Şimdi Ara

Marksizm-komünizm hakkında (13. sayfa)

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
322
Cevap
0
Favori
7.688
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
5 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 1112131415
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Communist kullanıcısına yanıt
    mesajımı editlemiştim burayada kopyalayayım.
    "Eşitlik özgürlük sosyalizm konusu cezbediyorsa teorik araştırma yaparak başlamalısın.
    Burada seni "gamalı haç" ve "hayl hitler" deken görmeyelim"

    Dünya emperyalizmi zaten parasız sisteme doğru gidiyor.Kredi kartları örneğin.
    Çürüyen bir sistem.Mücadelede gerekiyor.
    Senin sandığın gibi bu işler savaşsız olmaz.
    Marx sosyalizme geçişi Evrim veya Devrimle olacağını öngürmüştür.
    Bu demektirki bazı ülkelerde örneğin AB gibi burjuva demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde barışçıl geçiş mümkündür.

    Şu an için türkiyede bu koşullar yok . Emperyalizm demokratik devrimi bize tamamlatmıyor.
    Geri kalmış ülkelerde emperyalizm ile savaşmadan sosyalizm imkansızdır.
    Bilmem anlatabildim mi?




  • Communist kullanıcısına yanıt
    Çocuk git işine tek kelime yazmam sana.
    Ne Marx ne Komünizm nede Sosyalizm senin işin değil.
    Seni çok yakında "gamalı haç ve hayl hitler" derken göreceğiz



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Reavero -- 22 Mayıs 2019; 3:17:46 >
  • Reavero kullanıcısına yanıt
    dincilerin ayetleri attığı gibi boy boy yazıları kopyalayıp atacağına sorulara cevap verde bizde öğrenelim ozaman. gerçeği sen savaştan yanasın senden öğrenebileceğim birşey olacağını sanmıyorum.
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Senin iki yüzlüsün.
    "Communist" nikini komünizme çamur atmak için almış bir üyesin.
    Kaldıki hem Marksist hemde Komünist olmadığını kabul ettin.
    Terbiyesizliğin bu kadarına pes.
  • Reavero kullanıcısına yanıt
    yav ne terbiyesi alt tarafı nick işte istiyosan satim sana
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Hala terbiyesizlik yapıyorsun.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: Reavero

    mesajımı editlemiştim burayada kopyalayayım.
    "Eşitlik özgürlük sosyalizm konusu cezbediyorsa teorik araştırma yaparak başlamalısın.
    Burada seni "gamalı haç" ve "hayl hitler" deken görmeyelim"

    Dünya emperyalizmi zaten parasız sisteme doğru gidiyor.Kredi kartları örneğin.
    Çürüyen bir sistem.Mücadelede gerekiyor.
    Senin sandığın gibi bu işler savaşsız olmaz.
    Marx sosyalizme geçişi Evrim veya Devrimle olacağını öngürmüştür.
    Bu demektirki bazı ülkelerde örneğin AB gibi burjuva demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde barışçıl geçiş mümkündür.

    Şu an için türkiyede bu koşullar yok . Emperyalizm demokratik devrimi bize tamamlatmıyor.
    Geri kalmış ülkelerde emperyalizm ile savaşmadan sosyalizm imkansızdır.
    Bilmem anlatabildim mi?
    ["@Communist alıntı :
    Anti kapitalist olmak için parti yada örgüt şartmı?

    Yazdıklarımın nesi yanlış? "]


    Hocam bu vatandaş kendini Donkişot falan sanıyor galiba

    Veya dediğin gibi yakın zamanda "Gamalı Haç" ve "Hayl Hitler" deken görme ihtimalimiz çok yüksek




  • Reavero kullanıcısına yanıt
    quote:

    Marx sosyalizme geçişi Evrim veya Devrimle olacağını öngürmüştür.
    Bu demektirki bazı ülkelerde örneğin AB gibi burjuva demokratik devrimini tamamlamış ülkelerde barışçıl geçiş mümkündür.


    savaşla hem mümkün değil hemde insancıl değil.

    AB ülkeleri için evrimle geçişi açıklarmısın nasıl olacak?



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Communist -- 22 Mayıs 2019; 4:23:12 >
  • Communist kullanıcısına yanıt
    Savaşsız yani evrimsel Dönüşümle olabilme ihtimali çok yüksek demek.

    Tam sana göre .AB ülkeleri örneğin onlar zaten burjuva demokratik devrimini tamamlamış ülkeler.

    Türkiye sana göre değil.İktidar namlunun ucunda.
    Türkiyenin Bırak burjuvazini, feodalizmini dahi barışçıl temizleyemezsin.
  • quote:

    Orijinalden alıntı: mfselektronik

    ["@Communist alıntı :
    Anti kapitalist olmak için parti yada örgüt şartmı?

    Yazdıklarımın nesi yanlış? "]


    Hocam bu vatandaş kendini Donkişot falan sanıyor galiba

    Veya dediğin gibi yakın zamanda "Gamalı Haç" ve "Hayl Hitler" deken görme ihtimalimiz çok yüksek


    Alıntıları Göster
    Anlaşılması zor bir arkadaş.
    Bırak sosyalizmi,Sosyal demokrasiden dahi haberi yok. Ütopik sosyalist desem oda değil.

    Amerikadaki,İsraildeki,Almanyadaki Nazilerin faşistlerin gel biz yorulduk sana iktidarı sonsuza kara verelim mi sanıyor ne ?

    Kendiliğinden para kalkacak dünyaya parasız adalet gelecek sermaye kendini tavsiye edecek mi acaba?




  • Dedi anti Marksist , anti Kominist vede emperyalizmin ve kapitalizmin azılı savunucusu.
  • @Arif KOŞAR 05 Mayıs 2018

    Karl Marx tartışmasız biçimde insanlık tarihinin en önemli düşünürlerinden birisiydi. Öyle ki, onun fikirlerini benimseyen komünist partiler tüm dünyada etkili oldu; işçi sınıfı ve emekçiler ütopizmden kopup gerçek bir sosyalizme yöneldi. Kimi ülkelerde başarılı oldu, insanlık tarihinin en ileri kazanımlarını yaşama geçirdi. Sömürüsüz bir hayatı inşa etti. Başarısız olduğunda da egemenleri taviz vermeye, birçok hakkı tanımaya zorladı.

    Bir hayalet dolaşıyor hâlâ. Kapitalist propaganda aygıtlarının lanetlemesine, liberal demokrat medyanın küçümsemesine rağmen Marx; hayatı, eserleri, bilimsel keşifleri ile yeni bir toplum kurma mücadelesinde yaşıyor. Direnişte, ısrarda, kararlılıkta... Yeni bir dünya isteyen her sloganda. Sonda söylenecek olanı başta söylersek: Marx bize lazım, çünkü devrim bize lazım.

    1. ARTI-DEĞER VE KAPİTALİST SÖMÜRÜ

    Marx, kendinden önceki ekonomi politikçilerin oldukça geliştirdikleri ama bir türlü tutarlı hale getiremedikleri emek değer teorisini sonuçlarına ulaştırdı. Adam Smith, David Ricardo gibi klasik iktisatçılar, metaların değerlerini,üretimi için gerekli emek zamanı ile açıklamış, ancak kapitalistin kârını emek değer teorisi kapsamında tanımlayamamıştı. Marx, kapitalistin elde ettiği artı-değerin, işçinin, kendisi için gerekli olandan (ücret) fazla bir süre çalışması sonucu ortaya çıktığını keşfetti. Emekçinin bu fazla emeğine ve üretilen değere kapitalist el koyuyordu. Bunun üzerini örtmeye çalışan tüm iddialara rağmen günümüz kapitalizmi, emeğin sömürüsüne dayalı, onun üzerinde yükselen toplumsal ilişkiler ağıdır.

    2. SERMAYENİN EGEMENLİĞİ VE SONUÇLARI

    Sermaye birikim için vardır. Büyüyemeyen, yerinde sayan sermaye rekabette yenik düşer, yok olur ya da tekellerin şubesi haline gelir. Sermaye büyüdükçe emekçi halkın göreli ve mutlak yoksulluğu artar, işsizlik, sömürü, ağır ve stres altında çalışma, iş cinayetlerinde ölüm yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelir. Bugün dünya ölçeğinde 62 kişinin serveti 3,5 milyar insandan fazla. Dünya nüfusunun yüzde 1’inin geliri kalan yüzde 99’unki kadar (Oxfam verileri). Servet ve gelir eşitsizliğinin geldiği bu nokta, sermaye birikim rejiminin kaçınılmaz görünümlerinden sadece bir kısmı.

    Marx, sermayenin toplumsal yaşamın bütün alanlarına girdiğini, girmek zorunda olduğunu, onun genel eğiliminden çıkarmıştı. Bu büyük öngörü; kültür, sanat, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, aşk, günlük ilişkiler ve tüm alanlarda, maalesef, doğrulanmıştır.

    3. ENTERNASYONALİZM YA DA İKİYE BÖLÜNEN DÜNYA

    Marx’ın çokça eleştiri konusu olan, Komünist Manifesto ve yer yer Kapital’de dile getirdiği konulardan birisi, toplumun işçi sınıfı ve kapitalistler olmak üzere giderek iki temel sınıfa ayrışacağı biçiminde görüsüydü. Elbette sınıf içi farklılaşmalar olmakla birlikte, bu öngörü kesin bir biçimde doğrulanmıştır. Mesela Türkiye’de ücret karşılığı çalışanların istihdamdaki payı 1955 yılında yüzde 14 iken 2000 yılında yüzde 48’e yükseldi. 2017’de bu oran yüzde 67.2’ye ulaştı. Almanya’da çalışanların yüzde 88.4’ü, İngiltere’de yüzde 85.7’si, İspanya’da yüzde 83.2’si ücretli ve maaşlı çalışanlardan oluşmaktadır. Tüm dünyadaki proleterleşme dalgasıyla neredeyse tüm ülkelerde işçiler nüfusun büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Kapitalizmin ve burjuvazinin (hele ki emperyalizm çağında) uluslararası niteliği, işçi sınıfının da bir dünya işçi sınıfı olarak uluslararası bir nitelik kazanmasını sağladı. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketi, kaçınılmaz bir biçimde enternasyonalisttir, başarısı da bu gücüne bağlıdır.

    4. ÜRETİM İLİŞKİLERİNİN KOŞULLAYICILIĞI

    Marx, kendinden önceki tarih ve toplum anlayışlarının içinden çıkamadığı o büyük karmaşayı çözmüştür. ‘Büyük adam’ların, kralların, politikacıların, onların siyasal ve ideolojik görüşlerinin ekonomik ilişkiler tarafından koşullandığını keşfetmiştir. Siyasetçilerin icraatlarını, sadece onların istek ve çıkarlarına bağlayan ‘idealizm’in yerine nedenlerini, köklerini, koşullayıcılarını ve zeminini anlamayı hedefleyen ‘tarihsel materyalizm’i koymuştur. Buna göre”Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.”*

    5. DÜNYAYI ANLAMAK İÇİN...

    Marksizm, toplumu bireylerin toplamı, kişisel istek ve arzu karmaşası olarak algılamak yerine onu tarihsel ve yapısallaşmış koşulları içinde, üretim ilişkileri ve onun koşullaması temelinde, dolayısıyla sınıf ve sınıflar mücadelesi bağlamında ele alır. Bunu dikkate almayan her yaklaşım, örneğin savaşları Amerikan başkanının keyfine, hükümet icraatlarını Erdoğan’ın salt kişisel heveslerine, TÜSİAD’ın pespaye ‘demokrasi’ açıklamalarını onun ‘uygarlığına’ bağlamaya hevesli olacaktır. Kapitalistlerin ikiyüzlü ‘nezaketine’ hayran kalacak, AKP’nin üç yılda bir tekrar ettiği ‘demokratik’ lafları “yetmez ama evet” diyerek hararetle alkışlayacaktır. Sömürü ve burjuva egemenliğini es geçecek, bunları çok ağır ve dogmatik konular olarak görecektir. Oysa kapitalist sömürü ve toplum gerçeğinin göz ardı edilmesi, onun hizmetine girilmesidir. Günümüz toplumunu ve bireyini anlamak için bu bağlam inkar edilemez bir yöntemsel gereklilik ve gerçekliktir.

    6. ANLAMAK YETMEZ, ASIL OLAN DEĞİŞTİRMEKTİR

    Marx’ın güncelliğinin sebebi sadece toplumu ve dünyayı anlamak için gerçeğe en yakın kuramsal araçları sağlamış olması değildir. Materyalist diyalektik yöntemle, hayatın, günlük diyalog ve olayların tarihsel ve ilişkisel olduğu göz önünde bulundurulur. Bugün değişmez olarak gördüğümüz her şey içinde bulunduğumuz kapitalist ilişkiler parçalandığında, onunla birlikte adım adım tarih sahnesinden silinecek ya da yeni bir forma girecektir.Dolayısıyla kapitalizmi bir burjuva iktisatçısı da, en azından görünümleri itibariyle, çok iyi teşhis edebilir. Oysa kritik olan onu değiştirmektir. Bunun için Marksizm, “siyaset üstü” ve “partiler üstü” bir “Akademik Marksizm” değildir. Devrimci olmayan bir Marksizm söz konusu olamaz.

    7. LİBERAL SOLCULUK, REFORMİZM VE DEMOKRASİCİLİĞİN REDDİ

    Bugün sorun sadece dünyayı değiştirmek de değildir. Onun nasıl değiştirileceğidir. Hangi yol ve yöntemlerle, neye dayanarak? Yoksulluk, işsizlik, emeğin sömürüsü, kadınlar ve uluslar üzerindeki baskısı ile bu sömürü düzenin ortadan kaldırılması ihtiyacı Marksizm’i gerektirir. Dünyayı değiştirmeyi hedefleyen her toplumsal hareketin Marksizme, kapitalizmin doğru bir analizine ve onun nasıl ortadan kaldırılacağını bilmeye ihtiyacı vardır. Kapitalizmi hedefe koymayan, diğer bir deyişle sınıf mücadelesine dayanmayan, işçi sınıfı ve emekçileri merkezine almayan her türlü “demokrat”, “radikal demokrat”, otonomcu, liberal sol, anarşist, müthiş keskin söylemlerle ortaya çıkanları da dahil “sol” görüş ya kapitalizmin bizzat içindedir ya da dönüp dolaşıp ona bağlanmaktadır: Ya çürümüştür ya da çürüyecektir!

    8. KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ

    Kapital'de Marx, kadınların feodal toplumun çözülüşüyle birlikte evden üretim sürecine katılmalarını, bunun yarattığı toplumsal değişimi ayrıntılı bir biçimde betimler. Bununla birlikte bize, kadınlar üzerindeki ataerkil baskı ve tahakkümü, kapitalist ilişkiler gerçekliğinde ele almanın kuramsal araçlarını sağlar. Engels’in tarihsel materyalizm üzerine mektuplarında ısrarla vurguladığı gibi; Marksizm hiçbir zaman toplumsal olguları kapitalist üretim ilişkilerine indirgemedi. Ancak erkeğin kadın üzerindeki ataerkil tahakkümü de dahil hiçbir olgu, içinde yaşadığımız kapitalist ilişkilerden bağımsız değildi. Bugünden başlayan bir mücadeleyle, ama yalnızca kapitalizm tasfiye edildiğinde kadın özgürlüğünün toplumsal temeli sağlanmış olacaktır. Elbette bu bir son değil başlangıçtır.

    9. EZİLEN ULUSLARIN KURTULUŞU

    Marksizm, Kürt sorununda olduğu gibi bir ulusun haklarının reddi ve baskı altına alınmasını, milliyetçilik ideolojisiyle açıklamayı yeterli bulmadı. Bu milliyetçiliğin temelinde hangi çıkarlar yatıyordu, ezen milletin egemen sınıfı kimdi ve bu baskı ilişkisinden kimler fayda sağlıyordu? Dolayısıyla ulusal tahakkümü sınıf mücadelesi ve enternasyonalizm temelinde ele aldı. Feodalizm ve kapitalizmle ilişkisi bağlamında gerici ulusal hareketlerin karşısında durdu, ilerici olanları destekledi. Lenin’in kesin olarak formüle ettiği ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesinin temellerini attı. O günlerden bu yana Marksizm ezilen uluslara şu mesajı vermiştir: Ulusların tam ve gerçek eşitliği sosyalizmdedir. Sovyetler Birliği’nde gerçek karşılığını gördüğümüz gibi.

    10. GERÇEK BİR DEMOKRASİ İÇİN...

    Marx, demokratik haklar için mücadeleyi hiçbir zaman küçümsemedi. Onu önemsedi, içinde yer aldı. Hatta Marx’ın bir radikal demokrattan komüniste dönüşümü ve yüzünü işçi sınıfına dönmesinde, burjuvazinin demokratik haklar konusundaki korkaklığı ve iki yüzlülüğü de etkili olmuştur. Ancak o, burjuva demokrasisi ufkuna hapsolmayı her zaman reddetti. Çünkü en demokratiğinden otoriterine kapitalist devletin her türünün, sömürü ilişkileri üzerinde yükselen bir burjuva diktatörlüğü olduğunu savundu. Hiç bir parlamenter biçim, hiçbir seçim, hiçbir vekil sayısı, hiçbir demokratik ‘nezaket’ ve öngörü kendi başına gerçek bir demokrasiyi sağlayamazdı. Elbette bu Lenin’in vurguladığı biçimde parlamentodan yararlanmanın reddi anlamına gelmedi. Ancak Marksistler, az çok bütün demokratik olanakları değerlendirirken şunu bilirler: Gerçek bir demokrasi ancak burjuva egemenlik aygıtı olan kapitalist devletin, reforme edilmesiyle değil, parçalanmasıyla, daha doğru bir ifadeyle sosyalizmle mümkündür. Sömürü ortadan kaldırılmadan gerçek bir demokrasi söz konusu olamaz.




  • Alman İdeolojisi: Marksizmin doğuşu

    @Özdeş Özbay 27.11.2016 - 23:48

    Marx ve Engels’in devrimci teorilerini ilk kez net bir şekilde ortaya koydukları çalışma olan Alman İdeolojisi 1845 yazı ile 1846 yazı arasında Marx’ın sürgün olarak gittiği Brüksel’de yazıldı.

    Engels, Marx ile çalışabilmek için Brüksel’e gelmişti ve birlikte ilk kez bu kadar yoğun bir çalışma fırsatı bularak Marksist kuramın temellerini attılar. Ancak bu önemli çalışma 1932 yılına kadar maalesef gün yüzüne çıkmadı. Kendi düşüncelerini bu çalışma ile netleştirmiş olan Marx ve Engels bu çalışmayı yayınlamak yerine hızla yükselen işçi sınıfı hareketine müdahil olmaya çalıştılar.

    Alman İdeolojisi düşünsel bir evrimin kopuş noktasına denk gelmektedir. Marx’ın daha önce kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi (1843), 1844 El Yazmaları ve Feuerbach Üzerine Tezler (1845), Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) çalışması ve birlikte yazdıkları Kutsal Aile (1845) Marx ve Engels’in komünist oldukları ancak henüz kendi tezlerini net bir şekilde ortaya koymadıkları çalışmalardı. Alman İdeolojisi, Marksizm’in temelini attıkları ve dönemin en önemli düşünürleri ile hesaplaşarak kendi görüşlerini en net şekilde ortaya koydukları eserdir. Bu eserin ardından artık Komünist Manifesto’yu (1848) yazacaklardır.

    Engels, Marx ile birlikte çıktıkları yolculuğu ve Alman İdeolojisinin yazılışını 1885 yılında yayınlanan Komünistler Birliği Tarihi Üzerine başlıklı makalesinde şöyle açıklıyor:

    “Ben, en azından modern dünyada belirleyici tarihsel kudret halinde bulunan; bugünkü sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkmasına temel teşkil eden; büyük endüstrinin tamamen geliştiği ülkelerde, bilhassa İngiltere’de sınıf karşıtlıklarına dayanan politik partiler oluşturulmasında ve bu partilerin kavgalarında ve böylelikle bütün bir tarihin yaratılmasında temel etken olan ekonomik gerçekliklerin, bugüne kadarki tarih yazımında, ya hiç yer almadığı ya da onlara sadece ehven bir rol verildiği gerçekliği ile Manchester’da burun buruna gelmiştim. Marx sadece bu manzarayla karşılaşmış olmakla sınırlı kalmamış, bilakis onları ”Alman – Fransız Yıllıkları” (1844) içerisinde, devletin burjuva toplumunu değil, tersine burjuva toplumsal yapısının devleti kesin belirlediği ve düzenlediği, velhasıl siyaset ve onun tarihinin ekonominin koşulları ve gelişmesini açıklayamayacağı; aksine bunun tam tersinin doğru olduğu biçiminde genelleştirmişti. 1844 yazında Marx’ı ziyarete gittiğim zaman, teorik alanların tümünde tamamen örtüştüğümüzü tesbit etmiş ve o tarihten itibaren birlikte çalışmaya başlamıştık. 1845 ilkbaharında Brüksel’de yeniden bir araya geldiğimiz zaman, Marx kendi materyalist tarih teorisinin, yukarda değinilen temel taşlarıyla, ana yolları döşemeyi bitirmişti ve biz artık, yeni edindiğimiz bakış açısına göre farklı yönlerden ayrı ayrı çalışmakla karşı karşıyaydık.”

    1848’de ortaya çıkmış devrimci işçi hareketinin hemen öncesinde Avrupa’da işçi sınıfı hareketleri ortaya çıkıyordu ve canlı tartışmalar vardı. Bir yanda sosyalist adı ile hareket eden örgütlenmeler öbür yanda da döneminin önemli düşünürlerinin etkisi altında olan işçi liderliği vardı. Marx ve Engels işçi sınıfını devrimci bir ideoloji ile donatmak için o dönemin egemen fikirleri ile hesaplaşmak ama bir yandan da bu hareketlerle iletişim halinde olmak zorundaydı. Engels bu dönemi şöyle anlatır:

    “Bizim artık yeni bilimsel vargıları kalın kitaplarla ”ilim sahibi” dünyanın kulaklarına sırf fısıldamaktan başka niyetimiz yok muydu? Tam tersine. Her ikimiz de politik hareketlerin derinliğine içinde idik, eğitim görmüşlerin dünyasıyla, özellikle Batı Almanya’yla belirli bağlantı ve örgütlü proletaryayla zengin temas içerisindeydik. Bizim, kendi görüşlerimizi bilimsel temellere oturtmak yükümlülüğümüz vardı; fakat, en önce Almanya olmak üzere, Avrupa proletaryasını bizim kanaatlerimize kazanmak da bunun kadar önemli idi.” İşte Alman İdeolojisi bu amacın bir ürünüydü.

    Alman İdeolojisi’nin kazandırdığı kavramlar

    Feuerbach Üzerine Tezler aslında Alman İdeolojisi’nin başlangıcıdır. Tezler’de ileri sürülen önermeler Alman İdeolojisi’nde geniş bir şekilde anlatılır. Özellikle yabancılaşma kuramı konusunda Feuerbach’tan çok etkilenen Marks, Tezler’de Feuerbach’ın insanı tarihsel ve toplumsal süreçlerden izole soyut bir insan olarak değerlendirdiğini anlatır. Alman İdeolojisi’nde ise kendi pozisyonlarını yani insanın tarih içerisinde değişen sosyal ilişkiler içerisinde anlaşılabileceğini anlatarak sınıfsız toplumdan sınıflı toplumlara geçiş sürecini anlatırlar. Kendi dönemlerinin en etkili düşünürleri olan Ludwig Feuerbach, Bruno Bauer ve Max Stirner gibi isimlerin yanı sıra “gerçek sosyalistler” diye adlandırdıkları akımla teorik bir hesaplaşmaya girişerek devlet, hukuk, din, devrim, sınıf gibi kavramların Marksist açıklamasını yaparlar. Engels, Genç Hegelciler olan Bauer ve Stirner ile soyut Alman ideolojisinin en önemli temsilcileri olarak Komünizm’in en önemli karşıtları oldukları için hesaplaşmak zorunda olduklarını söyler. Öbür yandan Feuerbach’ın kaba materyalizmi ile de hesaplaşırlar. Gerçek Sosyalistler diye geçen fakat aslında ütopik ve idealist fikirlere sahip olan dönemin sosyalist düşünürlerini de eleştirerek Marksist kuramın farkını açıklamaya girişirler.

    Marks ve Engels ilk kez bu çalışmada tarihsel materyalizmi kullanarak insanlık tarihi açıklarlar. Üretim ilişkileri kavramını ortaya atarak maddi koşulların toplumsal örgütlenmedeki önemine vurgu yaparlar. Burada üretim ile insanın doğayla girdiği aktif ilişkiyi ve bu ilişkinin doğayı dönüştürücü etkisini, ilişki ile de üretim etrafında insanların toplum içerisinde birbirleri ile olan ilişkilerini tanımlarlar. Yine ilk kez tarihin diyalektik evrimini üretim ilişkilerinin değişimi üzerinden açıklarlar. Böylece sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçişi, devletlerin ortaya çıkışını, sınıflı toplumların değişimini ve kapitalist toplumun ortaya çıkışı ile var olan çelişkilerini ortaya koyarlar.

    Tarihi yapanın insan olduğunu, insan etkinliğinin bir sonucu olarak toplumların değiştiğini ve her toplumda egemen olan fikirlerin yine insan etkinliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını anlatan Marx ve Engels dolayısıyla tarihi değiştirmenin yolunun düşüncenin eleştirisi değil maddi koşulların değiştirilmesi olduğunu yani sosyal devrim ihtiyacını ilan ederler. Yani kendi dönemlerinin birçok düşünüründe etkili bir yöntem olan dinin teorik eleştirisini değil insanların dine ihtiyaç duymalarına neden olan çelişkilerin ortadan kaldırılması gerektiğini anlatırlar. Her çağda insanların içerisinde yaşadıkları toplumda egemen olan fikirlerin etkisi altında olduğunu net bir şekilde ortaya koyarlar: “… ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, derhal bütün özerk görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinci belirleyen yaşamdır.” Buradan yola çıkarak egemen fikirlerin önemine yönelen Marks ve Engels şu önemli tespiti yaparlar: “Her dönemde egemen sınıfların fikirleri egemen fikirlerdir; yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entellektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını kendi tasarrufu altında tutan sınıf, buna bağlı olarak düşünce üretim araçlarını da denetiminde tutar, öyle ki düşünce üretim araçlarından yoksun olan fikirler tümüyle buna tabidir.”

    Marx ve Engels devrim ihtiyacını ilan ettikleri Alman İdeolojisi’nde devrimin neden önemli olduğunu ve bunu neden sadece işçi sınıfının bizzat kendi mücadelesi ile yapabileceğini şu cümlelerle açıklarlar: “Bu yüzden devrim, yalnızca egemen sınıf başka biçimde devrilemeyeceği için değil, aynı zamanda işçi sınıfı ancak bir devrimle kendisini çağların pisliğinden arındırabileceği ve toplumu yeniden kurabileceği için gereklidir.”

    Devrim fikri Sovyet devrimini izleyen dönemde Stalinist diktatörlüğün yükselişi ile uzun bir süre Marks ve Engels’in anlattığının aksi bir şekilde tahrip edilmişti. Sovyet tanklarının Doğu Avrupa ülkelerini işgali komünizmin yayılması olarak görülebiliyordu. Türkiye solunda da oldukça yaygın bir anlayış olan “komünist parti”nin devleti bir şekilde ele geçirmesi olarak algılanıyor. Ya da Che Guevera’nın meşhur sözü ile “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” gibi Marxist devrim teorisi ile ilgisi olmayan fikirler geniş etki yaratabiliyordu ki hala da etkisini sürdürüyor. Oysa yukarıdaki paragrafta Marks ve Engels çok net bir şekilde bir özgürleşme pratiği olarak işçi sınıfının kendi eylemliliği içerisinde çağların pisliğinden yani egemen sınıfın fikirlerinden sıyrılarak sosyalist toplumu ve onun kurumlarını aşağıdan bir süreç içerisinde oluşturmalarından söz ediyor. Açıkça devrimin egemen sınıfın devrilmesinden ibaret olmadığını ortaya koyuyorlar. Marks ve Engels’in bu sözleri yaklaşık 50 yıl sonra hayati öneme sahip olacaktı. Çünkü egemen sınıf bir yanda Sovyet tankları öbür yanda da gerilla hareketleri tarafından yıkılabilmişti ancak kendilerini sınıf mücadelesi içerisinde geliştirmemiş olan işçi sınıfı, adına “komünist parti” diyen yeni egemen sınıfların hâkimiyetinde yaşamaya devam etti.

    Devrimin işçi sınıfının kendi etkinliği olacağını söyledikten sonra Alman İdeolojisi komünist topluma dair de bir takım öngörülerde bulunur. Devrimden sonra oluşacak toplumda devlet olmayacak, üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kalkacak, düşünce ve kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalacak ve insanlık ancak bu aşamadan sonra özgür bir toplum oluşturabilecektir. Devrim buna göre kendi başına bir amaç değil insan özgürleşmesinin bir aracıdır. Bu nedenle de devrim kendini işçi sınıfı yerine ikame eden devrimci organizasyonlar tarafından değil bizzat işçi sınıfının kendi eylemliliği ile gerçekleşmek durumundadır.

    Alman İdeolojisi Marx ve Engels’in fikirlerini en net haliyle ortaya koydukları eser olması sebebiyle Marxist teoriye en iyi giriş kitabıdır. Günümüzde Marx okumaya nereden başlamalıyız diye düşünen çoğu kişi çeşitli Marsizm’e Giriş kitaplarına başvuruyor. Oysa bir üçüncü şahsın kendi Marx ve Engels okumasını okumaktansa Alman İdeolojisi ile doğrudan birincil kaynaktan Marksizm’e giriş yapmak en iyisi olacaktır.




  • DEVRİMİN TANIMI


    Marksist devrim teorisi hem determinist hem de (iradecidir) volantiristir. Bu ikili yön diyalektik bir bütün oluşturmaktadır. Devrimin olabilmesi için maddi bir temelin varlığı şarttır. Üretici güçler devrim için gerekli olan (belli bir) seviyede olursa devrim olabilir. Bu anlamda Marksist devrim teorisi, deterministtir. Fakat sadece devrimin zaferi için üretici güçlerin belli bir seviyede olması, objektif şartların olgun olması yetmez. Devrimin zaferi için ihtilâlci inisiyatif de gereklidir. Bu anlamda da Marksist devrim teorisi volantiristir.
    Proletaryanın yönetimi ele geçirebilmesi için, üretim ilişkileri ile üretici güçlerin arasındaki çelişkinin antagonizma kazanması, son haddine ulaşması gerekmektedir. [1*] Proletarya, daha doğrusu öncü müfrezesi bu zıtlığı çözümlemek için devrimci sınıfları kendi tarafına çekerek, ileriye fırlar, karşı tarafın baskı ve cebrini devrimci şiddet ile bertaraf edip, eski devlet mekanizmasını parçalayarak, kendi politik hegemonyasını [2*] kurarak, kendi iktidarına uygun alt yapı düzenlemelerine geçerek, sınıfsız topluma kadar devrimi sürekli kılar.
    "Devrim politik iktidarın ele geçirilmesidir; veya devrim bir üretim tarzından bir ileri üretim tarzına geçiştir" şeklinde karşı karşıya getirilmeye çalışılan bu iki tanım, kendi başlarına hem doğru, hem de eksiktir; ve eksik oldukları için de yanlıştır. Marksist devrim teorisinde böyle karşı karşıya getirilen bir ikilem yoktur. İktidar meselesi her devrimin ana meselesidir; ama bütünü değildir. "Proletarya ve müttefiklerinin iktidara el koymasıdır" şeklindeki devrim tanımı tek başına eksiktir ve dolayısıyla her eksik tanım gibi yanlıştır. Tarihte proletaryanın iktidarı ele geçirdiği halde sosyal dönüşümü sağlayamadığı, Paris Komünü gibi pek çok devrimci girişimi olmuştur. Bu tanıma göre bütün bu hareketleri devrim saymak gerekecektir. Aynı şekilde ikinci kavram da eksik olduğu için nitelik belirleyici değildir. Bu tanıma göre "yukarıdan devrim"le Almanya'yı feodalizmden kapitalizme yükselten Bismarc yönetimini devrimci saymak gerekecektir.
    Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilâl sürecini öngörmektedir. Devrim, halkın devrimci girişimiyle -aşağıdan yukarı- mevcut devlet cihazının parçalanarak, politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla -yukarıdan aşağıya- daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir.
    İşçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmasından itibaren, sosyalist harekette sapmalar daima devrim teorisinin bu ikili niteliğinden birisini abartmak veya ihmal etmek şeklinde ortaya çıkmıştır.




  • MARX VE ENGELS'DE DEVRİM KAVRAMLARI


    Marks ve Engels'de, politik devrim, sosyal devrim ve sürekli devrim olmak üzere üç, tip devrim kavramını görmekteyiz. (Sürekli devrimi III. bölümde inceleyeceğiz.)
    Marks ve Engels'e göre politik devrim, politik iktidarın o tarihsel süreç içinde daha ilerici bir yönetime, mevcut gerici iktidarın alaşağı edilerek geçmesidir. Bir hareketin politik devrim olabilmesi için halk [3*] kitlelerinin, en azından önemli bir kesiminin iktidara yönelik mücadelesinin olması şarttır. Ancak kitlelerin ayaklanması sonucu iktidarın devrimci ellere geçmesi halinde politik devrimden söz edilebilir. [4*] İkinci olarak, Marks ve Engels'e göre, bir hareketin politik devrim sayılabilmesi için, bu hareketin sonucunda oluşan yönetimin ilerici ve demokrat olması şarttır. Marks'ın bu tanımı tekel öncesi dönemin burjuva toplumuna ilişkindir. Marks ve Engels'teki ilericiliğin ölçüsü oldukça ilginçtir. Bir hareketin ilericiliğinin ölçüsü olarak diyor ki Marks:

    "Kamu kredisi ile özel kredi, bir devrimin şiddetini ölçmeye yarayan ekonomik termometreleridir. Onların düştüğü oranda devrimin yıkıcı ve yaratıcı gücü yükselir." (Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, s: 53) [5*]

    Kamu kredisi ve özel kredilere sadece ve sadece tek bir yönetim öldürücü darbeyi indirebilir; o da proletarya yönetimidir. Bu bakımdan, burjuva toplumu zemini üzerinde yıkıcı şiddeti ve yaratıcı gücü en yüksek olan politik devrim, proletarya devrimidir. Bu devrim aynı zamanda sosyal dönüşümü de sağlar (sosyal devrim). Çünkü bu devrim, burjuva kredisini ve borsayı ortadan kaldıracaktır. Bu ise, burjuva üretim ve rejiminin ortadan kalkmasıdır; yeni bir sosyal ve ekonomik düzene geçmektir.
    18 Şubat Devrimi, politik bir devrimdir. Mali aristokrasiyi hedef alan devrim, kamu kredisine ve özel krediye öldürücü darbeyi indirememiş, fakat sınırlandırmıştır. Şubat burjuva rejimine son vermemiş, sadece onun gerici bir fraksiyonunun yönetimine son vermiştir; demokratik hak ve özgürlüklerin çerçevesini genişletmiş ve derinleştirmiştir. Şubat devrimi, burjuva rejimine son vermediği için bir sosyal devrim değildi; ama, kitlelerin ayaklanması sonucu, mali aristokrasinin en gerici yönetimi alaşağı edildiği ve yerine ifadesini sosyal cumhuriyette bulan, daha ilerici bir yönetim iş başına geldiği için, bir politik devrimdir.
    Marks'ın sosyal devrim tanımı ise, (gerçek devrim demektir buna) bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçişi temel almaktadır.
    Bu konuda diyor ki Marks:

    "Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkileri ile ya da bunların hukuki ifadesinde başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesinin sonucu olan şekiller olmaktan çıkıp, bu gelişmenin önünde engeller niteliğine bürünürler. O zaman toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla devirir. Bu alt-üst oluşların incelenmesinde daima, iktisadi üretim şartlarının maddi altüst oluşuyla -ki, bu bilimsel bakımdan kesin olarak tespit edilebilir- hukuki, siyasi, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir... İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden bir sosyal şekillenme asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık şartları eski toplumun bağrında çiçek açmadan asla gelip yerlerini almazlar." (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s: 23-24)

    Hemen görüleceği gibi, Marks ve Engels'in devrim teorilerinde ağır basan yön, ekonomik ve sosyal determinizmdir. Volantirizmin rolü, maddi koşulların belirleyici çerçevesi içindedir. Bu anlayışa göre, politik devrim, sosyal devrimin tamamlayıcısıdır. Politik devrim, maddi şartların belirleyici çerçevesi içinde ihtilâlci insiyatifin ürünüdür. (Proletarya Devrimi deyince, politik ve sosyal devrim kastedilir.)
    Unsurlarına ayırırsak:
    1-) Politik devrim, sosyal devrimin zorunlu bir aşamasıdır.
    Politik devrim ihtilâlci atılımın eseridir. Devrim, kitleleri peşinden sürükleyen, bilinçli ve ne yapacağını bilen bir organizasyonun işidir. Özellikle sosyalist dönüşüme yol açacak olan politik devrim için bu böyledir. Demir gibi bir disipline sahip, bir azınlık örgütü kitleleri bilinçlendirerek, kitlelerin bilinç, ve eylem düzeyini yükselterek, yerinde ve zamanında ihtilâlci insiyatifi kullanarak politik devrimi yapar ve sosyalist dönüşümü sağlar. Devrim bilinçli kitlelerin eyleminin sonucunda olur ve kitlelere dayanır. Fakat dar tutulmuş mesleği devrimcilik olan ihtilâlciler örgütünün ihtilâlci atılımı burada hayati öneme haizdir. (Pasifistler, ihtilâlci inisiyatifin rolünü daima azımsarlar.)
    2-) Politik devrimin sosyal dönüşümü sağlayabilmesi için (tekel öncesi dönem için söyleniyor. Yaşadığımız çağda ise devrimin olabilmesi için), yani sosyal bir devrim olabilmesi için, bir yandan tarihsel koşulların, ekonomik ve sosyal yapının yeterli olması, öte yandan da halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme seviyesinin yüksek olması gerekir.
    Sosyal devrimde belirleyici rolü sadece ihtilâlci insiyatif oynamaz. Tarihi kahramanlar değil, kahramanları tarih yaratır. Devrimler tarihi, iktidarı ele geçirmesine rağmen, objektif şartların yetersizliğinden dolayı (her çeşit kahramanlığına rağmen) ihtilâlci insiyatifin hüsranla sonuçlanması ile doludur. Münzer hareketinden, Şeyh Bedrettin ve Paris Komün'üne kadar tarih, o yaşanılan devrin maddi temelleri ile uygunluk içinde olmayan ihtilâlci insiyatifin mağlubiyetlerine sahne olmuştur.
    Belli bir dönemdeki ihtilâlci atılım, ne kadar güçlü olursa olsun, o tarihi dönem bu atılımın zafere erişmesini imkansız kılıyorsa, maddi yaşama şartları, bu atılımın başarıya erişmesi için belli bir olgunluğa erişmemişse, bozgun mukadder bir sonuçtur.
    İhtilâlci insiyatif ile tarihi ve sosyal determinizm arasındaki diyalektik birliği, Münzer'in hareketini tahlil ederken, Engels çok usta bir şekilde gözler önüne sermektedir:

    "Aşırı (o tarihi döneme uygun düşmeyen anlamında kullanılmaktadır) bir parti şefinin başına gelebilecek en büyük bela, hareketin, bu hareket tarafından temsil edilen sınıf hakimiyetini daha ele alacak ve bu sınıfın hakimiyetinin gerektirdiği tedbirleri uygulayacak kadar olgunlaşmadığı bir devrede iktidarı ele almak zorunda kalmasıdır. Bu şefin elinden gelen şey, iradesine bağlı değildir. Bu olsa olsa çeşitli sınıflar arasındaki zıtlığın ulaştığı merhaleye ve sınıflar arasındaki çatışmanın gelişme derecesine, sınıf zıtlıklarının gelişme derecesini her an tayin eden maddi geçim şartlarının ve istihsal münasebetleri ile mübadele münasebetlerinin gelişme derecesine bağlıdır... Böylelikle, o halledilmesi mümkün olmayan bir muamma karşısında bulunmaktadır. Elinden gelen şey, geçmişteki bütün eylemine, kendi prensiplerine ve kendi partisinin günlük menfaatlerine zıttır. Yapacağı şey ise gerçekleşmesi mümkün olmayan bir şeydir." (Almanya'da Köylü Savaşı, sf. 127)

    Devrim teorisinde, ihtilâlci insiyatif ile ekonomik ve sosyal determinizm arasındaki ilişki ve çelişkiyi, Marks, şu şekilde ortaya koymaktadır:

    "Kişiler kendi tarihlerini, kendileri yaparlar; fakat keyiflerine,göre, kendileri tarafından seçilmiş koşullarda değil de, geçmişin doğrudan doğruya verdiği ve miras bıraktığı koşullarda olur bu." (Louis Bonaparte'nin Darbesi, sf. 21)

    Ve Marks, ihtilâllerin bir avuç kışkırtıcının eseri olduğunu iddia eden gericilere karşı ihtilâllerin nedenini şu şekilde açıklamaktadır:

    "İhtilâlleri kötü niyetli kışkırtıcıların iradesinin ürünü gibi gösteren batıl inancın artık zamanı geçmiştir. Bir ihtilâl sarsıntısının ortaya çıktığı her yerde, bu sarsıntının eskimiş müesseseler tarafından tatmin edilemeyen sosyal ihtiyaçlardan doğduğunu artık herkes bilmektedir". (1851'de Marks'ın Kolonya Yargı Kurulu Üyeleri Önündeki Söylev'ınden, aktaran Henri Lefebvre, Marks'ın Sosyolojisi, sf. 189)

    Mesele açıktır. İhtilâlci insiyatifin rolünde başarıya ulaşabilmesi için devrimin maddi bir tabana oturması şarttır. Bir başka deyişle, alt yapının, o ihtilâlci atılımın zafere erişmesi belli bir düzeye ulaşması gerekmektedir.

    "Devrimler için maddi bir temel lazımdır. Nazariye kendi ihtiyaçlarının gerçekleşmesini temsil etmedikçe bir halk arasında gerçekleşemez. Düşüncenin gerçekleşmeye doğru yönelmesi yetmez, gerçekleşme düşünceye doğru yönelmelidir." (Marks)




  • DEVRİM AŞAMASI, EVRİM AŞAMASI
    VE BUHRANLAR TEORİSİ


    "Büyük tarihi gelişmeler söz konusu olunca" diye yazıyor Marks Engels'e, "yirmi yıl bir tek gün bile sayılmaz ama sonradan yirmi koca yılı içinde toplayan günler de gelebilir" (Lenin, Proletaryanın Sınıf Mücadelesi Taktiği, Marksizmin Kaynağı, sf. 44).
    Marks ve Engels, proletaryanın devrimci mücadelesini evrim ve devrim aşaması olmak üzere iki aşamada formüle ederler.
    Her iki aşamada da proletaryanın devrimci taktikleri değişiktir.
    Devrim aşaması kısa bir dönemdir. Bu aşama, verili sosyal düzenin alt üst olması aşamasıdır. Bu kısa aşamada proletaryanın ve onun öncüsünün taktiği hücumdur; gündemde tek bir madde yazılıdır: AYAKLANMA! Bu dönemde proletaryanın taktiği verili devlet mekanizmasını parçalayarak, proletaryanın devrimci iktidarını kurmaktır. Marks ve Engels bu taktiğe, Fransızların ihtilâlci atılım ve geleneklerinden esinlenerek Fransızca konuşma adını koymuşlardır. Marks ve Engels'e göre ayaklanma bir sanattır.

    "Günümüzde ayaklanma gerçekten savaş türünden bir sanattır ve ihmal edildiği zaman, ihmal eden partinin mahvına sebep olacak kurallara bağlıdır... Önce oyununuzun sonuçlarıyla karşılaşmaya tamamen hazır olmadıkça ayaklanma ile oynamayınız... İkinci olarak ayaklanma bir kere başladı mı, en büyük azimle ve hücum planında yürür. Savunucu bir eylem her silahlı ayaklanmanın ölümüdür... Devrimci politikanın bu güne kadar bilinen en büyük üstadı Danton'un dediği gibi: 'Atılganlık, atılganlık ve yine atılganlık'." (Friedrich Engels, Germany, Revolution and Counter-Revolution, International Publishers 1932, s: 100) [6*]

    Görüldüğü gibi, şartlar olgunlaşmadan, asla ihtilâlle oynanmamalıdır. Ama ihtilâl çığırın bir kere açıldı mı durmaksızın hücuma geçmek, hergün ne kadar küçük olursa olsun zaferler kazanarak mütereddit unsurları kendi tarafına çekmek ve de düşmanı gafil avlamak için saldırmak şarttır.
    Proletaryanın devrim dönemindeki taktiği budur.
    Bu kısa süren devrim aşamasına kadar proletaryanın öncü müfrezesinin görevi nedir, oturup beklemek mi? Değil elbette, devrim aşamasına nazaran oldukça uzun süren bu aşamada proletarya partisinin görevlerine ilişkin, Marks ve Engels'in görüşlerini Lenin, şu şekilde nakletmektedir:

    "Proletarya taktiği evrimin her aşamasında, her anında, insanlığın tarihindeki objektif bakımdan kaçınılmaz olan şu diyalektiği hesaba katmak zorundadır: Bir yandan siyasi durgunluk dönemlerinden, yani- barış içinde gelişmeden yararlanıp öncü sınıfının bilincini, gücünü ve dövüşkenliğini artırmak üzere, kaplumbağa adımlarıyla ilerlemek; öte yandan da bütün bu çalışmayı öncü sınıfın son hedefine yönelterek düzenlemek suretiyle işçi sınıfını, yirmi koca yılı içinde toplayan, büyük işlerde büyük işler başarmaya yeterli hale getirmek." (Proletaryanın Sınıf Mücadelesi Taktiği, Marksizmin Kaynağı, s: 44)

    Bu uzun dönemin devrimci mücadelesi içeride oportünizme karşı amansız ideolojik mücadele vermek, öncü sınıfın bilincini ve gücünü yükseltmek, eğitmek, dışarıda ise proletaryanın sendikal mücadelesinden halk kitlelerinin ekonomik ve demokratik mücadelesine kadar kitlelerin günlük mücadelesini örgütlemekten, mevcut gerici yönetime karşı, demokratik ordunun en solunda yer alarak, siyasi muhalefeti yönlendirmeye kadar her çeşit eylem biçimini kapsar. Marks ve Engels proletaryanın bu aşamadaki devrimci diline, Alman proletaryasının ideolojik-teorik seviyesinin yüksekliğinden ve halk kitlelerini kendi saflarına çekmekteki maharetinden dolayı Almanca konuşma demişlerdir. Görüldüğü gibi, proletaryanın taktikleri, somut şartlara ve durumlara göre biçimlenmektedir. Şartlar değişince taktikler de değişmektedir.
    Proleter devrimcisi, her iki dili de yerinde ve zamanında kullanan kişidir. Marks'ın Ludwig Feurbach'tan esinlenerek söylediği gibi, devrimci: "Fransız kalbine ve Alman kafasına" sahip olan savaşçıdır. Proletarya partisi ise, en küçük reformist hareketten devrimci tedhişçiliğe kadar her çeşit eylem biçimini, yerinde ve zamanında gündem meselesi yapan, diyalektik ve tarihi materyalizmin temeli üzerinde kurulmuş olan savaşçı bir örgüttür.
    Devrim hareketinde ortaya çıkan bütün sağ ve "sol" sapmaların temelinde, bu iki aşamanın devrimci taktiklerini birbirine karıştırmak; ya evrim aşamasında Fransızca konuşmaya kalkışmak ya da devrim aşamasında hala Almanca hitapta ısrar etmek veyahut her iki aşamada da o aşamaların dilini bozuk konuşmak yatmaktadır. (Bir başka deyişle, bütün sapmaların nedenini, devrim teorisindeki ikili yönün, herhangi bir yanını ihmal etmek veya abartmak şeklinde özetlemek mümkündür).
    Marks ve Engels, hayatları boyunca her iki sapma ile en sert şekilde mücadele etmişlerdir. Bilimsel Sosyalizm bir bakıma, bir yandan objektif şartlar olgunlaşmadan Fransızca konuşmaya çalışan, kitlelerden kopuk, komplocu, iktidara el koyma manevraları yapan Blanquistlere, Bakuninciler ve de Marks ve Engels'in devrim simyagerleri diye adlandırdıkları Alman Kaba Komünistlerine, öte yandan Proudhon'cu ve Lassalle'ci reformistler ile, proletaryanın siyasi mücadelesini, kapitalizmin isteklerine uygun bir alana sokmaya çalışan İngiliz ve Alman küçük-burjuva reformistlerine karşı, Marks ve Engels'in hayatları boyunca devrimci pratiğin içinde vermiş oldukları teorik-ideolojik mücadelelerle şekillenmiştir.
    Evrim ve devrim aşamalarını belirleyen etkenler nelerdir? Devrim konakları tesadüflere mi bağlıdır? Değildir elbette. Devrimlerin bir yasası vardır. Marks ve Engels devrim aşamasını devrimci buhrana bağlamaktadırlar. (Proletaryanın bilinç ve örgüt seviyesinin de devrim için yeterli olması şarttır).
    Devrimci bunalım kavramı uzun süre Marks ve Engels'de açık ve net bir kavram niteliğine sahip olamamıştır. Devrimci bunalım kavramının bu bulanık durumundan dolayı, Marks ve Engels 1848 ihtilâllerinde yanılmışlardır.
    Bilimsel Sosyalizmde devrimci buhran programı, ekonomik buhran, sosyal buhran, siyasi buhran, ve sürekli buhran gibi çeşitli unsurları ihtiva etmektedir.
    Yukarda da belirttiğimiz gibi, Bilimsel Sosyalizm'de bu buhranlar teorisi, Kapital'e kadar oldukça bulanıktır. Marks ve Engels, Manifesto'da "Dönem dönem ortaya çıkmalarıyla burjuva toplumunun varlığını her an daha büyük tehlikeye düşüren ticari buhranları anmak yeter" (s: 54) demektedirler. Bu ekonomik buhranlar, her defasında tehlikesi daha da artan, burjuva ekonomisinin hayatının sonuna kadar devam edecek olan kalp krizleridir. Bu buhranlar ayni zamanda sosyal buhranları da yaratırlar. Fakat bir devrimin olabilmesi için bu iki buhranın varlığı yetmez; devrimin objektif şartlarının olgun olabilmesi için, ekonomik buhranın yanında, sosyal bunalımın derinleşmesi [7*] ve burjuva yönetimini alaşağı etmeyi sağlayacak politik buhranın varolması şarttır. (Böyle bir politik buhranın olması da, sosyal bunalımın derinleşmesi ve ekonomik bunalımın varlığına bağlıdır).
    Eğer bu üç bunalım bu şekilde son haddine ulaşmazsa, devrim olamaz. (Devrim için, devrimin objektif şartlarının olgunlaşması şarttır.)
    Marks ve Engels'in, 1848 ihtilâlleri sırasında, kullandıkları devrimci bunalım kavramı, ekonomik ve derinleşmeyen sosyal bunalımı içermektedir. Marks ve Engels, 1848 ihtilâlleri patlak verdiği zaman, beklenen anın geldiğini zannetmişlerdi. Ve patlak veren buhranı, kapitalizmin sürekli ve son buhranı olarak düşünmüşlerdir. Bu günlerde Marks ve Engels, gerileme ve duraklama olmaksızın politik iktidarı ele geçirip sosyal dönüşümün yapılabileceğini ummaktadırlar. Bu konuda diyor ki Engels:

    "... bizim için o zaman geçerli şartlar altında büyük mücadelenin nihayet başladığına ve tek bir uzun ve karışık devrim döneminde (sürekli devrim kastedilmektedir) sonuçlandırılması gerekeceğine ve fakat en nihayet ancak proletaryanın nihai zaferiyle biteceğine hiç bir şüphe olamazdı." (Fransa'da Sınıf Mücadelelerine Önsöz, s: 12)

    Ve yine Engels 1848-50 yılları arasında bu şekilde kendileri gibi düşünenlerin yanıldıklarını açık yüreklilikle söylemektedir:

    "Tarih bizi ve bizim gibi düşünenlerin hepsini haksız çıkardı. Avrupa kıtasında ekonomik gelişme durumunun, o zaman kapitalist üretimin ortadan kalkmasına imkan verecek şekilde olgunlaşmaktan çok uzak olduğunu gösterdi (...) Ve o zaman burada anlattığımız dönemden yirmi yıl sonra bile, bir işçi sınıfı iktidarının ne kadar imkansız olduğu, bir kere daha ispatlandı." (age, s: 16-18, Ayrıca bakınız, Manifesto'in 1888 tarihli İngilizce Baskısına Önsöz)

    1850 yıllarında objektif şartların yetersizliğinden dolayı, bir proletarya devriminin olmasını beklemenin yanlış olduğunu Marks da söylemektedir:

    "Burjuva şartlarının izin verdiği kadar bir bollukta, burjuva toplumunun üretici güçlerinin geliştiği böyle bir genel refah mümkün olduğuna göre gerçek bir devrimden bahsedilemez. Böyle bir devrim ancak bu iki faktörün, yani mevcut üretici güçlerle burjuva üretim biçimlerinin birbirleriyle çatışma haline girdikleri zaman söz konusu olabilir... Yeni bir devrim ancak yeni bir krizin ardından gelecektir ve birisinin gelmesi ne kadar kesin ise ötekinin gelmesi de o kadar kesindir." (Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, s: 159)

    Marks, 1848-50 dönemi arasında objektif şartların yetersizliğinden dolayı proletaryanın her devrimci atılımının giderek cılızlaştığını ve söndüğünü söylemektedir:

    "Hareketin her hamle kazanır gibi oluşunda, öndeki yerini yeniden almaya uğraştı (proletarya), fakat her defasında biraz daha zayıfladı ve her defasında elde ettiği sonuç daha cılız oldu." (Louis Bonaparte'in Darbesi, s: 28)

    Bütün bu ifadelerden sonra, devrimci bunalım kavramı, Manifest'tekinden daha fazla açıklık kazanmaktadır. Marks'ın dediği gibi, üretimin sosyal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki antagonizma kazanmadan, kapitalizm üretici güçleri geliştirme imkanlarına sahipken, kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri bir devrime yol açamazlar. Açıktır ki, üretim düzeni diyalektik bir bütündür. Her diyalektik bütün gibi, bu da, birliği, beraberliği ve de ayrılmayı, zıtlığı ihtiva eder.
    Bir yandan belli bir tarihi anda mevcut üretim ilişkilerinin, üretici güçlere uygun düşmesi, onları kamçılaması, geliştirmesi, öte yandan başka bir tarihi anda aynı üretici güçlere ters düşmesi, gelişmesini frenlemesi; işte bir üretim düzeninin diyalektiği budur.
    Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki temel çelişmeden bir dizi çatışma doğar. Bu çatışmalar; üretim ile tüketim arasında ekonomik, sınıflar arasında, proletarya ve emekçilerle burjuvazi ve burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasında sosyal ve proletarya ile burjuvazi arasında, burjuva devlet ve düzenini yıkma veyahut muhafaza etme mücadelesi şeklinde siyasal niteliktedir.
    Devrim anı, bu temel çelişkilerin son hadde varması dolayısıyla üç buhranın, tek bir buhran halinde kaynaşıp, derinleşmesi yani devrimci buhranın var olması halidir. Ayaklanma ancak böyle bir durumun varlığı halinde söz konusu olabilir.
    Marks, Fransa'daki (1848-50 arası) sınıf mücadelesinin genişleyebilmesi ve Avrupa devrimine (dünya devrimi anlamında) varılabilmesi için, bütün Avrupa uluslarını karşı karşıya getirecek bir dünya savaşının mevcudiyetini şart koşmaktadır. Birinci Dünya Savaşının, dünyanın ilk büyük proleter devrimine yol açması gerçeğine bakarak, Marks'in bu düşüncesinin, gerçekten de büyük bir kehanet, ama bilimsel bir kehanet olmadığını söylemek imkansızdır. (Tabii Marks'in kehanetinin önce devrimin İngiltere'de olacağı ve proleter devriminin bütün Avrupa'daki ülkelere yayılacağına ilişkin kısmının gerçekleşmediği bilinen bir gerçektir. Fakat, burada önemli olan kapitalist ülkelerarası bir dünya savaşının proleter devrimine yol açacağının kahince gözlenmesidir). Diyor ki bu konuda Marks:

    "Fransız toplumunun içindeki sınıflar mücadelesi, bütün ulusların karşı karşıya geldiği bir dünya savaşı halinde genişler. Dünya ölçüsünde bir çözülme, dünya pazarına hakim olan ulusun, yani İngiltere'nin başına bir dünya savaşı, dolayısıyla proletaryanın geçmesi sonucunda yaklaşmak mümkündür. Orada bitiminde değil, örgütlenmesinin başlangıcında bulunan devrim, kısa soluklu değildir. Bu günkü kuşak, Musa'nın çöllere götürdüğü yahudilere benziyor. Fethetmek zorunda olduğu sadece yeni bir dünya değildir, yeni dünya ile boy ölçüşebilecek olan insanlara yer açmak için kendini feda etmesi gerekmektedir." (Fransa'da Sınıf Mücadeleleri, s: 132)

    Engels, ilk proletarya devrimi gerçeğine ilişkin Marks'ın bu kehanetini, Marks'ın bunları söylemesinden otuz küsur yıl sonra, ilk proleter devriminden otuz küsur yıl önce, 15 Aralık 1887'de, daha da mükemmelleştirerek, kendilerinden sonraki proleter devrimcilerine, devrim zamanını haber vermektedir. (Engels'in bu uyarısına sadece Rusya'da, Lenin ve Bolşevikler uymuşlardır).
    Diyor ki bu konuda Engels:

    "...Prusya-Fransa için bir dünya savaşı dışında artık başka bir savaş mümkün değildir, ve bu savaş bugüne kadar hayal edilmemiş bir ölçüde ve şiddette olacaktır. Sekiz-on milyon asker birbirini kıracak ve böylece bütün Avrupa'yı çekirge sürülerinin bile beceremeyeceği şekilde soyup soğana çevirene kadar, hırsla yiyip yutacaklardır. Otuz yıl savaşlarının yıkımı 3-4 yıla sığacak ve bütün kıtaya yayılacak; açlık, veba, ordularda ve halk kitlelerinde son haddine ulaşmış ıstırap ve tehlikenin yarattığı bir çöküntü; ticaret, sanayi, bankacılıkta kurduğumuz suni mekanizmanın genel iflasla sonuçlanmasının doğurduğu umutsuz karışıklık; eski devletler ile bunların geleneksel devlet felsefesinin çöküşü öylesine bir hal alacak ki, düzinelerle taç kaldırımlarda yuvarlanacak ve mücadeleden kimin galip çıkacağını kestirmek imkansızlığı; yalnız tek bir sonuç kesinlikle belli: genel bir bitkinlik ve işçi sınıfının nihai zaferi için şartların hazırlanması.
    Son hadde ulaşmış karşılıklı silahlanma yarışı sistemi nihayet meyvalarını vermeye başladığı zaman durum budur... Savaş, belki de bizi geçici olarak geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden kopartıp alabilir. Fakat tekrar kontrol altına alamayacağınız güçleri bir defa başı boş bıraktınız mı her şey kendi bildiği gibi hareket edebilir: Dramın sonunda siz mahvolursunuz ve proletaryanın zaferi ya kazanılmış olur ya da herhalde (doch) kaçınılmaz hale gelir." (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s:172-173)




  • SÜREKLİ BUHRAN VE SÜREKLİ DEVRİM TEORİSİ


    1848'den 1850 sonbaharına kadarki süreç içinde Marks ve Engels'in devrim perspektifleri sürekli devrimdir. Bu stratejik görüş o dönemi yanlış değerlendirmenin bir sonucudur. Marks ve Engels, 1847'deki iki büyük krize (1847 dünya ticaret ve sanayi krizi ile tarım krizine) bakarak, kapitalizmin artık son saatlerinin geldiğini, büyük mücadelenin nihayet başladığını, sosyalist devrimler çağının açıldığını zannetmişlerdi. Yani, Marks ve Engels 1847'de patlayan dünya ölçüsündeki kapitalizmin ekonomik buhranının, sistemin sürekli ve son buhranı sanmışlardır. İşte, bu sürekli devrim teorisi, sürekli bunalım teorisinin bir ürünüdür.
    1847-50 döneminde, Marks ve Engels, Fransa'da ve de Avrupa'da proletarya devriminin yakın bir zaman içinde olacağını düşünerek, Almanya'daki gecikmiş burjuva demokratik devrimine, proletaryanın önderlik etmesini savunuyorlardı. Bu dönemde Marks ve Engels, teorik ve pratik çalışmalarının çoğunu Almanya üzerinde yoğunlaştırmışlardı:

    "Komünistler dikkatlerini en çok Almanya üstüne çeviriyorlar, çünkü bu ülke, Avrupa uygarlığının daha ileri şartlarında, XVII. yüzyılda İngiltere'de, XVIII. yüzyılda Fransa'da olandan çok daha gelişmiş bir proletarya ile yapılmak durumundaki bir burjuva devriminin eşiğindedir ve çünkü Almanya'daki burjuva devrimi, onun hemen ardından gelecek bir proletarya devriminin ilk adımı olacaktır". (Marks, Engels, Manifesto, s: 91)

    Görüldüğü gibi, Marks ve Engels'in Almanya için öngördüğü devrim sürekli devrimdir. Ve bu sürekli devrim, aşamasız değil aşamalı devrim teorisidir. Burası son derece önemlidir. Lenin'in emperyalist dönemde hayata uyguladığı bu teoriyi, Trotçkist sürekli devrim teorisinden ayıran temel özellik budur. 1849'un Almanyası için sürekli devrimi sadece Marks ve Engels öngörmüyordu. Gosttschalk ve taraftarları da sürekli devrimi öngörüyorlardı: ama onların sürekli devrimi aşamasız veya tek aşamalı bir devrimdir. [8*] (Köylülerin devrimci potansiyelini küçümseme, proletaryanın ittifaklarını reddetme; bu teorinin özü budur) ve Marks'ın aşamalı devrim önerisine [önce burjuva devrimi, sonra proleter devrimi] şiddetle çatıyorlardı: "Neden kanımızı dökecekmişiz? Sizin bildirdiğiniz gibi, vaiz bey, (Marks kastediliyor) orta çağ cehenneminden kurtulacağız diye... kapitalizm tarafına mi koşmalıydık."
    Derhal proletaryanın devrimci iktidarını kurarak sürekli devrim yoluyla komünizme geçmeyi ileriye süren Gottschalk ve taraftarlarına karşı, Marks ve Engels, Almanya'daki "gelen devrimin" görevinin derebeylik kalıntılarını silip süpürmek, burjuva demokrasisini derinleştirmek olduğunu, onların söylediği gibi bir tarihi görevin üstünden atlayarak geçmenin imkansız olduğunu söylüyorlardı.
    Marks ve Engels'in öngördüğü aşamalı devrim teorisinin temelinde, Almanya'daki gecikmiş burjuva devrimini, liberal burjuvaziyi karşıya alarak bizzat proletaryanın, küçük-burjuva demokratlarla ittifak kurarak yapması ve proletaryanın hiç durmadan, devrimi sürekli kılarak sosyalizme germesi düşüncesi yatmaktadır. Bu teoriye göre: Liberal burjuvazi karşıya alınmalıdır, çünkü liberal burjuvazi korkak ve zayıftır, Fransa'da olanlardan sonra ürkmüştür, feodallerle anlaşarak devrime ihanet etmiştir. Bu yüzden Almanya'daki burjuva devrimi, ancak liberal burjuvazi karşıya alınarak, yani ona rağmen gerçekleşebilir.
    Bununla beraber bu devrim, sosyalist bir devrim olmayacaktı, "cumhuriyetçi ve sosyal" bir devrim olacaktı. Feodal ve mahalli aristokrasi devrilecek, herkese oy hakkı tanınacak, köylüler serf durumundan kurtarılacak, özgür vatandaş durumuna getirilecek, ve de burjuva demokrasisi derinleştirilecekti. Fakat özel mülkiyet, kapitalist sömürü ve sınıflararası çatışma devam edecekti. Ancak özel mülkiyetin yanında kamu mülkiyeti de, proletaryanın yönetime katılması ölçüsünde yer alacaktı. Yani proletarya ekonominin ve üretimin düzenlenmesinde söz sahibi olacaktı. Devletin sınıfsal niteliği ise karma olacaktı. İktidar, işçilerin, köylülerin ve radikal küçük-burjuvazinin ortak iktidarı olacaktı. Böylece "sosyalist demokrasiye" doğru yeni bir hamlenin şartları yaratılmış olacaktı. Ancak unutmamak gerekir ki, demokratik küçük-burjuvazi kırlarda feodal mülkiyetin tasfiyesinden sonra, onun yerine, küçük kapitalist üretimi (ve mülkiyeti) yayarak, kendi hakimiyetini sağlamak isteyecekti. Yani devrimi "mümkün olduğu kadar çabuk" durdurmaya çalışacaktı. Proletarya ona bu fırsatı vermemelidir. Derhal bağımsız bir parti olarak örgütlenip, devrimi sürekli kılmalıdır.

    "Küçük-burjuva demokratlar... devrimi bir an önce sona erdirmek isterken, az çok varlıklı bütün sınıflar iktidardan uzaklaştırılmadıkça, proletarya devlet iktidarını ele geçirmedikçe, sadece bir ülkede değil dünyanın belli başlı bütün ülkelerinde proleter örgütleri, bu ülkeler proleterleri arasında rekabeti durduracak ölçüde gelişmedikçe ve üretici güçler, hiç değilse tayin edici nitelikte güçler, proleterlerin eline toplanmadıkça, görevimiz devrimi sürekli kılmaktır." (Marks ve Engels'in Merkez Komitesi Kanalıyla, Komünist Ligasına Hitab'ından, aktaran Stalin, Leninizmin İlkeleri, s: 38)

    Sonradan emperyalist dönemin Marksizminin devrim teorisi olacak olan Marks ve Engels'in sürekli devrim teorisi işte budur.
    Dikkat edilecek olursa, Marks ve Engels'in sürekli devrim teorisi, dört ana unsuru ihtiva etmektedir:
    1) Sürekli devrim teorisi, sürekli buhranlar teorisinin sonucudur. (Sürekli buhran, kesiksiz buhran değildir. Bu, kapitalizmin öldürücü buhranın zaman zaman kesilmesi fakat yok olmaması demektir. Bir başka deyişle, kapitalizmin ölüm döşeğine girmesi, zaman zaman komadan çıkması, düzelmesi ama döşekten kalkamamasıdır.)
    2) Sürekli devrim teorisi, Avrupa devriminin yakın olması düşüncesine dayanır.
    3) Sürekli devrim teorisi, o zamana kadar burjuvazinin ordusu sayılan köylülerin, proletaryanın ordusunu teşkil etmesi düşüncesine dayanır. Bu teori geniş köylü yığınlarının burjuvazi tarafından değil, proletarya tarafından feodalizme karşı kanalize edilmesini öngörür. Bir başka deyişle, sürekli devrim teorisi, köylülerin devrimci potansiyelinin Marksist analizidir.
    4) Marks ve Engels'in sürekli devrim teorisi, Almanya'da gecikmiş burjuva devrimine proletaryanın önderlik etmesini ve bu proletaryanın, Avrupa proletaryasının -özellikle Fransız proletaryasının- yardımıyla, durmaksızın, sosyalist devrime yönelmesi düşüncesine dayanır.
    Özetlersek bu teorinin özü, köylü kitlelerinin devrimci potansiyelinin doğru değerlendirilmesine, proletaryanın önderliğinde devrim doğrultusunda kanalize edilmesine dayanmaktadır.
    Gottschalk ve etrafındaki "Kaba Komünistler"in sürekli devriminde ise, köylü kitlelerinin devrimci potansiyelini küçümseme, ekonomik ve sosyal determinizmin belirleyiciliğini önemsememe (bunlar bir tarihi dönemin atlanabileceğini savunuyorlardı) temeldir. (Sol sapma). Trotçki'nin sürekli devrim teorisinin de temelinde bu düşünce yatmaktadır. İleriki bölümlerde göreceğimiz gibi, ihtilâlci inisiyatiften yoksun olan bütün sağ oportünistler ve pasifistler de, daima görünüşte proletaryaya sıkı sıkı sarılarak, köylü kitlelerinin devrimci potansiyelini azımsayarak, pasifizmlerine ideolojik kılıf bulmaya çalışmışlardır.
    Görüldüğü gibi, bütün "sağ" ve "sol" sapma, proletaryaya tek başına kaldıramayacağı kadar yük yüklemede ve köylülerin devrimciliğini küçümsemede birleşmektedirler. Sağ ve "sol" sapmaların ortak yanı budur. (1905 Rus Demokratik Devrim döneminde, en "sol"da gözüken Trotçki'nin menşevik öze sahip olmasının temelinde bu yatar).
    Başında da belirttiğimiz gibi, Marks ve Engels, sonradan bu teoriyi terketmişlerdir. (1850'lerden sonra) Çünkü bu teori, kapitalizmin sürekli bunalım teorisine dayanmaktadır. Oysa 1850'ler, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, kamçıladığı, burjuva anlamında toplumun refah içinde olduğu yıllardır. (Bilindiği gibi, kapitalizm sürekli buhrana, emperyalist dönemde girmiştir). Ve Marks ve Engels'in kapitalizmin "sürekli ve son" buhranı zannettikleri, 1847 ekonomik buhranı, ne sürekli buhrandı ne de kapitalizmin son buhranıydı.
    Marks ve Engels, 1850 sonbaharında yanılgılarını anladılar. (Bakınız İkinci Bölüm). Ve bu bunalımın devrevi bir bunalım olduğunu söylediler. Daha kapitalizm sürekli ve kesintisiz bunalımlar dönemine girmemişti. Bundan sonraki yıllarda Marks kapitalizmin buhranları meselesi üzerine eğildi. Ve kapitalizmin devrevi buhranlarını ve sistemin genel buhranını Kapital'de etraflı bir şekilde inceledi. Marks kapitalizmin bu devrevi buhranlarının özünün "kârın normal oranın altına düşmesi"ne dayandığını, bu devrevi bunalımların aşırı üretimin fazlalıklarını emerek ekonomiyi temelde düzenlediğini, yapıyı tedavi ettiğini ve de her devrevi buhrandan sonra bir nispi refah döneminin başladığını açık bir şekilde Ekonomi Politiğin Eleştirisi'nde ortaya koydu. (Bkz. Kapital, cilt. 5, s: 694-95).
    Bu analizlerin sonucu Marks kapitalizmin o çağdaki gelişme durumundan dolayı sürekli bir buhranın (o dönem için) söz konusu olamayacağını anlayarak, bu sürekli devrim teorisini terketti. Ve bu teori uzun yıllar terkedilmiş ve unutulmuş bir teori olarak bir kenarda kaldı. Ta ki, kapitalizm gerecekten sürekli (genel) buhranlar dönemine yani emperyalist aşamaya girene kadar. Bu süre içinde Marksist devrim teorisinde daima ekonomik ve sosyal determinizm (determinist yön) ağır bastı.
    Lenin 20. yüzyılın başında, kapitalizmin ekonomik ve politik alanda eşit oranda gelişmeme kanununu -bu kanunun ilk ipuçları Marks'in ekonomi politiği eleştirirken yaptığı soyutlamalarda vardır- bularak, onun en yüksek aşaması olan emperyalizm teorisini formüle ederek, kapitalizmin sürekli ve son buhranlar çağının başladığını, Marks ve Engels'in "bekledikleri büyük mücadele anının" artık geldiğini söyleyerek, Rus proletaryasının devrim teorisinin, sürekli veya kesintisiz devrim teorisi olduğunu ilan etti.
    İkinci Enternasyonal'in sözcüleri ve partileri, özellikle bu kuruluşun Rusya kolu olan menşevikler, Marks ve Engels'in sürekli devrim meselesinde yanıldıklarına ilişkin sözlerini, mekanik yorumladılar. Marks ve Engels'in, o tarihi şartlar altında, -tekel öncesi dönemde- kapitalizmin sürekli buhranlarının mümkün olamayacağını, dolayısıyla da sürekli devrim teorisinin geçerli sayılamayacağına ilişkin değerlendirmelerini, emperyalist dönemin şartlarında kapitalizmin sürekli bunalımlar dönemine girdiği gerçeğini hesaba katmayarak, bir dogma şeklinde, her şart altında geçerliymişcesine ele aldılar. (Bu ele alışları sağ oportünizmin ve pasifizmin değişmez karakteridir).
    Bunlar, somut durumların somut tahlilini bir yana bırakarak, Marks ve Engels'in başka tarihi şartlarda başka ülkeler için öngördükleri tezlerine -devrimin kapitalizmin en gelişmiş ülkede başlayacağı ve barışçıl geçişin de mümkün olabileceğine ilişkin- dört elle sarıldılar. Oysa kapitalizm, Marks ve Engels'in döneminin kapitalizmi değildi. Kapitalizm, sürekli buhranlar çağına, proleter devrimleri çağına girmişti. Marks ve Engels'in tekel öncesi dönemde hatalı olarak niteledikleri sürekli devrim teorisi, kapitalizmin sürekli buhranlar döneminde, Marksizmin devrim teorisi oluyordu.

    VI.
    DEVRİMCİ ŞİDDET VE BARIŞCIL GEÇİŞ


    Marks ve Engels, Lenin'in deyişiyle sosyalizme geçiş meseleleri ile yani biçim meseleleri ile kendilerini bağımlı kılmamışlardır. Sadece genel kural öngörmüşlerdir. Bu kurala göre, proletaryanın burjuva diktatoryasını alaşağı edebilmesi için devrimci şiddete, zora başvurması zorunludur. Zor, Marks'in deyişiyle, bir yenisine gebe olan her eski toplumun ebesidir. Sosyal devrimin bir tek yolu vardır, Marks'a göre: "...Ancak, artık sınıfların ve sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir düzendedir ki sosyal evrimler, artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana kadar toplumun her yerinden değiştirilip, düzeltilmesinin arifesinde sosyal bilimin son sözü şu olacaktır: Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı savaş ya da yok olma." (Felsefenin Sefaleti, s: 195)
    Fakat Marks ve Engels hayatın çok yönlülüğü karşısında dogmatizme düşmemek için şartlı, sınırlama içinde, yani amaca barışçı ajitasyonlarla daha çabuk ve daha emin ulaşılması mümkün olduğu yerlerde, barışçıl geçişten de bahsetmişlerdir.
    Marks ve Engels "barışçıl yollardan sosyalizme geçişi" Kara Avrupa'sindan tamamen farklı ve de çok değişik özelliklere sahip İngiltere ve Amerika için bir ihtimal olarak öngörmüşlerdir. Marks ve Engels'e göre bu ülkeler barışçıl geçişi mümkün kılabilecek özelliklere sahiptirler. Bir kere, kapitalizm Kıta Avrupa'sına kıyasla bu ülkelerde daha gürbüzdü. Proletarya bu ülkelerde -İngiltere'de- nüfusun çoğunluğunu teşkil ediyordu ve sendikalarda çok iyi örgütlenmişti; ve de Kara Avrupa'sı proletaryasına nazaran kültür düzeyi daha yüksekti. Kapitalist sınıf, Kara Avrupa'sındaki benzerlerine kıyasla çıkarlarını çok daha iyi anlamıştı ve uzlaşma geleneğine sahipti. Bütün bu özelliklerinin yanında bu ülkelerde burjuva devleti yani bürokrasi ve militarizm, Kara Avrupa'sına kıyasla daha zayıf ve cılızdı. Bu nedenlerden dolayı, bu özelliklere sahip olan İngiltere ve Amerika'da proletarya burjuva parlamentosu kanalıyla yani oy mekanizması aracılığıyla, "kapitalistleri satın alma yoluyla" iktidara gelebilirdi.
    New York Tribunene, 1851 Nisan'ında yazdığı bir makalesinde şöyle diyor bu konuda Marks:

    "İngiliz işçi sınıfı için genel oy kullanma hakkı ve siyasi iktidar aynı şeyi ifade eder. Proletarya nüfusun çoğunluğunu teşkil etmektedir. İngiltere'de genel oy hakkının kazanılması, Kıta Avrupa'sında sosyalist diye adlandırılan herhangi bir vasıtadan çok daha fazla bir ilerleme, yani sosyalizme doğru bir ilerleme teşkil edecek; genel oy... hakkının kazanılmasının kaçınılmaz sonucu işçi sınıfının politik hegemonyası olacaktır."




  • 
Sayfa: önceki 1112131415
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.