Şimdi Ara

Aşka ve ayrılığa dair

Daha Fazla
Bu Konudaki Kullanıcılar: Daha Az
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
3
Cevap
0
Favori
132
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: 1
Giriş
Mesaj
  • İnsanın geçmişine dönüp baktığı zaman, rastladığı, yollarının kesiştiği ve tanıdığı bütün insanların hayatına giriş ve çıkışlarına, gittiği okullara, yaşadığı sokaklara, gidip gördüğü yerlere, arkadaşlarına, ailesine, sırdaşlarına, aşık olduklarına, bütün bu gelen ve gidenlere baktığında, hayatını iyi mi yoksa kötü mü geçirdiğine dair, mutlu anların mı yoksa mutsuzluğun mu daha baskın olduğuna dair her zaman genel bir kanı oluşur kafasında.

    Hayatımıza bakarız, ve “ne kadar da şanslıydım ilişkilerimde” deriz, veya daha çok “yine olmadı, kader yine gülmedi yüzüme” deriz. Bazen kendimizde tekrar deneme gücünü buluruz. Bazen ise o kadar yorgun hissederiz ki, yeni bir iş bulmaya, yeni dostlar edinmeye, taze başlangıçlar yapmaya, ve en çok da yeniden sevmeye hiç dermanımızın kalmadığını hissederiz.

    Çünkü geçmiş deneyimlerimizde canımız o kadar yanmıştır ki, ve her şey istemediğimiz yönlere o kadar sapmıştır ki, yeni bir yolculuğa çıkacak olursak, yolumuzu yeniden kaybetmekten, bu yolda canımızın yeniden yanmasından, yoldaşımız olacağını düşündüklerimizin bizi yine yarı yolda bırakmasından ölesiye korkarız.

    Her yolculukta yeni hayallerimiz oldu hep. Tanıdığımız her insanla, planlar yaptık. Yeni hayaller kurduk, çünkü eskilerinden bir hayır görememiştik, onlara kavuşamamıştık. Sevdiğimizle gitmeyi planladığımız yere gidemedik, görmek istediğimiz yerleri göremedik. Tatmak istediğimiz o yabancı mutfaklara ait yemekleri ve tatlıları yiyemedik. O hayalimizdeki çilingir sofrasını bir türlü hazırlayamadık. Kurmak istediğimiz o iş için de fırsatımız olmadı. Birlikte okumak istediğimiz kitapları okuyamadık, o eski şarkıları dinleyemedik. Birlikte besteler yapacağımızı düşünüyorduk belki de, ama her gidişten sonra tek dinleyebildiğimiz başkalarının yaptığı ayrılık şarkıları oldu. Evlilik hayalleri kurduklarımızla evlenemedik, hiç çocuğumuz olmadı. Hayalimizdeki eve sahip olamadık. Ve tabii ki, birlikte yaşlanamadık.

    Bazılarımız, ki bunlar şanslı olanlar, bu hayalleri birlikte kurduğu kişilere kavuşabildiler. Belki ilk denemelerinde, belki de hüsranla biten bir kaç sevdadan sonra. Bunlar, gerçekten azınlıkta olan insanlar. Pek çoğumuz bu kadar şanslı olamadık. Çoğunluk, elindekiyle idare etmesini bildi; bunu inkar edecek olsalar da, hayatlarının aşklarıyla birlikte yaşlanma şanslarını sonsuza kadar kaybettiler.

    Ve bazıları da, yalnızlığı seçti. Bir kez, veya birden çok kere, sevdikleri insanları öyle ya da böyle kaybedince, sevmekten bir şekilde vazgeçtiler. Daha farklı duygulara yöneldiler. Kimisi günlük ilişkilere, kimisi duygusuz sevişmelere, kimisi kariyerine, kimisi hayır işlerine, kimi spora, kimi popülariteye. Bazısı da, öylece yaşadı. Anlamsızca, ama kendi içinde bir anlam barındırarak.

    Belki hepimizin kabul edeceği bir gerçek var ki, sevdiğimiz insanlardan ayrılmamızın ertesi, hayatlarımızın en zor dönemlerinden olmuştur. Bu ayrılık nasıl ve hangi sebeple yaşanmış olursa olsun, giden bir sevgilinin, boşanılan bir eşin bizde bıraktığı o kocaman boşluğu doldurmamız hiç bir zaman kolay olmamıştır.

    Neler yapmadık ki unutmak için? Neleri denemedik ki o acıyı hafifletmek, “o”nu daha az düşünmek için? Ayrılık acımızı bastırmak için, herşey yolunda ve ilişkimiz mutlu mesut devam ediyorken hiç de sık görüşmediğimiz arkadaşlarımıza, denize düştüğümüzde tek ümidimiz olan bir can simidine sarılır gibi dört elle tutunmaya çalıştık. Alkolle ve sigarayla acımızı bastırmayı denedik. Zaman geçirmek için filmler izledik, sokaklarda bir aşağı bir yukarı dolaştık, kalabalık yerlerde bulunduk, hayır işleri yapıp başkalarının acılarıyla ilgilenmeye çalıştık, gündüzleri kendimizi işimize verdik, eve mümkün olduğunca geç saatlerde girdik.

    Ama ne yaparsak yapalım, gece olunca eve gitmekten başka çaremiz olmadı. Ve evimizde kendimizle başbaşa kaldığımızda, odamıza çekildiğimizde, gecenin karanlığı ve yalnızlığı buz gibi çöktü üzerimize. O ana kadar yaptığımız hiçbir şey, artık bize teselli vermiyordu.

    Kim bilir elimiz kaç kere gitti telefona? Kaç kere “ona” yazmak istedik, mesajlar atmak, özlem dolu uzun mailler göndermek... Çoğunlukla “Gönder” butonuna basmaktan son anda vazgeçtik. Belki cevap yazmaması korkusuyla, belki de istemediğimiz gibi bir cevap yazması korkusuyla. Belki hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşündük, belki de herşeyin değiştiğini.

    Bazen de o butona bastık. Şansı yaver gidenler o anı, hayatları boyunca anlatabildiler ve “iyi ki” dediler. Herşeyi yoluna koymuştu çünkü o karar anı. Bazıları hiç cevap alamadı, bazılarıysa tekrar deneme şansı buldu, ama sonuç değişmedi.

    En basitinden tutun da, en karmaşık insanlara kadar hepimizin çok bilinmeyenli birer denklem olduğu da bir gerçek. İnsan karakterini oluşturabilen özelliklerimizi listeleyebilseydik eminim bir kaç boş sayfa yeterli olabilirdi; sevgi dolu olmak, öfkeli olmak, kıskanç olmak, çalışkan veya tembel olmak, hırslı olmak, sadık veya sadakatsiz olmak, vefalılık, alaycılık, horgörmek, adil olmak, kaprisli olmak, fedakar olmak, anlayışlılık, özveri...

    Bütün bu sınırlı sayıdaki ruh hallerinden, kendimizi meydana getirenleri, pek de objektif ve gerçekçi olamasak da üç aşağı beş yukarı eminim listeleyebiliriz. Karakterimizin kaçta kaçının kıskanç, veya anlayışsız olduğunu kendimize bile itiraf etmekte güçlük çekeceğimize, hatta bunu canla başla inkar edeceğimize şüpheniz olmasın.

    Sonuçta ortaya çıkacak olan genel profilimiz ne kadar çekici veya itici bir insan olsa da, Dünya üzerinde yaşayan yedi milyar insanı göz önünde bulundurduğumuzda, bize göre kusursuz uyumu yakalayabileceğimiz birilerini bulmanın nasıl olur da bu denli zor olduğuna anlam veremememiz son derece normal. Elbette ki yaşayan her insanla tanışma şansımız yok. Ama okuldan tutun da, işyerine kadar, bütün bu girdiğimiz ortamlardaki insanlardan birisi bile, bizim için biçilmiş bir kaftan neden olamıyor?

    Belki bu soru hatalıdır? Belki sormamız gereken soru, aradığımız insanın özelliklerinin ne olmasını beklediğimizden ziyade, bizdeki bu özelliklerle nasıl bir insanın uyum gösterebileceği sorusudur.

    Kıskanç bir erkeğin, gidip de çevresince güzelliği hayranlıkla takdir edilen, popüler, hayatın her alanında aktif ve insanlarla sürekli etkileşim içinde olan bir kadınla birlikte olması durumunda, yaşanabilecek sorunları hepimiz tahmin edebiliriz eminim. Bunu, bu erkek de daha en başında az çok farkedebiliyor. O halde, neden o kadına aşık oluyor?

    Aşkın, onun hakkında bugüne kadar yazılan yüzbinlerce kitapta, bir o kadar sayıda farklı tarifi yapılmıştır. Bunları tekrar dile getirmek de manasız, zira aşk, onu hissettiğini söyleyen herkes için farklı bir anlam ve lezzet taşır. Sevmenin, sevilmenin, özlemenin, ayrılmanın, kızmanın, kırılmanın, kıskanmanın, yokluğun ve daha nice duyguların özel bir karışımıdır. Ama bu karışım, herkeste o kadar farklı bir şekilde hazırlanmıştır ki, hepimiz için yüreğimizde bıraktığı iz ve tat bambaşkadır. Hatta farklı sevdalardan, farklı lezzetler alırız hep. Oysa herbirini, aynı kalple sevmiş olmamıza rağmen.

    Belki bu yüzdendir, sevdiğimiz her insanın bizde bıraktığı duygular farklıdır. Geçmişimizdeki insanlar için iyi veya kötü duygular hissediyor olabiliriz, ama hayatlarımıa dokundukları ve bir iz bıraktıklarını asla inkar edemeyiz. Her biri birer tecrübe olmuştur bizim için. Onlardan sonra birlikte olduğumuz insanlar, her ne kadar kendilerinden öncekilerden pek hazetmese, ve hatta onlara bu konulardan bahsetmek pek akıl kârı olmasa da.

    Bir insan için bu dünyadaki en önemli şey, insanın o anda ihtiyaç duyduğu şeydir. Çoğunlukla bizi anlayacak, iyi ve kötü günlerde yanımızda olacak birine ihtiyacımız vardır. Ve hayatımızın genelinde de bunu dileriz hep. Veya paraya ve güzel bir işe olan ihtiyacımızı da asla inkar edemeyiz. Biriyle birlikte olmaya karar vereceğimiz zaman, veya bu ilişkiyi yaşarken de karşımızdakinden beklediklerimiz vardır. Çoğunlukla sadece sevmek ve sevilmek gibi görünse de, bunlar buz dağının görünen kısmıdır. Aslında çok daha farklı beklentilerimiz vardır. Saygı duyulmak, önemsenmek, fikrimizin sorulması, bizlere nazik davranılması, pohpohlanmak, şımartılmak, gurur kaynağı olmak, ihtiyaç duyulmak bunlardan sadece bir kaçı.

    Sonuç olarak, gecenin geç bir vaktinde odasında oturmuş ve yeni ayrıldığı sevgilisini düşünmemek için bu satırları yazan orta yaşlı ve kalbi kırık bir aşık olarak sizlere diyebilirim ki, hepimiz bu yollardan geçtik. Ve geçmeye de devam edeceğiz. Zaman, herşeye olmasa da, pek çok şeye ilaç oluyor. Kanayan yaralarımız kabuk bağlıyor, izleri tamamen yok olmasa da unutulmaya yüz tutuyor. “Dinmez” dediğimiz sızılar diniyor, “unutumam” dediklerimiz unutuluyor. Herkesin ve her şeyin yeri doluyor. İnsan, her şeye alışıyor.

    Kimse kolay olduğunu söylemiyor, aksine çok çetrefilli ve acı dolu dik bir yokuş bu. Gözyaşlarıyla, yorgunlukla, dermansızlıkla, tökezlemelerle, vazgeçmelerle zor bela çıkılan bir yokuş. Ama düzlüğe ulaşıp da arkanıza baktığınızda, geride bıraktığınız bu sevgilinin de bazen iç çekerek hatırlayacağınız bir hatıradan ibaret olduğunu, ve ikinizin de yollarınıza devam ettiğinizi görerek teselli bulabiliyorsunuz.

    Ne olursa olsun, hayat devam ediyor.







  • Kar yağıyordu İstanbul’a… Tüy misali havada süzülen kar tanelerinin, masalsı düşüşlerinden ilham alan aklarım… Beni yüce bir dağ yapmak için didinirler bilirim… Ulu dağların başı karlı olurmuş… Yüce bir dağ olmaya namzet oluşumun şahididir saçımdaki aklarım! Korkma ey vefâsızlığını cümle âleme duyurduğum nazlı yâr… Bekleye bekleye tükense de şu ömrüm… Korkma! En son nefesimi sana kavuşacağım gün için saklarım! Cevr eylediğin âşığına, İstanbul’u haram ettin ya… Sevgi denen nimeti, varlığını benden kıskanıp, zamansız ve amansız biçimde asırlara sığmayacak derecede bir gam ettin ya! Sür kendi kendini lapa lapa yağan karın aydınlattığı karanlığa! Belki… Belki kar tanelerinin sakladığı o beyaz sıcaklık eritir içindeki kutupların laf anlamazlığını…

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Fatih yamaçlarına ar yağıyordu. Zaman, Yavuz Sultan Selim’in türbesine çıkan yokuşta ağırlaştıkça ağırlaşıyor… Ve o ân dünyada sevilen olmak pâyesini taşıyan her kul daha da sağırlaşıyordu. En sağırı da benimkiydi. Ezelden beri her âşık, iki kişilik bir yükün taşıyanı olmuş amma… Gelmiş geçmiş sevda masalları içinde en ağırı benimkiydi… Kar… Yumuşacık elleriyle saçlarımı okşarken, içimde harlanan ateşlerin koynuna vuslat hayali gibi düştü… Âh vefâsız sevgili! Âh ömür törpüsü! Rezil rüsvâ oldum sevda divânında… Senin yüzünden, keşfedilmemiş bütün kafiyeler halime gülüştü… Sonra dayanamadı İstanbul, titredi hüznümle… Hüznüm… Yani sensizliğim! Söyle! Seni her şeyden ve herkesten çok sevmek midir benim densizliğim?

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Yedi tepede yedi beyaz ümit, zemheriye inat sıcacık tütmekteydi. Ve zaman… Yed-i beyzâ ile tutunmuştu gönlümün saçaklarına… Seninle kurulmuş bir yuvanın hayali her hücremde gezinirken, aşk dolu mısralarım geceye kin gütmekteydi… Kış akşamlarının kederiyle hem hâl oldum öylesine… Işıklarıyla saadet mekânı olduğunu müjdeleyen evlere takıldı gözlerim… Aile olmanın tarifsiz hazzıyla, şu soğuk kış gecesine inat sıcacık yuvalarında huzuru, mutluluğu ve aşkı yudumlayanları kıskandım. Haykırmak istedim arzularımı, hasretlerimi, âzâbımı… Lâkin kimsecikler duymazdı. Sen bile beni duymamaya alıştıktan, sana olan aşkım sebebiyle beni darağaçlarına sürüklemeye çalıştıktan sonra… Başkaları duysa ne olurdu ki?

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Gece, kalem, gözlerin, sözlerin ve bahtım siyahtı ama kar beyazdı. Sabır divitimin yazdığı tek harf, senin kâküllerin gibi kıvrılmış bir gayın’dan başkası değildi. Gönlümden süzüp, hokkaya hapsettiğim mürekkebin marifetiyle, senin gibi salınıyordu beyaz kağıdın üzerinde… Kağıt benim kadar râm olmuştu bu hâle… Seni buyur etmek isterdim ama içimdeki melâle… Kıyamadım gözyaşların âzâd olur diye! İşte cânım efendim, sultânım, karanlık âtimin çerağı… Sen beni saymaz, düşünmez ve hiç hesaba almazsın amma… Ben, sen diye uzanırım ecelin gel çağrılarıyla uğuldayan sesine… Ötelerin mukaddes âzâbı dolanırken neyzenlerin nefesine… Bilir misin? Artık çok geliyor, sana ait bu can… Fani kalıbımın içinde ân be ân daralmakta olan ten kafesine!

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Kardan, yârdan, ardan, dardan ve gönlümdeki onulmaz hasardan ötürü ağlıyorum. Aşkım büyük değilmiş… Yüzüme kapattığın kapıların arkasından böyle haykırıyordun. Olmayanı yazmanın adına edebiyat diyenlerden değilim ben… Yanılmadım… Yanılmam! Yılmadım… Yılmam! Aşkının sarhoşu olduğumu bilmeyen yok! Havasını soluduğum her coğrafyaya anlattım, gönlümde yedi veren güller misali fışkıran, senle mevcudiyeti hakikat olmuş hisleri… Bir sen anlamadın… Bir sen inanmadın! Sus! Hala gaflet uykusuyla mahmursun, uyanmadın… Uyandığında, bana yâr diyeceksin! Kabahatim var diyeceksin! Gözlerime çivileyip gözlerini, bir ömür bir arada geçirmeye kanat çırparken, beni hiç bırakma, sar diyeceksin… Aşık evhâmı değil bu yazdıklarım… Durduğum yerden seyrettiğim yarınların gösterdiğidir. Hem… Kardan dinledim ben, bu vuslat ânını… Kar da yalancı olamaz ya!

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Sen, evinizin penceresinden minareleri seyrederken, kar musikisiyle avunmak istiyordun. İçindeki kor, önünde durduğun pencerenin camına buğu olup konarken, izledim seni o köşeden… Paltomun eteklerini savuran rüzgara inat aşkınla ısıttım içimi… Üst üste kaç sigara içtim bilmiyorum. Sen karanlık semadan sökün eden kar tanelerinin raksına dalmıştın, ben sana… Sokağınızın sakinleri öyle acır gibi süzdüler ki beni… Bakışlarına maruz kaldığım o ân, bir kar tanesi olup saçlarına defalarca düşmek ve benden esirgediğin sıcaklığınla tekrar tekrar erimek istedim. Seni her geçen saniye büyümek istidâdında olan bir aşkla, eskisinden daha da çok seviyorum. Zannetme ki pes dedim!

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Ben hala o köşede, sokak lambasının altında, yine yağan karı seyredişini seyretmeyi bekliyordum. Yanıma bir gölge usulca süzülerek yanaştı. Sırtında kurşuni bir pelerinle, ayakları yere değmeden yürüyen bir adamdı, benimle aynı köşeyi paylaşan… Bir müddet gider diye bekledim amma; belli ki o da amansız bir bekleyişin sularında kulaç atmaktaydı. İster istemez adamın yüzüne baktım. Sokak lambasının solgun ışığında, tunç renkli bir çehreye eşlik eden pırıltılı bir çift göz, gözlerimle buluştu. Bu göz göze gelişin şerefine buruk bir tebessümle “Akşamınız hayrola!” dedi. Cevap kabilinden başımı hafifçe eğerek selamladım meçhul adamı. Aramızdaki birkaç adımlık mesafeyi daha da daraltarak, “Şairliğin eziyeti pek ziyade” dedi. Anlayamadım… Gözlerimde haleleşen sualleri fark ederek devam etti: “Şairlerin sevmesi, sevilenin kibrine maruz kalmalarını, yüzlerine kapanan kapıları, kendilerini yerin bin kat altına geçirmeye sebep olsa da defalarca bıkıp usanmadan çalmalarını kabul edilebilir kılar. Baksana! Şu İstanbul ayazında, inatta bir muratta bir diyerek, sevgilinin kapısını beklemektesin… Senin uçarı, hatta küçük bir çocuk kadar haşarı tabiatının aksi bir durum bu… Bekle bakalım… Belki yâr dediğin insaf hırkasını giymeye, gönül fermanlarına boyun eğmeye yanaşır…” Hafızam, idrâkim, velhasıl bütün melekelerim donup kalmıştı. Meçhul adamın söyledikleri tam anlamıyla bir muammaydı. Beni tanımayan bu adam, benim o köşecikte hangi maksatla beklediğimi nerden biliyordu? Yârin bana eylediği cefâyı nasıl bilebilirdi? Kimdi bu adam?

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Meçhul adam sormadan söylemeye devam etti: “Gök… Bu gece beyaz ile ayazın vuslatına çanak tutuyor değil mi? Soğuktan moraran dudaklarında, yârim dediğinin adı salınıyor zavallı aşık! Bakışın yalvarışından daha kötü… Seni bu hale koyan, zalim olmaya zalim değil amma, zulmünü de senden esirgemiyor gördüğüm kadarıyla… Ham hislerinin olgunluk çağına, zemheride ayaz yiyerek kavuşmanı istediğine göre, seni imtihan etmekten bıkmayacağı kesin… Bırak… Sakın kızma yârine! Senden ne isterse istesin… Hakkıdır! Rabbim sevda versin de, varsın rahat yüzü vermesin… Aşkın güzelliği, çekilen acıların kutsiyetinde gizli a cahil! Sızlanma sakın! Vuslat acı çekebildiğin müddetçe yakın… Hem öyle olmasa, ne diye pencerenin önünde saatlerce yağan karın kuşattığı boşluğa dalsın?” Meçhul adamın son sözünü söylerken işaret ettiği pencere onun penceresiydi. Yine kar taneleriyle dertleşen bakışlarla geceyi seyrediyordu. Yarı aydınlık siluetiyle, eski zaman güzellerine benziyordu. Elleri… Pencerenin kenarına konmuş iki kuğu kadar nazenindi. Omuzlarına dökülen saçının her telinde, aşkımın teşvikiyle okşayan rüzgârın elinden izler vardı. İşte… Kar tanelerine gösterdiği şefkati benden esirgeyen, o yârdı!

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Vücudum soğuk tarafından işgal edilmiş şehirler kadar bedbin, kalbim volkanlar kadar sıcaktı. Hani? Aşk ile atılan adımların sonu hüsran olmayacaktı? “Hüsran değil bu, vuslatın ayak sesleri…” dedi meçhul adam. Doğru söyleyen fakat aklımı karmakarışık eden bu adam canımı sıkmaya başlamıştı. Dayanamadım sordum: “Siz kim oluyorsunuz ki; sanki kırk yıllık ahbaplarmışız gibi, sizinle hiç muhatap olmamama rağmen beni hedef alan konuşmalarda bulunuyorsunuz?” Sözlerim, meçhul adamın yüz hatlarının gerilmesine sebep olduysa da, gülümseyerek cevap verdi: “Elbette ahbaplığımız var. Olmasa ne diye, şu karakışın en haşin gecesinde size yoldaşlık edeyim ki?”

    Nereden tanıştığımızı soruverdim bir çırpıda… “Cemil Meriç’in dediği gibi… Bizler başları aynı kitaplara eğilmişler… Bizden özge dost mu olur?” diyerek cevapladı. Asabiyetim had safhaya ulaşmıştı. Yumruğumu ve dişimi sıkmaktan çelik bir yay gibi gerilen vücudumu, alıp-verdiğim derin nefeslerle kontrol etmeye çalışarak, bir açıklama beklediğimi ifade eden gözlerle adamın gözlerinin içine baktım. “Ben” dedi, “Okudukça ahbabı olduğun Şair-i Cihân Nedim”. Kendimi tutamamıştım. Koyuverdiğim kahkahalar birbiri ardınca loş sokak aralarında yankılanırken, meçhul adam, üzerine yağan kar tanelerinin eriyişi gibi yavaş yavaş görünmez oldu.



    Kar yağıyordu İstanbul’a… O gece yâr kapısı beklemenin keyfini çıkarırken buzdan bir heykele dönmüşüm meğer… Ertesi sabah, doktorum Nedim Bey ucuz atlattığımı söylüyordu. Sokak lambasının altında beklerken gördüğüm meçhul adamın gözleri, doktorun gözleriyle ne kadar da benzeşiyordu. Muhayyilem bu konuyu daha fazla düşünmeme mani olmakta ısrarcıydı… Bütün olanları birbirine ulayarak bir neticeye varmak isteyişim beyhudeydi.

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Ve ben… Sillesini yemekten bıkmadığım cânân yüzünden, yataklara düşmeyi de başarmıştım. Maruz kaldığım soğuktan değil ama, yârin beni kahredişinden zatürree oluşum yakındır. Ciğersizlerin şah olduğu, ikbâl kapılarından kolayca geçtiği ve mertlikten başka sermayesi olmayanların gam şarabı içtiği bu devirde ve bu alemde çürüyen ciğerlerin sebep olduğu bir ârâz ile ecelin kollarına ilişmek ne şeref! Mademki o yârin kollarında şu ehemmiyetsiz varlığımın yeri yoktur, o zaman bu vakte kadar çiğnediğim şu fani alemde bir nefes alıp-vermek dahi bendenize çoktur. Duyuyor musun bîvefâ yâr? Beni ennihayet, yakinen meşgul olduğum toprağın bağrına, kırık-dökük ve nâmurad bir vaziyette göndermek muzafferiyetine eriştin! Tebrik ederim!

    Kar yağıyordu İstanbul’a… Gamlı mızrabın söylettiği ihtiyar bir tamburun nâmelerine şu mısralar eşlik etmekteydi:

    “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben hâlime,
    Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…
    Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime,
    Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…”

    Güçer Kafa




  • 
Sayfa: 1
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.