Mustafa bu okula verildi.



    ATATÜRK ANLATIYOR


    Atatürk, çocukluk anılarından söz ederken, okula girişini şöyle anlatır:

    "Çoçukluğuma dair ilk hatırladığı şey, mektebe gitmek meselesine aittir. Bundan dolayı anamla babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrükte memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Nihayet, babam işi mahirane suretle halletti. Evvela , merasim-i mütade ile mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım, Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim."

    Ancak, çok geçmeden babası öldü. Bunun üzerine, Atatürk, annesiyle birlikte, dayısının yanına yerleşmek zorunda kaldı. Okuldan da ayrılmıştı. Atatürk'ün dayısı bir köyde oturuyordu; Mustafa'yla kız kardeşine (Bayan Makbule Atadan) tarla bekçiliği yaptırmaya başladı. Mustafa'nın annesi, oğlunun okulsuz kaldığını görünce, onu Selanik'teki ninesiyle teyzesinin yanına gönderdi.

    Mustafa bu kez de Selanik'teki Mülkiye İdadisi'ne kaydedildi. Ancak burada geçen kötü bir olay, bu okuldan da ayrılmasına yol açtı. Başbuğ bu olayı şöyle anlatır:

    "Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün, sınıfımıza ders verirken, ben diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı."

    O sırada Mustafa'nın annesi de Selanik'e gelmişti. Mustafa Askeri Rüştiye'ye girmek istiyordu. İçinde askerliğe karşı dayanılmaz bir istek vardı. Annesi ise onun asker olmasını istemiyordu. Mustafa, buna rağmen, gizlice okulun sınavına girdi, kazandı; böylece Selanik Askeri Rüştiyesi'ne yazıldı.


    MUSTAFA, "KEMAL" ADINI ALIYOR

    Askeri okulda Mustafa kendini öğretmenlerine çok sevdirdi. Hele matematik derslerinde büyük başarı gösteriyordu.
    Bazı öğretmenler onu küçük bir arkadaşları gözüyle görüyorlardı.

    Atatürk'ün matematik öğretmeninin adı da Mustafa'ydı. Bir gün, öğrencisi küçük Mustafa'ya:"Oğlum, senin de adın Mustafa benim de... Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun." dedi. İşte, o zamandan sonra Atatürk'ün ilk adları Mustafa Kemal oldu.

    Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra, 1895'te Askeri İdadi'ye yazıldı; başarılarını burada da sürdürdü. Okulu iyi dereceyle bitirdi. 13 Mart 1899'da İstanbul'a gelerek, Mekteb-i Harbiye'ye (Harp Okulu'na) girdi

    Başbuğ Atatürk, birinci sınıftaki hayatından şöyle söz eder: "Birinci sınıfta saf gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak desler kesilince kitaplara sarıldım."

    Piyade sınıfında okuyan Mustafa Kemal'in kafasında yavaş yavaş siyasi düşünceler belirmeye başlıyordu. 2. Abdülhamit devrinin bu en sıkı günlerinde, Atatürk gizli gizli Namık Kemal'in eserlerini okuyordu. Okuldaki üç yıllık ğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra, kurmay yetiştirilmek üzere seçildi; 1902 yılında Erkan-ı Harbiye (Harp Akademisi) sınıfına girdi.


    VATANİ DUYGULARIN GELİŞMESİ

    Başbuğ Atatürk, Erkan-ı Harbiye sınıfında derslere iyi çalışıyordu. Ayrıca, gerek onda, gerek birtakım arkadaşlarında uyanık, yeni görüşler doğmaya başlamıştı. Yurdun yönetiminde, siyasetinde bozukluklar, kötülükler olduğunu görüyor, ve seziyorlardı. Atatürk Harp Okulu öğrencilerine bu görüşleri aşılamak istiyordu. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere el yazısıyla bir gazete çıkartmaya başladı.

    Ne var ki, bu durum okul idaresinin gözünden kaçmamıştı. Bir gün, Atatürk boş sınıflardan birinde gazetenin yazılarıyla uğraşıyordu ki, okul komutanı Rıza Paşa sınıfı basarak onları yakaladı. Ancak, gençlerin heyecanını anladığı için, onları cezalandırmayı gereksiz buldu.

    İşte, Atatürk, daha Harp Okulu'ndayken bile memleketin durumuyla böyle yakından ilgileniyor, bir yandan da askerlik bilgilerini arttırmaya çalışıyordu. En sonunda 11 Ocak 1905'te kurmaylık hakkını kazanarak, okuldan mezun oldu.

    Atatürk'le arkadaşları, İstanbul'da kaldıkları sürece birlikte çalışabilmek için bir apartman kiraladılar. burada toplanıyor, yurt sorunları üzerinde görüşüyorlardı. Çok geçmeden bu davranışları, hafiyeler aracılığıyla Abdülhamit'e ulaştırıldı. Atatürk Yıldız'da sorguya çekildiyse de bir suçu tespit edilemedi. Yalnız, uyanık görüşleri bakımından tehlikeli görülerek İstanbul'dan uzaklaştırılmasına karar verildi. Böylece, stajını yapmak üzere merkezi Şam'da bulunan Beşinci Ordu'ya gönderildi. Otuzuncu Süvari Alayı'na atanmıştı. Bulunduğu bölgenin sınırları dışına da çıkması yasaktı.

    Kıta hayatı Atatürk'e birçok olanaklar sağladı; yurdu görmek, halkı yakından tanımak, özgürlük fikirlerini aşılamak fırsatını buldu. 1906 ekiminde arkadaşlarıyla birlikte Şam'da "Vatan ve Hürriyet" adında bir dernek kurdu. Staj bahanesiyle gezip gördüğü yerlerde, fikirlerini ordu subaylarına da aşılıyordu. Bu arada, askerlik alanındaki büyük yeteneğini de göstermiş, Dürzi Ayaklanması'nın bastırılmasına katılmıştı. Vatan, özgürlük fikirlerinin Selanik'te daha kolaylıkla yayılabileceğini bildiği için, gizlice oraya giderek derneğin bir şubesini kurdu.

    Atatürk'ün Suriye'den kaçtığını haber alan İstanbul Hükümeti, yakalanması için Selanik'e haber göndermiş, Yafa'daki komutanına da onun nerede olduğunu sormuştu.
    Atatürk'ün kurduğu derneğin üyesi olan komutan onun bir sınır meselesi için görevli olarak gönderildiğini bildirdi. Bu sırada, arandığını öğrenen Atatürk de Yafa'ya gelmişti. Bir süre sonra Topçu Stajı'nı yapmak üzere Şam'a gitti; 10 Haziran 1907'de de kolağası (yüzbaşı) olarak ordu kurmay heyetine geçti.

    1907 Eylülünde Makedonya'daki Üçüncü Ordu'ya atanan Atatürk, Manastır'daki ordu karargahında görevlendirildi. Ancak, Selanik'te kurulan bir numune alayını teftiş ederken, bilgisiyle, yeni fikirleriyle dikkatleri çekti; Selanik'te alıondu. Kendisine ayrıca, Selanik-Üsküp Demiryolu müfettişliği de verildi.


    HAREKET ORDUSU

    23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ilan edildi. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, merkezi Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılmıştı. Atatürk, 1. Abdülhamit'in istibdadına son vermek için gizli gizli çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde etkin bir rol oynamaya başlamıştı. Özellikle demiryolu müfettişliği görevi, ona örgüt içinde daha geniş olanaklar sağlıyordu. Ne var ki, bir takım arkadaşlarıyla arasında görüş ayrılığı çıkınca, bir süre için siyasetten çekildi ve kendisini askerliğe adadı. Bu arada, bir Alman generalinin yazdığı "Takımın Muhabere Talimi" adındaki eserini de Türkçe'ye çevirerek bastırdı.

    O sıralarda İstanbul'da 31 Mart (13 Nisan 1909) olayı patlak verdi. Bu ayaklanmayı bastırabilmek için, Rumeli'de büyük bir ordu kurulması gerekiyordu. Mustafa Kemal ordunun kurulmasında etkin bir rol oynadığı gibi, orduya verilen "Hareket Ordusu" adı da onun buluşudur. Bir süre sonra, Hareket Ordusu'nda kurmay başkanı olarak İstanbul önlerine geldi. Ordu Komutanlığı'nca İstanbul halkına dağıtılan bildiriyi de o kaleme aldı.

    Atatürk, ayaklanmanın bastırılmasından sonra, gene Selanik'e döndü. Ne var ki, İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenleriyle arasında bir takım görüş ayrılıkları çıkmış bulunuyordu. Bu yüzden siyasi hayatına bir kez daha son verdi. Atatürk, o devreye ait anılarından söz ederken şöyle der:

    "Henüz kolağası rütbesinde olduğum halde ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bu itibarla, şifahi ve tahriri birçok tenkit yapmak mecburiyeti hasıl oluyor, bu tenkitler bilhassa eski komutanları rencide ediyordu. Bunun, benim ameli olmaktan ziyade nazeriyatçı olduğumdan ileri geldiğine zahip olarak, beni, mücazat kabilinden 38. Piyade Alayı'na komutan yaptılar."

    Ancak, Atatürk'ün Selanik'teki çalışmalarında büyük başarılar göstermesi üzerine, bu çalışmalardan kuşkulananlar Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın marifetiyle onu İstanbul'a aldırdılar. Atatürk 13 Eylül 1911'de İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı'nda görevine başladı. Daha önce, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı sıfatıyla Arnavutluk harekatında, Fransa'nın Picardie manevralarında Osmanlı Hükümeti'nin askeri ateşesi Fethi (Okyar) ile birlikte bulundu.
  • EN BÜYÜK TÜRK!


    ULU ATATÜRK


    Hayatı

    O, insanlık tarihinin nadir yetiştirdiği büyük adamlardan biridir. Çökmüş bir imparatoluğun yıkıntıları üzerinde yepyeni bir devlet kurdu; geleceğe güvenle bakan bir millet yarattır



    Atatürk, 1881 yılında Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Ali Rıza Efendi, evkaf katipliği ile gümrük memurluklarında bulunduktan sonra, Selanik Asakir-i Milliye Taburu'nda birinci mülazım (üsteğmen) olarak görev almıştı. Daha sonra bu görevden de ayrılarak, keseste ticaretiyle uğraşmaya başladı.

    Atatürk'ün asıl adı Mustafa'dır. Babası Ali Rıza Efendi ileri görüşlü bir adamdı; oğlunu yeni usullere göre yetiştirmek istiyordu. Oysa annesi Zübeyde Hanım lüçük Mustafa'nın eski usullere uygun olarak mahalle mektebine başlaması dileğindeydi. Mustafa'nın eğitimi konusunda ana-baba arasındaki görüş ayrılığı, Ali Rıza Efendi'nin zaferiyle sona erdi.

    Selanik'te yeni açılmış bir özel okul vardı: Şemsi Efendi Mektebi. Bu okul, zamanının yeni usullerine uygun bir eğitim sistemi uyguluyordu. İşte küçük Mustafa bu okula verildi.



    ATATÜRK ANLATIYOR


    Atatürk, çocukluk anılarından söz ederken, okula girişini şöyle anlatır:

    "Çoçukluğuma dair ilk hatırladığı şey, mektebe gitmek meselesine aittir. Bundan dolayı anamla babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Gümrükte memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi'nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Nihayet, babam işi mahirane suretle halletti. Evvela , merasim-i mütade ile mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım, Şemsi Efendi'nin mektebine kaydedildim."

    Ancak, çok geçmeden babası öldü. Bunun üzerine, Atatürk, annesiyle birlikte, dayısının yanına yerleşmek zorunda kaldı. Okuldan da ayrılmıştı. Atatürk'ün dayısı bir köyde oturuyordu; Mustafa'yla kız kardeşine (Bayan Makbule Atadan) tarla bekçiliği yaptırmaya başladı. Mustafa'nın annesi, oğlunun okulsuz kaldığını görünce, onu Selanik'teki ninesiyle teyzesinin yanına gönderdi.

    Mustafa bu kez de Selanik'teki Mülkiye İdadisi'ne kaydedildi. Ancak burada geçen kötü bir olay, bu okuldan da ayrılmasına yol açtı. Başbuğ bu olayı şöyle anlatır:

    "Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün, sınıfımıza ders verirken, ben diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı."

    O sırada Mustafa'nın annesi de Selanik'e gelmişti. Mustafa Askeri Rüştiye'ye girmek istiyordu. İçinde askerliğe karşı dayanılmaz bir istek vardı. Annesi ise onun asker olmasını istemiyordu. Mustafa, buna rağmen, gizlice okulun sınavına girdi, kazandı; böylece Selanik Askeri Rüştiyesi'ne yazıldı.


    MUSTAFA, "KEMAL" ADINI ALIYOR

    Askeri okulda Mustafa kendini öğretmenlerine çok sevdirdi. Hele matematik derslerinde büyük başarı gösteriyordu.
    Bazı öğretmenler onu küçük bir arkadaşları gözüyle görüyorlardı.

    Atatürk'ün matematik öğretmeninin adı da Mustafa'ydı. Bir gün, öğrencisi küçük Mustafa'ya:"Oğlum, senin de adın Mustafa benim de... Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun." dedi. İşte, o zamandan sonra Atatürk'ün ilk adları Mustafa Kemal oldu.

    Mustafa Kemal, Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra, 1895'te Askeri İdadi'ye yazıldı; başarılarını burada da sürdürdü. Okulu iyi dereceyle bitirdi. 13 Mart 1899'da İstanbul'a gelerek, Mekteb-i Harbiye'ye (Harp Okulu'na) girdi

    Başbuğ Atatürk, birinci sınıftaki hayatından şöyle söz eder: "Birinci sınıfta saf gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak desler kesilince kitaplara sarıldım."

    Piyade sınıfında okuyan Mustafa Kemal'in kafasında yavaş yavaş siyasi düşünceler belirmeye başlıyordu. 2. Abdülhamit devrinin bu en sıkı günlerinde, Atatürk gizli gizli Namık Kemal'in eserlerini okuyordu. Okuldaki üç yıllık ğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra, kurmay yetiştirilmek üzere seçildi; 1902 yılında Erkan-ı Harbiye (Harp Akademisi) sınıfına girdi.


    VATANİ DUYGULARIN GELİŞMESİ

    Başbuğ Atatürk, Erkan-ı Harbiye sınıfında derslere iyi çalışıyordu. Ayrıca, gerek onda, gerek birtakım arkadaşlarında uyanık, yeni görüşler doğmaya başlamıştı. Yurdun yönetiminde, siyasetinde bozukluklar, kötülükler olduğunu görüyor, ve seziyorlardı. Atatürk Harp Okulu öğrencilerine bu görüşleri aşılamak istiyordu. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere el yazısıyla bir gazete çıkartmaya başladı.

    Ne var ki, bu durum okul idaresinin gözünden kaçmamıştı. Bir gün, Atatürk boş sınıflardan birinde gazetenin yazılarıyla uğraşıyordu ki, okul komutanı Rıza Paşa sınıfı basarak onları yakaladı. Ancak, gençlerin heyecanını anladığı için, onları cezalandırmayı gereksiz buldu.

    İşte, Atatürk, daha Harp Okulu'ndayken bile memleketin durumuyla böyle yakından ilgileniyor, bir yandan da askerlik bilgilerini arttırmaya çalışıyordu. En sonunda 11 Ocak 1905'te kurmaylık hakkını kazanarak, okuldan mezun oldu.

    Atatürk'le arkadaşları, İstanbul'da kaldıkları sürece birlikte çalışabilmek için bir apartman kiraladılar. burada toplanıyor, yurt sorunları üzerinde görüşüyorlardı. Çok geçmeden bu davranışları, hafiyeler aracılığıyla Abdülhamit'e ulaştırıldı. Atatürk Yıldız'da sorguya çekildiyse de bir suçu tespit edilemedi. Yalnız, uyanık görüşleri bakımından tehlikeli görülerek İstanbul'dan uzaklaştırılmasına karar verildi. Böylece, stajını yapmak üzere merkezi Şam'da bulunan Beşinci Ordu'ya gönderildi. Otuzuncu Süvari Alayı'na atanmıştı. Bulunduğu bölgenin sınırları dışına da çıkması yasaktı.

    Kıta hayatı Atatürk'e birçok olanaklar sağladı; yurdu görmek, halkı yakından tanımak, özgürlük fikirlerini aşılamak fırsatını buldu. 1906 ekiminde arkadaşlarıyla birlikte Şam'da "Vatan ve Hürriyet" adında bir dernek kurdu. Staj bahanesiyle gezip gördüğü yerlerde, fikirlerini ordu subaylarına da aşılıyordu. Bu arada, askerlik alanındaki büyük yeteneğini de göstermiş, Dürzi Ayaklanması'nın bastırılmasına katılmıştı. Vatan, özgürlük fikirlerinin Selanik'te daha kolaylıkla yayılabileceğini bildiği için, gizlice oraya giderek derneğin bir şubesini kurdu.

    Atatürk'ün Suriye'den kaçtığını haber alan İstanbul Hükümeti, yakalanması için Selanik'e haber göndermiş, Yafa'daki komutanına da onun nerede olduğunu sormuştu.
    Atatürk'ün kurduğu derneğin üyesi olan komutan onun bir sınır meselesi için görevli olarak gönderildiğini bildirdi. Bu sırada, arandığını öğrenen Atatürk de Yafa'ya gelmişti. Bir süre sonra Topçu Stajı'nı yapmak üzere Şam'a gitti; 10 Haziran 1907'de de kolağası (yüzbaşı) olarak ordu kurmay heyetine geçti.

    1907 Eylülünde Makedonya'daki Üçüncü Ordu'ya atanan Atatürk, Manastır'daki ordu karargahında görevlendirildi. Ancak, Selanik'te kurulan bir numune alayını teftiş ederken, bilgisiyle, yeni fikirleriyle dikkatleri çekti; Selanik'te alıondu. Kendisine ayrıca, Selanik-Üsküp Demiryolu müfettişliği de verildi.


    HAREKET ORDUSU

    23 Temmuz 1908'de Meşrutiyet ilan edildi. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, merkezi Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katılmıştı. Atatürk, 1. Abdülhamit'in istibdadına son vermek için gizli gizli çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde etkin bir rol oynamaya başlamıştı. Özellikle demiryolu müfettişliği görevi, ona örgüt içinde daha geniş olanaklar sağlıyordu. Ne var ki, bir takım arkadaşlarıyla arasında görüş ayrılığı çıkınca, bir süre için siyasetten çekildi ve kendisini askerliğe adadı. Bu arada, bir Alman generalinin yazdığı "Takımın Muhabere Talimi" adındaki eserini de Türkçe'ye çevirerek bastırdı.

    O sıralarda İstanbul'da 31 Mart (13 Nisan 1909) olayı patlak verdi. Bu ayaklanmayı bastırabilmek için, Rumeli'de büyük bir ordu kurulması gerekiyordu. Mustafa Kemal ordunun kurulmasında etkin bir rol oynadığı gibi, orduya verilen "Hareket Ordusu" adı da onun buluşudur. Bir süre sonra, Hareket Ordusu'nda kurmay başkanı olarak İstanbul önlerine geldi. Ordu Komutanlığı'nca İstanbul halkına dağıtılan bildiriyi de o kaleme aldı.

    Atatürk, ayaklanmanın bastırılmasından sonra, gene Selanik'e döndü. Ne var ki, İttihat ve Terakki Partisi ileri gelenleriyle arasında bir takım görüş ayrılıkları çıkmış bulunuyordu. Bu yüzden siyasi hayatına bir kez daha son verdi. Atatürk, o devreye ait anılarından söz ederken şöyle der:

    "Henüz kolağası rütbesinde olduğum halde ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bu itibarla, şifahi ve tahriri birçok tenkit yapmak mecburiyeti hasıl oluyor, bu tenkitler bilhassa eski komutanları rencide ediyordu. Bunun, benim ameli olmaktan ziyade nazeriyatçı olduğumdan ileri geldiğine zahip olarak, beni, mücazat kabilinden 38. Piyade Alayı'na komutan yaptılar."

    Ancak, Atatürk'ün Selanik'teki çalışmalarında büyük başarılar göstermesi üzerine, bu çalışmalardan kuşkulananlar Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın marifetiyle onu İstanbul'a aldırdılar. Atatürk 13 Eylül 1911'de İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığı'nda görevine başladı. Daha önce, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı sıfatıyla Arnavutluk harekatında, Fransa'nın Picardie manevralarında Osmanlı Hükümeti'nin askeri ateşesi Fethi (Okyar) ile birlikte bulundu.



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi akın48 -- 15 Ağustos 2008; 12:22:45 >
  • SAVAŞLARI


    TRABLUSGARP VE BALKAN SAVAŞLARI

    27 Eylül 1911'de İtalyanlar'ın Trablusgarb'a saldırması üzerine, Atatürk Mısır yoluyla Tobruk'a giderek oradaki Türk kuvvetlerinin komutasını eline aldı. 27 Kasım 1911'de binbaşılığa terfi etti. 22 Ocak 1912'de de Berka'da düşmana karşı saldırıya geçerek, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ilk başarısını sağladı; Derne'deki kuvvetlerin başına geçip en güç koşullar içinde üstün süşman kuvvetlerine karşı koydu.

    Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, Atatürk, Avrupa yoluyla Romanya üzerinden İstanbul'a döndü. Gelibolu Yarımadası'nı korumak üzere Bolayır'da toplanmış olan kuvvetlerin harekat şubesi müdürlüğüne atandı. Bir süre sonra bu kolordunun kumay başkanı oldu. Ordu komutanı olmadığı için bu görevi de üstüne aldı.

    Balkan Savaşı'ndan sonra 27 Ekim 1913'te Sofya Askeri ataşeliğine atandı. 1 Mart 1914'te rütbesi yarbaylığa yükseltilerek, Bükreş, Belgrad, Çetine askeri ataşelikleri de ek görev olarak kendisine verildi.



    BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI

    Atatürk, 1. Dünya Savaşı'nın başlamasından 1915 yılı başına kadar Sofya'da Kaldı. Osmanlı Devleti'nin bu savaşa katılmakla acelet etmiş olduğu kanısındaydı. Savaşın gelişmelerini büyük bir dikkatle izliyor, savaşım Almamya ve bağlaşıkları için kötü sonuçlar doğuracağını yakınındakilere söylüyordu. Ancak, gene de Sofya'da ataşe olarak kalmayı doğru bulmuyordu. Bu düşünceyle kendisine etkin bir görev verilmesini ısrarla istedi. Tekirdağ'da kurulmasına karar verilen tümenin komutanlığına getirildi.

    Atatürk'ün 20 gün gibi kısacık bir süre içinde kurmayı başardığı tümen, 19. Fırka adıyla Çanakkale savaşlarına katıldı. O sıralarda bu bölgedeki ordunun komutanı Alman Generali Liman von Sanders'ti. Atatürk komutasındaki tümen Arıburnu ve Anafartalar'da çok üstün düşman kuvvetlerine karşı savaşarak büyük başarılar kazandı.

    Başbuğ Atatürk, 1915 yılının sonlarına doğru Edirne'deki 16. Kolordu Komutanlığı'na atandı. 1916 Şubat'ında Diyarbakır'a gitti. 1 Nisan 1916'da da generalliğe terfi etti. Buradaki başarılarından ötürü, kendisine kılıçlı altın İmtiyaz Madalyası verildi.

    1917'de Alman generallerinden Falkenhayn'ın başında bulunduğu Yıldırım Orduları grup komutanlığına bağlı olan 7. Ordu'nun komutanlığına getirildi. Bu ordu Halep'te toplanıyordu. Atatürk, grup komutanının düşüncelerini vatan aleyhinde gördüğünden, ordu komutanlığını bırakarak İstanbul'a döndü. Çok geçmeden İngilizler'in yaptığı bir saldırıyla Filistin ile Kudüs kaybedilince, Atatürk'ün bu konuda ne kadar haklı olduğu da ortaya çıktı. Atatürk, bundan sonra, Veliaht Vahidettin Efendi'nin 15 Aralık 1917 - 5 Ocak 1918 tarihleri arasında yaptığı Almanya yolculuğuna katıldı. Orada imparator 2. Wilhelm ve Mareşal Hindenburg 'la görüşerek onlara savaşın Almanya için kötü sonuçlar doğuracağını anlatmaya çalıştı.

    Atatürk, Almanya'dan dönüşünde hastalandı; tedavi için Viyana'ya, Karlsbad'a gitti. Bu arada 5. Mehmet ölmüş, yerine 6. Mehmet adıyla Vahidetttin çıkmıştı (5 Temmuz 1918). Vahidettin Atatürk'e 7. Ordu'nun başına geçmesini teklif etti. Atatürk 18 Eylül 1918'de Nablus'un güneyinde yerleşmiş bulunan ordunun başına geçti. Durumun umutsuzluğunu hemen gördü; yeni bir düşman saldırısının yakın olduğunu anladı. Gerçekten, 17/18 Eylül gecesi düşman saldırısı başladı. Düşman kuvvetleri çok üstün durumdaydı. Bu amansız saldırı karşısında öbür ordular birer birer tutsak düştüğü halde, Atatürk, komutasındaki orduyu düzgün bir halde geri çekmeyi başardı.

    Mareşal Liman Von Sanders 20 Eylül 1918'de Atatürk'ü Rayak'ta yeni bir savunma cephesi kurmakla görevlendirdi. Bozulan 4. ve 8. orduların askerlerini de onun emrine vermişti. Ancak, bu ordunun bile kurulmasına vakit kalmadan, hemen o gün düşman kuvvetleri de Şam'a girdi. 5 Ekim 1918'de Halep'e gelen Atatürk şehrin kuzeyinde asi Arap kuvvetleriyle savaştı. Bu savaşı kazanarak düşman ordusunun ilerlemesini önledi. 26 Ekim 1918'de de Antakya çevresini fiili sınırlarımız içine almayı başardı.

    30 Ekim 1918'de, Osmanlı Devleti Mondros mütarekesini imzaladı. Bu anlaşmayla Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mareşal Liman Von Sanders görevinden ayrıldı, yerine Atatürk atandı. Atatürk, mütareke koşullarına uyularak kayıtsız şartsız teslimiyeti kabul etmedi; emrindeki kuvvetlerle silahları elinde tutmak niyetinde olduğunu bildirdi. Bunun üzerine, Yıldırım Orduları Grubu lağvedildi.



    Atatürk, ilerideki bir savaşa hazırlıklı bulunmak amacıyla bir kısım silahla cephaneyi güvenilebilecek ellere bırakmayı da ihmal etmemişti. Böylece, Maraş, Urfa, Antep, savunmalarının temelini hazırlamış oldu. Atatürk, 13 Kasım 1918 günü düşman donanması İstanbul limanına girdiği sırada sessizce Haydarpaşa'ya geldi; karşıya geçerek Beşiktaş'ta, Akaretler'de annesinin oturmakta olduğu eve gitti. İlk işi, hükümet ileri gelenlerine hatalarını anlatarak, milli ülkülere bağlı, güçlü bir kabine kurmalarını teşvik etmek oldu. Bu girişimindenolumlu bir sonuç çıkmayacağını anlayınca, bu kez Vahidettin'e başvurdu. 22 Kasım günü, kendisiyle uzun uzun görüşerek vatanı kurtarmak için yapılması gereken işleri anlattı. Bu görüşme sonunda, padişahtan da birşey beklemenin boş olduğunu anladı.
  • bunları her insanın(sadece türkler değil) bilmesi gerekir bence. bilmeyenler için güzel konu ellerine sağlık.
  • MİLLİ MÜCADELE

    Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda memleket tam anlamıyla düşman nüfuzu altına girmeye başlamıştı. Gittikçe artan yabancı baskısının etkisi altında hükümet zayıflıyor, bir yandan da ordu terhis edliyordu. Yurdun kurtulacağından umutlarını kesenler, şimdi yalnız kendi canlarının kaygısına düşmüşlerdi.

    Atatürk, bir süre Pera Palas Oteli'nde kalarak oradaki yabancılarla görüştü; onlara yurt davalarını anlatmaya çalıştı. Sonra, Şişli'de bir eve yerleşti (şimdiki Atatürk Müzesi). Burada güvendiği arkadaşlarını topluyor, onlara görüşlerini aşılayarak, yurdun kurtuluş yollarını gösteriyordu. Bu sırada, Sofya'da ataşeyken yazdığı "Zabit ve Kumandanla Hasbihal" adındaki küçük kitabını da yayınladı.



    19 MAYIS 1919

    30 Nisan 1919 tarihinde, Atatürk 9. Ordu müfettişliğine atandı. İlgili makamlarla görüşerek, yetkilerini belirten yönetmeliği kendi eliyle hazırladı. Bu arad, bölgesi içindeki ve yakınlardaki mülkiye amirlerinin de direktiflerine uyması için, gerekli bildirilerin yapılmasını sağladı. Atatürk artık, askeri, mülki müfettiş yetkisini elde etmişti. Şimdi birlikte çalışacağı arkadaş bulmaya uğraşıyordu.

    Atatürk, harekete geçmeden önce bir takım hükümet büyükleriyle, yabancı komiserleri ziyaret etmeyi ihmal etmedi. Ancak, bu davranışları yüzünden kendisinden kuşkulanılmaya başlandı. O zaman hükümet reisi bulunan Damat Ferit Paşa bir yemek davetinde bu müfettişliğin içyüzünü anlama çalıştı. Yemekten sonra, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi olan Cevat Paşa, gizlice: "Bir şey mi yapacaksın, Kemal?" diye sorunca, Atatürk: "Evet Paşam, bir şey yapacağım." karşılığını verdi.

    15 Mayıs 1919 günü, Yunanlılar İzmir'i işgal ettiler. Atatürk, veda etmek üzere Babıali'ye giderek nazırlarla görüştü. Çok üzgün görünen bu devlet büyüklerine "Celadet gösteriniz" tavsiyesinde bulundu. 16 Mayıs 1919 akşamı, küçük, eski bir gemi olan "Bandırma" vapuru ile yola çıktı. Bindiği geminin batırılacağı haberi kendisine verilince de: " Burada kalıp tevkif edilmeye, denizde boğulmayı tercih ederim." diye karşılık verdi.

    Atatürk 19 Mayıs 1919 pazartesi günü Samsun'da Anadolu toprağına ayak bastı. Bir hafta kadar orada kaldıktan sonra, 25 Mayıs 1919'da Havza'ya gitti. İlk işi, Pontus hayali peşinde koşan Samsun ile dolaylarındaki Rumlar'ı yola getirip, güvenliği sağlamak oldu. Atatürk'ün çok iyi tanıdığı yurtseverler Müdafaa-i Hukuk cemiyetletleri ile beledeyiler aracılığıyla onu başa geçirmek istiyorlardı. Atatürk milli kurtuluş davası yolunda düşündüklerini uygulamaya, bir yandan da halkla yakın ilişkiler kurmaya başladı. Güçlü kişiliği sayesinde çevresinde büyük kitleler birikiyor, düşman çizmesi altında inleyen yurttaşlarının acısını duyan halk ondan bir şeyler bekliyordu.

    Atatürk, 28 Mayıs 1919 tarihinde Havza'dan, idare amirlerine, komutanlara, milli örgütlere gizli birer genelge gönderdi; Türk Milleti'nin içine düştüğü ölüm tehlikesini, yurdun dört yandan düşmanla, ihanetle çevrilmiş olduğunu anlattı. Halkı mitinglere, kurtuluş fikri üzerinde birliğe, milli heyecanlara teşvik etti. Ertesi gün kolordulara bir ordu emri göndererek, her yerden gelebilecek istila ordularına karşı ne sistemle savunma yapmaları gerektiğini anlattı. Son olarak da, Türkiye'yi büyük devletlerden birinin himaysei altına sokmak isteyen Sadrazam Damat Ferit Paşa'ya bir protesto telgrafı çekti.

    Damat Ferit İtilaf (Anlaşma) Devletleri'nin Paris'te topladıkları barış konferansına gitmeye karar verince de, onu şiddetle protesto etmek amacıyla yeniden genelgeler çıkardı. Milletin Atatürk'ün çevresinde toplanmaya başladığını gören düşman, onu İstanbul'a aldırtması için, Osmanlı Hükümeti'ne baskı yapmaya başladı. Atatürk, Harbiye Nazırı'nın çağrısını kabul etmeyerek üzerine aldığı işi sonuna kadar yapmaya çalışacağını bildirdi. Mütareke hükümleri gereğince Diyabakır'da toplanan onbinlerce tüfek mekenizmasını Samsun'a getiren kervana da el koydu.



    ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ

    Atatürk artık vakit geçirmeden Ulusal Savaş'a girişmek istiyordu. Anadolu'nun en emin yerlerinden biri olan Sivas'ta, "Ecnebi devletlerin nüfuz ve tesirden tamamiyle azade kalarak, milletin gür sesini cihana duyurmak üzere" bir kongre toplanmasına karar vermişti. 1919 Haziran'ında tarihi bir genelge hazırlayarak, milleti birlikte çalışmaya çağırdı. Bu genelgede, yurdun tehlike içinde bulunduğuna, gerek vatanın, gerek milletin bu büyük tehlikeden ancak kendi azmi sayesinde kurtulabileceğine değindikten sonra, Sivas'ta toplanacak büyük kongreden söz ediyordu.

    Bu arada Dahiliye Nazır''ı Ali Kemal de, valilere, mutasarrıflara gizli birer telgraf çekmiş, Mustafa Kemal'in azledildiğini, hiçbir sıfatı kalmamış olduğunu, emirlerinin dinlenmemesini bildirmişti. Öte yandan, Atatürk de, Elazığ Valiliği'ne gitmekte olan birinin kendisini yakalatmak üzere tertibat aldığını duymuş, gizlice Sivas'a doğru yola çıkmıştı.

    Atatürk 27 Haziran 1919'da Sivas'a vardı. Orduyla halk onu candan karşıladılar. İlk işi, Elazığ Valisi Ali Galip'i sorguya çekmek oldu. Ali Galip, ondan özür dileyerek, görünüşte devletin adamı sayılsa bile, aslında yalnız ona hizmet etmek istediğini söyledi. Atatürk, Sadrazam ile Harbiye Nazırı'na telgraflar çekerek, kendisine karşı girişilen hareketleri protesto etti. Öte yandan, valilere de birer telgraf çekerek, milletin hizmetinde olduğunu, vatanı kurtarmak için çalışacağını bildirdi.

    Atatürk, temmuz başlarında Erzurum'a geçti. Orada, çevresindekilere şöyle diyordu: "Yapılacak işin resmi makam ve üniformaya sığınarak idaresi kabil değildir. Bu tarzın bir derecesi olabilir. Fakat, artık o devir geçmiştir. Alenen ortaya çıkmak ve milletin hukuku namına yüksek sesle bağırmak, bütün milleti bu sevdaya iştirak ettirmek lazımdır."

    Atatürk, bu sözleriyle, milli kurtuluş için ortaya atılmak kararında olduğunu anlatıyordu. Onlar da Atatürk'e her emrini yerine getireceklerine dair söz verdiler.

    Atatürk, Erzurum'da askerlikten ayrıldı. Bu arada, hem padişah adına Mabeyn Başkatibi'nden hem de Haribiye Nazırı'ndan telgraflar aldı. Bu telgraflarda, davranışlarının yabancıların dikkatini çektiğine değinilerek, faaliyetlerinden vazgeçmesi bildiriliyordu; ayrıca, iki ay izinli sayıldığı, istediği yerde dinlenebileceği de belirtiliyordu. Atatürk, bu iki telgrafa da karşılık vererek, Anadolu'dan ayrılamayacağını bildirdi.

    Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da toplantılarına başladı, 7 Ağustos 1919'da sona erdi. Bu kongrede birçok kararlar alındıysa da, en önemli düşman işgaline karşı koyma kararıydı. Kongre, ayrıca, bir de Heyet-i Temsiliye kurulmasına karar verdi.

    Bir ay geçmeden, 4 Eylül 1919'da Sivas Kongresi toplandı. Kongrenin başlıca konusu gene Erzurum Kongresi'nde görüşülen noktalar oldu. Atatürk, Heyet-i Temsiliye Başkanlığı'na seçildi.

    Bu sıralarda, Türkiye'deki durum üzerinde araştırma ve soruşturmalarda bulunmak amacıyla, Harbord adında bir Amerikan generali de Sivas'a gelmiş bulunuyordu. General Harbord Sivas'ta Atatürk'le görüştü. Atatürk ona kurtuluş savaşının amacını anlattı. Amerikan generali bu savaşta başarı kazanamazsa ne yapmayı düşündüğünü sorunca, Atatürk ona milletin "Ya kurtuluş, ya ölüm!" azmini belirten şu veciz karşılığı verdi:"Bir millet mevcudiyet ve istiklalini temin için tasavvuru kabil olan teşebbüsat ve fedekarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Binaenaleyh, millet hayatta oldukça ve fedekarlıkta devam eyledikçe, başarısızlık bahis mevzuu olamaz."



    BÜYÜK MİLLET MECLİSİ TOPLANIYOR

    Başbuğ Atatürk, Heyet-i Temsiliye'nin başında olarak, 18 Aralık 1919'da Sivas'tan Ankara'ya doğru yola çıktı. Kayseri'ye, Kırşehir'e uğrayıp halkla görüştü. 27 Aralık 1919'da da ilk kez olarak Ankara'ya geldi.

    Başbuğ Atatürk, Ankara'yı milli hareketin merkezi haline getirmekte gecikmedi. 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'ni toplayıncaya kadar Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak savaştı. Bu arada, çok ağır koşullar altındasınırlarımızı kuşatan düşmanla çarpışıyor, bir yandan da İstanbul Hükümeti ile, bu hükümetin Anadolu'da ayaklandırmış olduğu asilerle uğraşıyordu. Anlaşma (İtilaf) Kuvvetleri, 16 Mart'ta İstanbul'u işgal altına almış, 150 Türk aydınını tutuklamışlardı. Ayrıca, kukla bir hükümet haline gelen Osmanlı Hükümeti'ne "Kuva-i İnzibatiye" adında bir kuvvet kurdurarak, kardeş kanı döktürmek üzere bu kuvveti Anadolu içlerine göndermesini sağlamışlardı.

    Buna karşılık, Atatürk de işgal altındaki yerlerde bulunan bütün subayları, milletvekillerini Anadolu'ya çağırdı; gazetelere bildiriler göndererek, ulusal bilinci uyandırmaya devam etti. Değerli kişiliği sayesinde, çok geçmeden çevresine fikir, beden ve silah kuvvetlerini toplamayı başardı. 23 Nisan 1920'de, Büyük Millet Meclisini açtı; meclisin kurulduğunu, askeri, mülki yönetimin artık Millet Meclisi'nin elinde olduğunu yabancı devletlerin dışişleri bakanlarına bildirdi.

    Başbuğ Atatürk, Büyük Millet Meclisi'nin 19 Ağustos 1920 tarihindeki toplantısında, Sevres(Sevr) Antlaşması'nı imzalayan Osmanlı Hükümeti ileri gelenlerini vatan haini ilan etti. Bu antlaşmayı tanımadığını, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin bu antlaşma hükümlerini kabul etmediğini bildirdi. 24 Eylül'de Taşnakçı Ermenistan Türk topraklarına karşı saldırıya geçti. 28 Eylül'de karşı saldırıya geçen Şark Cephesi'ndeki Türk kuvvetleri, üst üste zaferler kazanarak, Sarıkamış, Kars ve Gümrü'yü düşmandan geri aldılar. 18 Kasım'da savaş bırakışması (Mütareke) ilan edildi; 2/3 Aralık gecesi de "Gümrü Antlaşması" imzalandı. Böylece, Atatürk'ün önderliğiyle, kişisel çabaları ve faaliyetleriyle kurmuş olduğu yeni hükümet, kendisini bütün dünyaya tanıtmış oluyordu.



    KURTULUŞ SAVAŞI

    Artık, yurdu düşmanlardan kurtarmak için savaşma zamanı gelmişti. Atatürk'ün sarsılmaz azmi ile olayları etkileme yeteneği, çevresindekilerde zaferin kesinlikle kazanılacağı inancını uyandırıyordu. Nitekim, arka arkaya kazanılan "İnönü Zaferleri" milletin inancını büsbütün kuvvetlendirmişti.

    Anadolu'da kurulan, gerçek gücünü milletin özgürlük aşkından, kahramanlığından alan Anadolu Hükümeti, günden güne kuvvetleniyor, düşman için büyük bir tehlike haline gelmeye başlıyordu.

    İkinci İnönü Savaşı'ndan sonra, Başbuğ Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri'nin adayları arasından gelen Büyük Millet Meclisi ileri gelenleri arasında bir hizipleşme başladığını gördü. En küçük sorunlarda bile oylar dağılıyor, görüş birliği, heyecan birliği gitgide yitiriliyordu.Bu ayrılıklar, bu bölünmeler Atatürk'ün gözünden kaçmıyordu. Misak-ı Milli konusunda bir araya geliveren Meclis üyeleri, "Teşkilat-ı Esasiye" kanunun maddeleri söz konusu olunca birbirlerine girivermişler, büyük anlaşmazlıklar başgöstermişti. Atatürk, zaman zaman meclis arkadaşlarını teker teker uyarmaya, inandırmaya çalışıyor, çok kez bu uğurda kişisel etki gücünü kullanmak zorunda kullanıyordu. 10 Mayıs 1921'de, Öğretmen Okulu'nun konferans salonunda 151 milletvekilini toplantıya çağırarak "Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Meclis Grubu"nu kurdu. Bu grubun başkanlığına gene kendisi seçildi. Grup, Birinci Büyük Millet Meclisi'nin görevi sona erene kadar iş başında kaldı, kararların daha kolay alınmasında büyük yararlar sağladı.

    Bu arada, Türk Yurdu'nun düşmanları da boş durmamış, Atatürk'ün başarılarını ancak onun vücudunu ortadan kaldırmakla önleyebileceklerini düşünerek harekete geçmişlerdi. Nitekim, Mustafa Sagir adında bir Hintli'yi "Hint Müslümanları Temsilcisi" sıfatıyla, Atatürk'e suikast yapmak üzere Anadolu'ya gönderdiler. Atatürk, adamdan kuşkulanarak onu göz altına aldırdı. Çok geçmeden de bu casus tutuklanarak, Ankara İstiklal Mahkemesi"nin kararıyla idam edildi.



    SAKARYA ZAFERİ

    Başbuğ, bir yandan iç işlerle uğraşıyor, bir yandan da yeni bir savaşın hazırlıklarını yapıyordu. Yunanlılar Sakarya çevresinde saldırıya geçmişlerdi. Atatürk, 5 Ağustos 1921'de Büyük Millet Meclisi'nden başkomutan olarak yetki aldıktan sonra, 12 Ağustos'ta Polatlı'daki cephe karargahına gitti. Savaş 23 Ağustos'ta başladı. Geceli-gündüzlü üç hafta sürdü.

    Bu savaşın kazanılmasında başbuğ Atatürk'ün sarsılmaz isteminin çok büyük payı oldu. Savaşın ilk günlerinde cephemiz zaman zaman bozuluyordu. Başbuğ, "Sakarya Savaşı"nın bu çetin günlerini şöyle anlatıyor:

    "Meydan muharebesi 100 kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyor, sol cenahımız Ankara'nın 50 kilometre cenubuna kadar çekilmişti. Ordumuzun cephesi garba iken cenuba döndü, arkası Ankara'ya iken şimale verildi. Tebdil-i cephe edilmiş oldu. Bunda hiç beis görmedik. Hatt-ı müdafaalarımız kısım kısım kırılıyordu. Fakat, derhal kırılan her kısım en yakın bir mesafede yeniden tesis ediliyordu. Hatt-ı müdafaya çok rapt-ı ümit etmek ve onun kırılmasıyla ordunun büyüklüğü ile münasip uzun mesafe geriye çekilmek nazariyesini kırmak için, memleket müdafaasını başka bir tarzda ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve müteessir buldum. Dedim ki: Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, büyük, küçük her cüz-i tam bulunduğu mevziden atılabilir fakat, küçük, büyük her cüz-i tam ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip, muharebeye devam eder!"



    "ÖLMEZ BU VATAN..."

    Bu savaştan sonra, Büyük Millet Meclisi Atatürk'e "Gazi" ünvanı ile "müşir" (mareşal) rütbesini verdi (19 Eylül 1921).

    Sakarya Zaferi'nin Türkiye lehindeki etkileri çok geçmeden görülmeye başlamıştı. 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması, 20 Ekim'de de Fransızlar'la Ankara Sözleşmesi imzalandı. Böylece, doğu ve güney sınırlarımız Misak-ı Milli esasları içinde tanınıyor, güneydeki Fransız işgal kuvvetlerinin de yurttan çekilmesi sağlanmış oluyordu.

    Düşmana son ve kesin darbeyi vuracak büyük taarruz için Atatürk bir süre beklemeyi ugun görüyordu. Bu konuda Büyük Millet Meclisi'nde hayli tenkide uğradıysa da hepsine inandırıcı karşılıklar vermekten geri kalmadı. Büyük taarruzun gecikmesinin en büyük nedeni, hazırlıkların daha tamamlanmamış olmasıydı.

    Atatürk, 1 Mart 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üçüncü çalışma yılı başlarken verdiği söylevini şair Mithat Cemal'in:

    Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hatta,
    Çekmez kürenin sırtı bu tabut-u cesimi

    beyiti ile bitirerek, kurtuluş azmini bir kez daha belirtmiş oldu.



    BAŞKOMUTANLIK MEYDAN AVAŞI


    Başlayacak büyük taarruzun hazırlıkları Ağustos içinde iyice hızlandı. Başbuğ Atatürk komutanlarla gizli görüşmeler yapıyordu. Zaten, daha Haziran ayında taarruz kararı verilmiş bulunuyordu. Başbuğ, taarruzun tam bir baskın şeklinde olması için, gereken bütün dikkati gösteriyordu.

    26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı saat 5:30'da büyük tarruz başladı. Tarihimize "Başkomutanlık Meydan Savaşı" adıyla geçen bu çetin savaş 30 Ağustos 1922'de son buldu.



    "ORDULAR, İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR, İLERİ!"

    Artık, düşman yenilmiş, zafer kazanılmıştı. Büyük Başbuğ düşmanın ardını bırakmamak kararındaydı. Bu amaçla, 1 Eylül 1922'de: "Ordular, ilk hedefiniz akdenizdir, ileri!" emrini verdi. Bozulan düşman ordusu, şahlanan ordumuzun önünden kaçıyor, Anadolu adım adım düşmandan temizleniyordu.

    Bu büyük başarının sonucu olarak, Anlaşma (İtilaf) Devletleri savaş bırakışması (mütareke) teklif etmekte gecikmediler. 1 Ekim 1922'de Mudanya Mütakeresi imzalandı. 15 Ekim'de de yürürlüğe girdi.

    Atatürk, 1 Kasım 1922'de Meclis'ten çıkardığı bir kanunla, Osmanoğulları'nın saltanatına son verdi. Son Osmanlı hükümdarı 6. Mehmet (Vahidettin), 17 Kasım 1922'de İstanbul'da İngilizler'in "Malaya" savaş gemisine sığınarak, memleketten ayrıldı.

    14 Ocak 1923'te Atatürk annesini kaybetti. Zübeyde Hanım - Atatürk'ü yetiştirmiş olan bu zeki, okumuş kadın- İzmir'de vefat etmişti.

    29 Ocak 1923'te Atatürk, İzmir'de Uşaklıgil ailesinden Latife Hanım ile evlendi. Bu evlenmeyi annesi de çok istemişti. Atatürk, evlenmesi sırasında eski gelenekleri büsbütün bırakarak, Perşembe yerine Pazartesi günü nikahının kıyılmasını istedi. Nikah törenin de Latife Hanım da bulundu ( Eski geleneklere göre, nikah kıyılırken, gelin de dahil olmak üzere, kadınlar bulunmazdı ).



    TÜRKİYE CUMHURİYETİ

    Başbuğ Atatürk, 8 Nisan 1923'te, Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adına, yeni seçilecek meclisin ilkelerini dokuz madde halinde yayınladı. Halk Partisi'nin ana tüzüğünü teşkil eden bu ilkelerle, Meclis'e girecek olan milletvekillerinin parti ilkelerini de kabul etmiş olmaları gerekiyordu. Atatürk milletvekillerinin siyasal bir görüş birliğine varmalarını istiyordu.

    Atatürk, 23 Nisan 1923'te yeniden başlayan Lozan görüşmelerinibüyük bir dikkatle izledi. Ara vermeden gönderdiği direktiflerle, 24 Temmuz 1923'te antlaşmanın imzalanmasını, böylece askeri zaferin siyasal zaferle belgelenmesini sağladı. Artık, Misak-ı Milli sınırları içinde genç, bağımsız bir Türkiye kurulmuştu.

    İkinci Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaptı; Atatürk, oy birliğiyle, Meclis Başkanlığı'na seçildi. 13 Ekim 1923'te Ankara başken olduktan sonra, bir kabine buhranı baş gösterdi. Bu buhran Atatürk'e, Türkiye Hükümeti'nin yönetim şekli üzerinde çoktandır tasarlamakta olduğu cumhuriyet rejimini uygulama fırsatını verdi. Devletin yönetim şekli esasen cumhuriyetti ama, Atatürk, önce Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmek istemişti.

    Başbuğ Atatürk, Fethi Okyar'ın başında bulunduğu İcra Vekilleri Heyeti'ni Çankaya'daki köşkünde toplayarak, istifa etmelerini bildirdi. Bu davranışıyla, Meclis'teki muhaliflerin kendi başlarına bir hükümet kurup yönetemeyeceklerini göstermek istiyordu. Gerçekten, Meclis'teki muhalifler, hükümeti ellerine almak büyük çaba harcadılarsa da, güvenebilecekleri bir Vekiller Heyeti listesi çıkarmayı başaramadılar.

    28 Ekim 1923 akşamı Atatürk bir takım arkadaşlarını yemeğe çağırdı. Onlara: "Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz." dedi. 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın birinci maddesinin sonuna "Türkiye Devleti'nin şekl-i hükümeti cumhuruyettir." hükmünü ekledi. Kanunun öbür maddelerinde yapılacak değişiklikler de ayrıca ayrıca belirtildi.

    29 Ekim 1923 günü, Meclis, İcra Vekilleri Heyeti'ni seçmekte büyük zorluklara uğrayınca, Atatürk'e akıl danıştı. Atatürk, bir takım milletvekilleriyle görüştükten sonra, taslağını hazırladığı Cumhuriyet önergesini ortaya attı. Meclis, bu teklifi hemen o gün kabul ederek, saat 20:45'te Atatürk'ü alkışlar arasında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı seçti.
  • ATATÜRK'ÜN YAPTIĞI DEVRİMLER

    Başbuğ Atatürk'ün yaptığı işler Cumhuriyet'in ilanıyla bitmemişti. Atatürk yurtta yapılacak daha birçok önemli işler olduğuna inanıyordu. Cumhuriyet'i ilan ettikten sonra, ilk iş olarak; Halifeliği kaldırmaya karar verdi.

    Bu konudaki görüşünü Meclis'teki arkadaşlarının da benimsemesini sağladıktan sonra, 3 Mart 1924'te çıkarttığı bir kanunla, halifeliği kaldırdı. Bütün Osmanlı hanedanı mensuplarının Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkmasını istedi. Böylece, hala kendisine padişah arayanların ve gericilerin eylemlerine de set çekmiş oldu.

    Başbuğ, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin en ileri görüşlü yurttaşı sıfatıyla
    yurt sorunlarını çözümlemeye uğraşıyordu. Meclis'ten çıkardığı kanunlarla, eğitimin laik temellere dayanmasını sağladı. Şer'iye mahkemelerini kaldırdı; medreseleri kapattı. 1925 yılında da, orduda kasket ile kep giyilmesini kabul ettirdi.

    Atatürk, 5 Ağustos 1925'te eşi Latife Hanım'dan ayrıldı. Bu boşanma her iki tarafın da isteğiyle olmuştu. Atatürk, birlikte yaşadıkları sürece gezilere eşiyle birlikte çıkmış, Latife Hanım'ın da toplantılara katılmasını sağlamıştı. Bu davranışıyla medeniyet yolunda adımlar atarak, halka güzel bir örnek olmuştu.

    Türk kadınının Kurtuluş Savaşı'ndaki büyük yardımını her zaman şükranla anan, onu takdir eden Atatürk, her vesileyle buna değinir, medeni bir insan toplumu olarak, Türkiye'de kadınla erkeğin eşit haklara sahip olmasını isterdi. En sonunda, 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la, hukuk alanındaki devrimi de başardı.

    Atatürk'ün istediği medeni kıyafet devrimi ise 25 Ağustos 1925'te yapıldı. Ulu Başbuğ, o gün Kastamonu'ya gitmiş, orada kendisini karşılamaya gelenleri elinde bir şapkayla, başı açık olarak selamlamıştı.

    Ulu Başbuğ, Kastamonu'da, İnebolu'da verdiği söylevlerde her bakımdan medeni insan olabilmemiz için, kıyafetimizle, fikrimizle, zihniyetimizle değişmemiz gerektiğini anlattı. Bu konudaki söylevleri yurtta duyulur duyulmaz, yurttaşlar arasında şapka giyenler belirmeye başladı. Büyük Öncü, yurttaşlarını çok iyi tanıdığı için, onlara önayak olması gerektiğini biliyordu.

    Yolculuğundan döndüğünde, kendisini karşılamaya gelen erkeklerden yarısından çoğunun şapka giydiğini, kadınlar arasında da yüzü açık, çarşafsız olanların bulunduğunu gördü. 25 Aralık 1925'te kabul edilen bir kanunla da, Türkiye'de fes, kalpak gibi başlıkların giyilmesini yasaklandı.

    Dini, kişisel kazançlarına alet eden, Atatürk devrimlerini kendi çıkarlarına aykırı bulan birtakım geri kafalı yobazlar, kılık kıyafetleriyle hala halkı aldatmaya çalışıyorlardı. Kurtuluş Savaşı sırasında da, İstanbul Hükümeti ile Saray, bunları Atatürk'e karşı kışkırtmıştı. Bu yobazlar, şimdi de halkın zihnini çelmeue çalışıyorlar, Türkler'in bütün öbür medeni uluslar gibi şapka giymesini güya İslam dinine yakıştıramıyorlardı. Oysa, o kadar korumaya çalıştıkları fes, 2. Mahmut zamanında Yunanlılar'dan alınmıştı. Artık bu yobazlara karşı cephe almak zamanı gelmişti. Daha şapka giyilmeden aylar önce, 13 Şubat 1925'te Doğu illerimizde başlayan, başında Kürt Şeyh Said'in bulunduğu ayaklanma tarih boyunca onlarcası görülmüş onlarca Kürt isyanından biri olduğu gibi, aynı zamanda Atatürk devrimlerine karşı da girişilmiş bir hareketti.

    Kısa süre içinde iç savaş halini alan, dini paravan ederek çıkarılan bu Kürt ayaklanması Cumhuriyet silahlı kuvvetlerince bastırıldıktan sonra, Başbuğ Atatürk, 30 Kasım 1925'de Büyük Millet Meclisi'nin kabul ettiği bir kanunla, boş inaçlara bir son vermek istedi; Türk medeniyetini zaman zaman baltalamış, geri kafalılığın yuvası haline gelmiş bulunan ocakların söndürülmesi için, tekke ve tarikatların ortadan kaldırılmasını sağladı.

    16 Aralık 1925'te de, gene Ulu Türk Atatürk'ün önderliğiyle, bütün medeni milletlerin kullandığı takvim ile saat esası Büyük Millet Meclisi'nce kabul edildi.



    ATATÜRK'E HAZIRLANAN SUİKAST, ZAMANINDA HABER ALINIYOR

    Kurtuluş Savaşı'nın başından beri Atatürk'ü çekemeyenler, ona karşı cephe almış olanlar, zaman zaman yüzüne güldükleri, onunla dost geçindikleri halde, bu ulu başbuğu ortadan kaldırmayı tasarlıyorlardı. Devrimler henüz iyice oturmamış, siyasal görüşler kararlı bir hale gelmemişti. Devrimler yüzünden çıkarlarıdan olanların ise sayısı hayli kabarıktı. Halkın cahilliğinden, inançlarından yararlanarak onu soyan, smüren insanların bulunması kötü niyet sahibleri için bulunmaz bir fırsattı. Atatürk, bir baştı; bu baş ortadan kaldırılırsa her şey gene eskisi gibi olacak, geriye dönülebilecekti.

    İşte, yurt ile millet arasındaki bu canice amaçları güdenler, Ata'nın bir Batı Anadolu yolculuğuna çıkmasını fırsat bilerek, kendisine bir suikast hazırlamaya koyuldular. Suikastın gerçekleştirilebileceği yer İzmir olacaktı. Oysa, Başbuğ Atatürk, İzmir işgal edildii günlerde içi kan ağlayarak Anadolu'ya ayak basmış, yarattığı orduyla düşmanı İzmir'den denize dökmüştü. Dolayısıyla, İzmir, Atatürk'e en çok minettar olan kentlerden biriydi.

    Başbuğ, İzmir yolundayken, 15 Haziran 1926'da bir ihbar sayesinde suikast meydana çıktı. Başbuğ, haberi Balıkesir'de aldı. Beş-on cicdansızın tasarladıkları bir suikastle yurdu felakete doğru sürüklemek istediklerini anlayınca, drin bir üzüntü içinde yurttaşlarına şöyle dedi:

    -- " Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır."

    Ulu Ata, bu sözleriyle, Türk milletine beslediği sevgiyi, güveni bir kez daha belirtiyordu. Büyük Millet Meclisi 3 Kasım 1926 tarihli toplantısında Atatürk'ün ölümden kurtuluşunu resmen kutladı.



    BÜYÜK NUTUK

    İkinci Büyük Millet Meclisi, 26 Haziran 1927' de, seçim dönemini tamamlayarak dağıldı. Başbuğ Atatürk yeni seçimden önce toplanacak olan Cumhuriyet Halk Partisi genel kongresinde bir nutuk söylemeye karar verdi. bu söylevinde Milli Mücadele'ye başladığı günden beri geçen olayları, milletçe harcanan büyük çabaları bir bir anlatmak, yurttaşların gözleri önüne sermek istiyordu.

    Meclis dağıldıktan sonra, 1 Temmuz 1927'de Atatürk İstanbul'a geldi. Bu, 16 Mayıs 1919'dan beri İstanbul'a ilk resmi gelişiydi.

    CHP Kurultayı 15 Ekim 1927'de Ankara'daki TBMM binasında toplandı. Atatürk Kurtuluş Savaşı'nın bütün askeri, siyasi evrelerini delilleriyle birlikte Türk Milleti'ne açıklayan büyük söylevini 20 Ekim 1927 günü akşamına kadar 36 saatte okudu.

    Büyük Ata, tarihi söylevinde yanlız Osmanlı Hükümeti'yle, yurdun dört yanını saran düşmanlarla savaşını değil, bizzat yanında bulunan, işbirliği yaptığı arkadaşlarıyla arasında geçen çalışmaları da anlatmıştır. bundan da, zaman zaman onun bile yapayalnız kaldığı, tek başına herkesle savaşmak zorunda kaldığı anlaşılıyor.

    Başbuğ, nutkunu söylediği kongrede, Halk Partisi'nin bu kongresinin 7 Eylül 1919'da Sivas'ta kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin bir devamı olduğunu da belirtmiştir.

    Başbuğ Atatürk, aynı yıl 4 Temmuz 1927'de İstanbul'da bulunduğu sırada askerlikten emekliye ayrıldı. yeni yapılacak seçimlerde milletvekili olan, ordu mensuplarının, ordu ile ilişiğinin kesilmesi gerekçesi buna yol açmıştı. Bu seçimde, Atatürk gene Ankara'dan milletvekili seçildi; 1 Kasım 1927'de de ikinci defa cumhurbaşkanı oldu.



    HARF DEVRİMİ

    Arap harfleriyle okuyup yazmak güç olduğu gibi, çok da zaman alıyordu. Başöğretmen Atatürk, bu durumu kültürümüz bakımından sakıncalı görüyor, Latin harflerinden alınan bir Türk alfabesini ortaya koymak istiyordu. 1927 yılında alfabeyi değiştirmeye karar vererek, Milli Eğitim Bakanlığı'nda resmen bir Alfabe Encümeni kurulmasını sağladı.Türk alfabesinin imla kuralları tespit edilince, Atatürk 1 Ağustos 1928'de Dil Kurumu'nu İstanbul'a çağırdı. Çalışmaları yeterli bularak harf devrimini millete mal etmeye karar vermişti. Başbuğ Atatürk, 9 Ağustos 1928 akşamı, Sarayburnu Parkı'ndaki gazinoda bir törene davetliydi. Orada toplanan halka yeni Türk alfabesinin kolaylıklarını %90'ı okuma yazma bilmeyen halkımızın bu alfabe sayesinde çok kısa bir süre içinde cahillikten kurtulabileceğini anlattı. Bunun dünya milletleri karşısındaki değerinden söz etti; ilerlemenin eskiyi atıp zihniyeti değiştirmekle olabileceğini belirtti.

    Atatürk'ten gelen her devrimi hızla benimseyen halk yeni Türk alfabesini öğrenmeye koyuldu. Bu arada, Atatürk de halkı teşvik için şehir şehir dolaşıyor, pek çok yerde tahta başına geçip millete kendisi ders veriyordu. 1 Kasım 1928'de Meclis'ten çıkan bir kanunla Harf Devrimi gerçekleşti.



    TÜRK TARİHİNİN ANA ÇİZGİLERİ

    Başbuğ Atatürk, bundan sonra Türk tarihi konusunu ele aldı. Arapça ile farsçanın hakim olduğu Osmanlı tarihinde Türk'ü de Türklüğü de aşağılatıcı bir hava vardı. Atasözlerine kadar işleyen bu yanlış ve haksız zihniyet Atatürk'ün gözünden kaçmamıştı. Türk uygarlığı, Türk sanatı, Türk tarihi büsbütün inkar ediliyordu. Türkler'le Avrupalılar arasında tarih boyunca gelip geçen savaşların Avrupalılar'da yarattığı kin, yalnız dünya edebiyatını değil, Türk tarihini de etkilemişe benziyordu.

    Büyük imparatorluklar, hanlıklar kurmuş, Avrupa ilkel bir hayat sürerken parlak bir medeniyet düzeyine ulaşmış bulunan Türkler'in bütün başarıları başkalarına mal edilmekteydi. Türkler'in Sarı Irk'tan olduğunu, yetersizliklerini ileri süren Avrupalılar, üzerinde yaşadığımız medeniyet eserleriyle süslediğimiz anayurdu bile bize layık görmeyerek, Anadolu'yu kendilerine mal etmek istiyor, bu görüşü her siyasal bunalımda öne sürmekten kaçınmıyorlardı.

    Ulu Başbuğ, Türk'ün, Türklüğün ne olduğunu gerçek anlamıyla hiç değilse kendi çocuklarımıza tanıtma zamanının geldiğine çoktan inanıyordu. Bu amaçla, 1929 yılında iftiracı, kinci etkilerin altında kalarak yanlış yazılmış olan tarih kitaplarımız üzerinde çalışmaya başladı. Görüşüne katılan tarih bilginlerine tarih konusu ve kaynakları üzerindeki çalışmaları bildirdi; bu bilginlerin tarih alanındaki çalışmalarını da yakından izledi. 1930 yılı başlarında dinlenmekte bulunduğu Yalova'da tarih üzerindeki çalışmalarını hızlandırdı, hemen yalnız kendi kaleminden çıkan "Türk Tarihinin Ana Hatları" adındaki eserini yazdı. Pek az sayıda basılan bu eser tarih alanındaki çalışmalara kılavuzluk eden bir anket niteliğindeydi.



    DİL DEVRİMİ

    Ulu Ata, Türk dilinde de bir devrim yapılması gerektiğine inanıyordu. Arap, Fars dillerinin karışması ile özelliğini kaybetmiş bulunan ana dilimiz üzerinde araştırmalar yaparak, dilimizi bizim olmayan kelimelerden, karışık deyimlerden temizlemek gerçekten gerekliydi. Atatürk, bu amaçla, 1 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti'ni kurdu. Yurdumuzun tanınmış Türk dili uzmanlarından meydana gelen bu dernek, daha sonra Türk Dil Kurumu adını aldı. Atatürk 26 Eylül 1932'de Dolmabahçe Sarayı'nda Birinci Dil Kurultayı'nı açtı. bu kurultayda, Türk dilini kendi benliğine kavuşturmak için nasıl çalışılması gerektiği üzerindeki tartışmaları, alınan kararları dikkatle izledi.



    EKONOMİDE BAĞIMSIZLIK



    Her bakımdan bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti meydana getirmek isteyen ulu Başbuğ, bağımsızlığın ana koşullarından birinin de ekonomi olduğunu çok iyi biliyordu. Hatta, bu konuda "İktisadi istiklal olmadıkça, milli istiklal ıolamaz" demişti. Daha Lozan Barış Antlaşması imzalanmadan önce, 17 Şubat 1923'de İzmir'de İktisat Kongresi'ni açtığı sırada ekonomi politikamızın ne olması gerektiğini anlatmış, ekonomik kalkınmamızın önemine dikkati çekmişti. Ekonomimizin muhtaç olduğu büyük sermayenin yabancı kaynaklardan sağlanmasını sakıncalı görmemişse de, bu yabancı sermaye için kapitülasyonlardaki koşullara dayanan hiçbir ayrıcalık tanınmayacağını da bildirmişti. Memleket en sonunda yüzyıllarca milli ekonomiyi, kişisel girişimleri, küçük sermayeyi ezmiş bulunan kapitülasyonlardan kurtulmuştu. Atatürk, kapitülasyonların kötü etkilerinden kurtulan küçük sermaye sahiplerini teşvik amacıyla 26 Ağustos 1924'te İş Bankası'nı kurdurdu; söylevlerinden birinde yurt üretimini sağlayan köylünün "Memleketin Efendisi" olduğunu belirtti. Ankara'nın kıraç topraklarında da her türlü tarım tesisi bulunan Orman Çiftliği'ni kurdu; kendi parasıyla meydana çıkardığı bu tesisleri daha sonra memlekete bağışladı.

  •  Mustafa Kemal ATATÜRK


    [font="Monotype Corsiva"]
    Okul, genç beyinlere insanlığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir.

  • ATATÜRK'ÜN DIŞ SİYASETİ

    Ulu Ata, dış siyasette her devlete saygı gösteren kinsiz bir politika izlemiş, "Yurtta sulh, cihanda sulh" politikasını kurmuştu. Bu politikası sayesinde, Lozan'dan sonra başka ülkelerde de Türkiye'nin itibar ve sevgi kazanmasını sağlamıştı. Böylece, bölge dostluk paktları, saldırmazlık antlaşmaları yapılmış, bu faaliyetlerden doğan güvenle Türkiye 1932'de Milletler Cemiyeti'ne üye olmaya davet edilmişti.

    Türk milletine yepyeni bir çehre kazandıran Atatürk, askeri dehası, siyasal davranışı, dünya barışına karşı gösterdiği duyarlılıkla, bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmiştir. Pek çok hükümdar onunla tanışmak isteğinde bulunmuşlardır. Zaman zaman İstanbul'a Ankara'ya gelen hükümdarlar, onunla tanışmış, siyasal görüşlerini takdirle karşılamışlardır.

    Başbuğ Atatürk, yalnız yurdu için değil, milletlerarası ilişkilerde de barışı amaç edinmiştir. Komşu ülkelerde tam bir barış hüküm sürmesi en çok istediği şeylerden biriydi.

    1933 yılından sonra Avrupa'da siyasal bir bunalım başlamıştı Atatürk, gerek yurduumuzun güvenliğini, gererk komşu ülkeler arasında barışı sağlamak amacıyla, Balkan Antantı'nı meydana getirdi (1934). Öte yandan, Doğu'da da Sadabat Paktı imzalandı (1937). Lozan Antlaşması'yla, boğazlar askersiz bir bölge haline getirilmiş bulunuyordu; 1936 yılında imzalanan Montrö Antlaşması ile bu kayıt da kaldırıldı.

    Atatürk'ün geniş bir dünya görüşü vardı; milli düşüncelerle insani düşünceleri birbirinden ayırmazdı. Ona göre, uluslararası ilişkiler, milli olduğu kadar, insani duygular üzerine de kurulmalıydı.

    Kendisi bu konuda şöyle diyordu: -- "Eğer devamlı sulh isteniyorsa, kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyet-i umumiyesinin refahı, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, açgözlülükve kinden uzak yetiştirilmelidir."

    Yapılan antlaşmalar sonunda, birtakım yabancı devletlerin başkanları yurdumuza gelerek ulu başbuğu ziyaret ettiler. 4 Ekim 1933'te Yugoslavya Kralı Aleksandr, 16 Haziran 1934'te İran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye'ye geldiler. 4 Eylül 1936'da da İngiltere Kralı 8'inci Edward Türkiye'ye gelerek Atatürk'le görüştü.
  • ATATÜRK SOYADI

    Mustafa Kemal, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 24 Kasım 1934'teki toplantısında kabul edilen özel bir kanunla "ATATÜRK" soyadını aldı. Kendisinden ilk kez "ATA TÜRK" diye sözeden Saffet Arıkan olmuştur. Saffet Arıkan, Türk Dil Kurumu başkanı bulunduğu sırada radyoda yaptığı bir konuşmada (26 Eylül 1934), ulu başbuğumuzdan "ATA TÜRK" diye sözetmiştir.
  • ATATÜRK HASTALANIYOR

    Atatürk, 1938 yılının ilk aylarında Yalova ile Bursa'ya gitti. Yalova'daki Termal Oteli daha yeni yapılmıştı. Atatürk, 22 Ocak 1938'de Yalova'ya giderek, bu otelin ilk konuğu oldu. 1 Şubat 1938'de Gemlik'te kurulanSuni İpek Fabrikası'nın açılış töreninde bulunduktan sonra, ertesi gün Bursa'da açılan Merinos Fabrikası'nın açılışında bulunmak üzere oraya gitti. Kendisini karşılamaya gelen Bursalılar, bardaktan boşanırcasına yağmur yağdığı halde, Ulu Ata'ya büyük sevgi gösterileri yaptılar. Ulu Başbuğ Atatürk, yağmura rağmen, açık bir otomobille şehre girmişti. Çelik Palas Anonim Şirketi'ndeki hisselerini, Bursa'daki köşkünü, köşkün onarımı için bankada duran parasını Bursa Belediyesi'ne bağışladı.

    Türk'ün Atası, Yalova ve Bursa yolculukları sırasında kendisini adamakıllı üşütmüş, hayli zayıf düşmüştü. Çankaya'daki köşkte bir süre dinlenmesi gerekiyordu. Rahatsızlığı ağır olmamakla birlikte, her ihtimale karşı, Fransa'dan iç hastalıkları uzmanı Prof. Fissenger getirildi. Yapılan muayene sonunda, hastalığın kısa bir dinlenmeyle atlatılabileceği anlaşıldı. Bu haber Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nce yayınlanan bir bildiriyle bütün yurda duyuruldu; geniş bir ferahlık uyandı.

    Ulu Başbuğ Atatürk, 11 Mayıs'ta yetkili memurlar huzurunda, millete armağan ettiği mülklerin hibe belgelerini imzaladı. Böylece, Ankara'da Marmara Köşkü'ndeki çiftliklerini Ankara Belediyesi'ne armağan ettiği arsalarla yapıları, Cumhuriyet Halk Partisi'ne armağan ettiği UIus Basımevi ile dolaylardaki topraklarını resmen millete bağışlamış oldu.

    19 Mayıs 1938'de Spor ve Gençlik Bayramı gösterilerini izledikten sonra, Güney illerimizde bir inceleme gezisine çıktı; Silifke'ye, Mersin'e gitti. Birkaçgün Mersin'de kalarak, oradaki birliklere küçük ölçüde tatbikat yaptırdı ve sonra Adana'ya döndü. Bu, büyük askerin ordusuyla yaptığı sonyakın görüşmeydi. Bu gezi, Ata'yı çok yormuştu. Ankara'ya uğradıktan sonra, dinlenip tedavi olmak niyetiyle İstanbul'a gitti.

    Uzman hekimlerin yaptığı konsültasyon sonunda, Atatürk'ün karaciğerinden hasta olduğu anlaşıldı. Fransa'dan Prof. Fissenger, Berlin'den Bergmann, Viyana'dan Prof. Epinger davet edilerek hastalığın tedavisi üzerinde fikirleri alındı. Yurdun en tanınmış hekimleri de sürekli tedavi heyetine katıldılar.

    1 Haziran 1938'de Atatürk, için alınan "Savarona" yatı İstanbul'a geldi. Atatürk, uzun süre bu yatta kalıp, dinlendi. Devlet işlerini buradan yönetti, kendisini görmeye gören bakanları burada kabul etti. Hastalığının ciddi olduğu duyuluyor, hakkındaki kaygılar yurdun dört yanında derin üzüntü uyandırıyordu.

    4 Temmmuz 1938'de Hatay bağımsız bir devlet haline geldi. Bu olay, Atatürk'ün son çalışmalarının eseriydi. Ne yazık ki, Atatürk ciddi şekilde hastaydı. 18 Ekim'de bildiriler yayınlanarak, sağlık durumu üzerinde millete bilgi verilmeye başlandı. 22 Ekim'de hastalığın düzelmeye yüz tuttuğu bildirildi. Ne var ki, Atatürk Cumhuriyet'in 15'inci yıldönümü töreninde Ankara'ya gidemedi. Bu büyük bayramın sevincine bütün yurtta derin bir üzüntü de karışmıştı. Atatürk bitkin bir halde yatarken, orduya bir mesaj yazdırdı; bunu yatağının içinde kendi eliyle düzeltti.



    ATATÜRK ÜN ORDU'YA SON SÖZLERİ

    Ulu Başbuğ, asker ve subay arkadaşlarına son seslenişi olan bu mesajında şöyle diyordu:

    "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
    Memleketin en buhranlı ve müşkül anlarında, zulümden, felaket, ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet'in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarıyla mücehhez olduğun halde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına şüphem yoktur.
    Bugün, Cumhuriyet'in onbeşinci yılını, mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda, kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan be ifade ederken büyük milletimizin iftihar hislerine de tercüman oluyorum.
    Türk vatanının ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük milletimizin tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük milletimizin, orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile bir iki kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-i nefis ve istihkar-ı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.


    Cumhuriyet Bayramı'nın onbeşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun!"
  • ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜ


    8 Kasım 1938'de Ata'nın sağlık durumu üzerindeki dokuzuncu bildiri yayınlandı. Bu bildiride, hastalığın normal seyrinden çıktığı, durumun ağırlaştığı bildiriliyordu. Yabancı uzmanların da katıldığı konsültasyon sonunda, Atatürk'ün karnından su alınmasına karar verildi. Büyük bir dikkat ve özenle yerine getirilen bu işlem, Atatürk'ün ömrünü ancak birkaç gün uzatabilecekti.

    Atatürk, 9 Kasım gecesini koma içinde geçirdi. Erimiş, çökmüş, sönmeye yüz tutmuştu. Ertesi sabah, 10 Kasım 1938 günü, saat 9:05'te, Türk milletinin büyük kurtarıcısı; Başbuğu, eşsiz kahraman, özel insan uçmağa vardı.

    Atatürk'ün uçmağa varış haberi, bütün yurtta gözyaşları içinde karşılandı.

    16 Kasım'da, bayrağa sarılı tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nda muhteşem bir katafalk üzerinde halkın ziyaretine sunuldu. Üç gün, üç gece gözleri yaşlı halk seli generallerle subayların ihtiram nöbeti tuttukları bu aziz naaşın önünden geçti.

    19 Kasım 1938 Cumartesi günü, Ulu Başbuğun tabutunu omuzları üzerine alan oniki general, tabutu sarayın önüne getirilen top arabasına kadar taşıdılar. Gülhane Parkı rıhtımından alınan tabut, bir torpidoya konularak "Yavuz" zırhlısına geçirildi.

    "Yavuz", büyük mateme katılmak için yabancı devletlerin gönderdikleri savaş gemileriyle birlikte, Büyükada açıklarına kadar uğurlandı. Gece, İzmit'ten özel bir trene konulan ulu insanın naaşı, yol boyunca gözleri yaşlı halkın önünden geçerek, 20 Kasım 1938 Pazar günü Ankara'ya getirildi.

    Tabutu trenden gene oniki general alarak, top arabasına koydular. Naaş, yüzbir pare top atışıyla selamlandıktan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi önüne konulan katafalka yerleştirildi. Ankara halkı ulu insanın naaşının önünden saygı geçişi yaptı. Ertesi gün, muhteşem bir törenle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin önünden alıman nnaş, Etnografya Müzesine getirilerek, hazırlanan mermer lahde konuldu.



    Daha sonra, Atatürk'ün tabutu 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesi'nden alındı; ayrı bir törenle Anıt-Kabir'e nakledilerek, ebedi istirahatgahına bırakıldı.
  •  Mustafa Kemal ATATÜRK
  •  Mustafa Kemal ATATÜRK



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi akın48 -- 15 Ağustos 2008; 12:55:24 >

  • [font="Monotype Corsiva"]

    Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
  • Onun sesinden..

    http://ra pidshare.com/files/86802926/ATAM.rar
  • Ingiliz krali VIII. Edward Istanbul'a Atatürk'ü ziyarete geldigi zaman, Atatürk kendisine bir aksam ziyafeti vermisti. Ziyafetten önce, "Bana Ingiltere sarayinda verilen ziyafetler ne sekilde olur, onu bilen birisini, yahut bir asçi bulunuz!" dedi. Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan ögrenerek sofrayi o sekilde düzene koydular...
    Aksam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayinda zannederek memnun oldu. Atatürk'e dönerek: "Sizi tebrik eder ve tesekkür ederim. Kendimi Ingiltere'de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi. Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandi. Yemekler de halilara dagildi. Misafirler utançlarindan kipkirmizi kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a egilerek: "Bu millete her seyi ögrettim, fakat UŞAK'lığı ögretemedim!" dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün bu sözlerine hayran oldular. Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.


    (atatürk le ilgili en begendiğim hikayelerden birisi budur)
    (anıda olabilir gerçekliği hakkında bir bilgim yok.bana anlatıldıgı sekli ile böyle)
  • Atatürk İlkeleri, çağdaşlaşma yönünü belirleyen ve Atatürk İnkılaplarına temel teşkil eden fikir ve düşüncelerdir. Atatürkçü Düşünce Sistemi içinde birbirine bağlı bir bütün oluşturan Atatürk İlke ve İnkılapları, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştirabilmek için bilimsel düşünceyi esas alan aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu nedenle Atatürk İlke ve İnkılaplarının felsefesinde yapıcılık, en doğruya, faydalıya yöneliş yatar.

    Atatürk İlkeleri, başlangıcından itibaren Türk İnkılabı içinden doğmuş ve onun uygulamalarına yön vermiştir. Atatürkçülük konularını araştıran bilim adamları bu ilkeleri Temel İlkeler ve Bütünleyici İlkeler olarak iki başlıkta toplarlar.

    Bu ilkeler, Atatürk’ün devlet anlayışına hakim olan milli devlet, tam bağımsızlık, milli egemenlik ve çağdaşlaşma (medenileşme) hedefinden kaynaklanmaktadır.

    Atatürk İlkeleri, önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası’nın program ilkeleri olarak benimsenmiştir. 1937’de çıkarılan bir kanunla 1924 Anayasası’na eklenen ilkeler, bu uygulama ile hukuken Türk milletine mâl edilmiştir.

    Temel İlkeler

    * Cumhuriyetçilik
    * Milliyetçilik
    * Halkçılık
    * Devletçilik
    * Laiklik
    * İnkılapçılık

    Bütünleyici İlkeler

    * Milli bağımsızlık
    * Milli birlik, beraberlik ve ülke bütünlüğü
    * Yurtta sulh, cihanda sulh
    * Çağdaşlık
    * İnsan ve İnsanlık sevgisi
    * Akılcılık, bilimcilik, gerçekçilik
  • Atatürk'ün Bilim ve Teknoloji Hakkında Söyledikleri


    Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışındat yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin, yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki ilim ve fen lisanının koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. 1924

    Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile alakasız yaşayamayız... Aksine yükselmiş, ilerlemiş medeni bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız.. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

    Hiçbir tutarlı kanıta dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında ısrar eden milletlerin ilerlemesi çok güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemede geleneklerin kayıt ve şartlarını aşamayan milletler, hayatı, akla ve gerçeklere uygun olarak göremez.. Hayat felsefesini geniş bir açıdan gören milletlerin egemenliği ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdur. 1922

    Başarılı olmak için aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum sağlamak lazımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 1923


    Halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok aydınlara yöneltilen bir vazifedir. Gençlerimiz ve aydınlarımız niçin yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi beyinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice benimsenip kabul edilebilecek bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. 1923

    İnsanların hayatına, faaliyetine egemen olan kuvvet, yaratma icat yeteneğidir. 1930

    Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan varmak arzu edilmekle beraber, yolun kabul edilebilir; mantıki ve özellikle ilmi olması şarttır.

    Bu millet ve memleket ilme, irfana çok muhtaç; tahsil yapmış, diploma almış gelmiş olanları korumak kadar doğal ve lüzumlu bir şey olmaktan başka, parti parti eğitim ve öğretim görmek için ilim ve fen almak için Avrupa’ya, Amerika’ya ve her tarafa çocuklarımızı göndermeye mecburuz ve göndereceğiz. İlim ve fen ve ihtisas nerede varsa, sanayi nerede varsa gidip, öğrenmeye mecburuz. Bu nedenle artık himaye çok zayıf kalır. Bunun yerine mecburiyet geçerli olur. 1923

    Hayati gerçekleri bilerek, bilmeyenlere de uygun bir yol ile veya zor ile anlatarak amacımıza yürüyeceğiz... Bizi bu amaca varmaktan alıkoyan iki kuvvet vardır. Biri dış düşmanlardır. Bunlar bizi bir sömürge haline koymak için ilerlemememizi istemeyenlerdir. Fakat çiftçi arkadaşlar, muhterem babalar, bizim için bunlardan daha zararlı, daha öldürücü bir sınıf daha vardır: O da içimizden çıkması muhtemel olan hainlerdir. Aklı eren memleketini seven, gerçeği gören kimselerden böyle bir düşman çıkmaz. İçimizde böyleleri çıkarsa onlar ya aklı ermeyen cahiller, ya memleketini sevmeyen kötüler, ya gerçeği görmeyen körlerdir. Biz cahil dediğimiz zaman mutlaka okula gitmemiş olanları kastetmiyoruz. Kastettiğim ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de, özellikle sizlerin içinizde görüldüğü gibi gerçeği gören gerçek bilginler çıkar. 1923

    İtiraf ederim ki, düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan daha çok çalışmaya mecburuz. Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın gereklerine göre bilim ve teknik ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur. 1923

    İlim tercüme ile olmaz, inceleme ile olur.

    Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Beden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor. Milletlerin, toplumların. Kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.
  • Atatürk`ün dünyada `başöğretmen' sıfatlı tek lider olduğunu.
    Bir geometri kitabı yazdığı, üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin (Türkçe) isim babasının bizzat Mustafa Kemal olduğunu...

    Norveççe`de `Atatürk gibi olmak` diye bir deyim olduğunu...

    Atatürk çiçeği'nin adını, çiçeği bulan Wanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Landin`in koyduğunu ve bu çiçeğin tüm dünyada bu isimle üretilip satıldığını...

    Yunan başkomutanı Trikopis`in, hiçbir zorlama ve baskı olmadan her Cumhuriyet bayramında Atina'daki Türk büyükelçiliğine giderek, Atatürk`ün resminin önüne geçtiğini ve saygı duruşunda bulunduğunu...

    ''Mimber'' adında bir gazete çıkarttığını ve 52 sayı yayımlanan gazetede ilk defa sansür kelimesi geçtiğini...

    Kurtuluş Savaşında rütbe alan bir çok kadın askerlerimizin olduğu, dünya tarihine geçen tek bir üsteğmenimizin olduğunu, Üstteğmen Kara Fatma'nın 700 erkek, 43 kadından oluşan bir müfrezenin reisliğine bizzat Atatürk tarafından atanmış olduğunu...

    Bir röportajda Birleşmiş Milletlere üye olmayı düşünüyor musunuz?" diye sorulduğunda "şartlarımızı koyarız, kabullerine bağlı. Biz müracaat etmeyiz üye olmak için, davet gelirse düşünürüz" dediğini ve bunun üzerine BM yasasının değiştirildiğini ve üyeliğe davet edilen ilk ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu...

    1938'de, General McArthur'un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye;
    "şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal'i görmek için
    neler vermezdim" dediğini...

    1938'de Ata`nın ölümünde Tahran gazetesinde yayınlanan bir şiirde; "Allah bir ülkeye yardım etmek isterse onun elinden tutmak isterse başına Mustafa Kemal gibi lider getirir" denildiğini...

    1996'da Haiti Cumhurbaşkanının vasiyetinde, mezar taşına yazılmasını istediği metinde; "Bütün ömrüm boyunca Türkiye'nin lideri Mustafa Kemal Atatürk'ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm" yazdığını...

    2000'de ABD Başkanı Clinton'un milenyum mesajında; ''Milenyumun hiç şüphe yoktur ki tek devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk'tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış tek liderdir" denildiğini...

    2005'de Amerika'nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Johns`un önerisinin "Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk'ü örnek alsın yeter" olduğunu...

    2006'da ise AB Uyum yasaları gereğince devlet dairelerinden Atatürk resimlerinin kaldirilmasinin istendiğini...

    BİLİYOR MUYDUNUZ?
  • CUMHURİYETÇİLİK

    Cumhuriyetçilik ilkesi Kemalist ilkeler arasında yer alan Cumhuriyetçilik esas itibariyle Demokrasinin devlet şekline uyarlanmış hali şeklinde tanımlanır. Farsça halk demek olan "Cumhur" kelimesinden gelir. Bu bakımdan Halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği "Demos" ve "Kritos" yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir.

    Atatürk için, Kemalizmin "cumhuriyetçilik" ilkesi ile "demokrasi" eşanlamlı idi:
    “ Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır. Milli egemenlik esasına dayalı memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur. ”

    Atatürk için, demokrasi her şeyden önce bir özgürlük sorunuydu:
    “ İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyaçlarını uyutmayı amaçlar... Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır. ”

    Atatürk'ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı ve halka demokrasiyi ve özgürlüğü öğretmek için ele aldığı "Medeni Bilgiler" kitabında "kamuoyu" şöyle anlatılıyordu :
    “ Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Ulusal egemenlik ve temsili hükümet düşüncesinin yayılması ve yükselmesi ancak kamuoyunun etkinliği ile olabilir. ”

    Aynı kitabında Atatürk'ün "basın özgürlüğü" ile ilgili görüşleri de şöyleydi:
    “ Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yaın özgürlüğünden doğacak sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan basın yayın özgürlüğüdür. ”

    Atatürk'ün daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını alacak olan "Halk Fırkası"nın tüzüğünü hazırlarken, bu partinin "laik demokrat" olduğunu vurgulamaya özen göstermiştir. Zamanın Fransa Büyükelçisi'ne söyledikleri ise onun demokrasi anlayışını göstermektedir.
    “ Kişisel iktidar gibi zararlı bir örnek bırakarak ölmeyeceğim. Parlamenter bir cumhuriyet kuracağım. ”

    Atatürk elinde hem padişah hem de halife olacak kadar gücü olduğu halde Cumhurbaşkanlığını bile geçici bir görev olarak düşünmekteydi. Fethi Okyar'ın 9 Ağustos 1930 tarihli mektubuna verdiği yanıtta şu satırlar vardır:
    “ Bildiğiniz gibi resmi görevim dolayısıyla ben bugün Cumhuriyet Halk Fırkasının Genel Başkanlığını fiilen yapamamaktayım. Fiili Başkanlık İsmet Paşa tarafından yerine getirilmektedir. Cumhurbaşkanlığı görevimin bitiminde, bizzat kurduğum Cumhuriyet Halk Fırkasının Başkanlığını fiilen yerine getireceğim tabiidir. ”

    Kavramın gelişimi [değiştir]

    Ali Suavi, Namık Kemal ve başka Genç Osmanlılar özellikle Amerikan ve Fransız devrimlerinin de etkisiyle sultanın otoritesini kısıtlayacak bir rejim talep ediyorlardı. Özellikle II. Abdülhamit döneminde Fransız filozoflarının görüşleri Jön Türkler arasında geniş ölçüde yayıldı. Atatürk de bu oluşumun bir parçasıydı. Bununla birlikte Atatürk'e kadar reform düşüncesi meşrutiyet fikrinin ötesine geçmemişti.

    Cumhuriyet düşüncesinin gelişme fırsatı bulması özellikle Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen dönemde mümkün oldu. Savaştan sonra Rusya, Almanya ve Avusturya gibi imparatorluklar yerlerini cumhuriyet rejimlerine bıraktı. 1918'de Azerbaycan ilk Müslüman cumhuriyet olarak kuruldu. Rusya'daki diğer Müslüman halklar da kendilerini cumhuriyet olarak ilan etti. Cumhuriyet fikri böylece bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika'ya yayıldı.

    Atatürk'ün cumhuriyet kurma projesini ne zaman planlamaya başladığı tam olarak bilinmemektedir. Ama daha 1919'daki milliyetçi toplantıların raporlarına bakarak bağımsızlık mücadelesinin başından itibaren Atatürk'ün cumhuriyetçi fikirlerden etkilenmiş olduğu söylenebilir.[1] Ancak sultanlığa ve halifeliğe bağlılığın kuvvetli olması nedeniyle Atatürk ve onun gibi düşünenler fikirlerini gerçekleştirmek için beklemek zorunda kaldılar. Cumhuriyet saltanatın kaldırılmasından neredeyse bir yıl sonra ilan edildi.
  • 
Sayfa: 12345
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.